SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA MAİDE SURESİ 8. AYET
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
8- Ey müminler, her davranışınızda Allah’ı sıkı sıkıya gözeten ve adalete bağlı şahitlik eden kimseler olunuz. .Sakın herhangi bir gruba karşı duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya sevk etmesin. Adil olunuz, tak raya en yakın tutum budur. Allah’tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
Allah iman edenleri; vaktiyle onları Mescid-i Haram’a sokmamış olanlara karşı duydukları kinlerinin kendilerini adaletsizliğe sürüklemesinden sakındırıyor. İşte bu, sağlam ilahî eğitim metodu sayesinde kendilerini Allah’a yükselten, nefis hakimiyeti ve hoşgörünün ulaştığı, en doruk noktadır. Onlar, kinleri yüzünden adaletten sapmaları men edilen kimselerdir.
Bu, ulaşılan zirve noktasıdır. Ayrıca nefse ağır ve zor gelen bir görevdir. Bu, hiç düşmanlık etmemek veya kendini zaptetmenin de ötesinde bir aşamadır. Varolan tüm hoşnutsuzluk ve kine rağmen, şuurlu olarak adaleti yerine getirmeye yönelmek! İlk teklif daha kolaydır. Çünkü bu, düşmanlık etmeyip kendini zaptetmekle yerine getirilen pasif bir tutumdur. İkinci teklif ise daha güçtür. Çünkü kişiyi tüm kin ve düşmanlığına rağmen, adaleti ve dengeyi sağlamaya yönelten aktif bir davranıştır. Hikmetli eğitim metodu, bu güçlükleri aşmaya muktedirdir. Ardından bu husustaki yardımları sıralıyor:
“Ey müminler, her davranışınızda Allah’ı gözetin..”
Bunu başka bir yardım izliyor:
“Allah’tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”
İnsan vicdanı, bu zirveye; Allah ile direkt bağlantı kurup bu konuda gayret sarf etmeden, bunu da Allah’ın dışındaki herşeyden uzaklaşıp ve herşeyi yalnızca O’nun için yerine getirmeden, O’ndan sakınmanın bilincine varıp, gizliliklerin ve kalplerin özünün O’nun gözetiminde olduğunu duymadan, kesinlikle ulaşamaz. Kendini Allah’a adamak ve O’nun gözetiminde eylemlerde bulunmak, tüm diğer değerlerden soyutlanmak dışında; yeryüzü kaynaklı hiçbir değer yargısı, insan vicdanını, bu zirveye ulaştırıp yükseltmeye güç yetiremez. Yalnızca yukarda bahsettiklerimiz, bu vicdanı, o zirveye ulaştırmaya yeteneklidir.
Yeryüzündeki hiçbir inanç veya sistem, taraftarlarına, kin besledikleri düşmanlarına karşı, “katıksız adalet” ile davranmaya sorumlu tutmamıştır. Yalnızca bu din, müminlere, bu emri Allah için yerine getirmelerini, O’nun gözetiminde amele koyulmalarını ve diğer tüm bakış açılarından uzaklaşmalarını öğütlediğinden onlara, bu sorumluluğu yüklemiştir.
Benimsesin benimsemesin, tüm insanları, adalet gölgesi altında yaşatmayı üstlenmiş ve taraftarlarına -kin ve düşmanlık duydukları insanlara karşı bile bu adaleti, Allah için uygulamayı farz kılmış olan bu din, bu prensipleri sebebiyle tüm insanlığa gönderilen evrensel son dindir.
Bu, güç ve gayret isteyen bir iş olmasına rağmen, bu ümmetin insanlara karşı yerine getirmesi zorunlu bir görevdir.
Bu ümmet, İslâm’a göre yaşadığı günlerde, prensipleri yerine getirmiş ve sorumluluğunu yüklenmiştir. Bu, soyut bir tavsiye ve sırf bir yüce örnek değildir. Aksine, günlük hayatta uygulanan bir realite, insanlığın gerek daha önce ve gerek daha sonra benzerini göremediği bir gerçektir. Bu aydınlık İslâm devirleri dışında, böylesi bir seviyeye ulaşılmamıştır.
Bu konudaki pek çok örnek, tarih sayfalarında yer almaktadır. Bu örnekler şuna tanıklık etmektedir:
Bu ilahî öğütler ve farzlar; bu ümmetin hayatında ve gerçeklik dünyasında rahatlıkla uygulanabilen dolayısıyla bu ümmetin günlük yaşamında somutlaşan bir sisteme dönüşmüştür. O, ne ulaşılmaz hayalî bir örnektir, ne de ferdi bir misaldir. Bu noktada o, insanların ona denk başkaca bir yol bulamadıkları hayat realitesidir.
Bu yüce zirvenin, her yerde ve her dönemde -Modern cahiliyet de dahil bütün cahiliye türlerine olan üstünlüğü göz önüne alınca; Allah’ın insanlık için ortaya koyduğu sistem ile, insanın insan için icad ettiği sistem arasındaki büyük farklılık ortaya çıkıyor. Bu sistemin sonuçları ile o sistemin sonuçları arasında; hem realitede hem de, zihinlerde kat edilemez mesafeyi görüyoruz.
İnsanlar bu prensipleri biliyorlar ve onlardan övgüyle söz ediyorlar. Fakat bu ayrı, onları gerçeklik dünyasında yürürlüğe koymak ise daha ayrı bir şey. İnsanın, bu insanlarla, öğütlediği bu prensiplerin gerçeklik aleminde uygulanamaması tabiidir. Çünkü önemli olan, insanları, bu prensiplere çağırmak değildir. Fakat asıl önemli olan, kimin onları bu prensiplere çağırdığı ve bu çağrıyı seslendiren kaynağın kimliğidir. Bu çağrının vicdanların ve zihnin üzerindeki otoritesi önemlidir. Yine önemli olan, insanların, bu prensipleri gerçekleştirmek için ısrar ve gayretle başvurdukları kaynaktır.
Bu prensiplere yönelik dini çağrının önemi; otoritesinin Allah’a dayanmasındadır. Falanın ve filanın söylediklerinin dayanağı nedir? Yani gönüller ve vicdanlar üzerinde bir otoritesi var mı? İnsanlar bu prensipleri kabul edip onları gerçekleştirmek uğrunda tüm gayretlerini ısrarla ortaya koyduklarında, bu otorite onlara ne karşılık verebilecektir. Binlerce davetçi adalete, temizliğe, hürriyete, hoşgörüye, onura, sevgiye ve fedakarlığa çağırabilir. Fakat onların bu çağrılarının, insanların vicdanında bir etkisi olmuyor, titreşim meydana getirmiyor ve gönüllerde yer etmiyor. Çünkü bu çağrıları, Allah, hiçbir delille desteklememiştir.. Söz önemli değildir. Önemli olan, bu sözlerin arkasında kimin olduğudur. İnsanlar, kendileri gibi herhangi bir insan olan davetçiden, Allah’ın desteğinden yoksun olan bu prensiplerin, örneklerin ve kuralların benzerlerini duymaktadır. Fakat bunların etkisi nedir? Onların fıtratı, bu direktiflerin kendileri gibi insandan kaynaklandığını idrak ediyor ve insanın damgasını taşıyan herşeyi; cahillik, acizlik, arzu ve kusur ile damgalıyorlar. İnsan fıtratı bu direktifleri temelde böyle algılamaktadır. Bunların insanların fıtratlarında bir yetkisi, varlıklarında bir coşkusu ve yaşamlarında -bazı istisnalar dışında- bir etkisi yoktur. Sonra, dindeki bu “tavsiyeler”in değeri; hayatın şeklini “icraatlar” ile birlikte tekamül ettirmesindedir.
Bunlar boş yere tavsiye edilmemişlerdir. Din sırf tavsiyeler ve prensipler koymakla yetinseydi, bu tavsiyeler ne uygulanır, ne de gerçeğe uygun düşerdi. Zaten şu sıralarda bu durumu, her yerde görmekteyiz.
Hayatın tamamı için dinin yöntemine uygun bir sistem gereklidir. Ancak bu sistemin gölgesinde, dinin tavsiyeleri uygulanabilir. Gerçekliğin ışığında uygulandığında, tavsiyeler ve “icraatlar” bütünleşir. İşte -başkasında değil ancak İslâmî anlayışta “din” budur. Yaşamın her alanında, ortaya koyduğu sistem ile somutlaşan din. Bu anlamıyla din, müslüman toplumun yaşamında uygulandığı zaman, tüm insanlık bu yüce zirveden haberdar olacak, Arap cahiliyesi yada diğer cahiliyelerin de bataklığından kurtulacak ve bu yüce zirveye tırmanacaktır. Din, minberlerdeki tavsiyeler ve camilerdeki vaazlara dönüşüp, hayatı düzenlemekten uzaklaştırıldığında, dinin realitede asıl şekliyle var olduğu iddia edilemez.
Allah’ın, davranışlarında sırf kendisini gözeten müslümanlara, bir müeyyide ve mükafat belirlemesi, önderlik sorumluluğunu üstlenmeye ve “sözleşmeyi” yerine getirmeye teşvik etmesi zorunlu idi. Gerçekten de, Allah katında kafir olup yalanlayanlar ile; iman edip, salih amel işleyenlerin akıbeti arasında bir fark olacaktır: