SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA NİSA SURESİ 23. AYET
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
23- Geçmiş uygulamalar bir yana, bundan böyle analarınız, kızlarınız, kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren sütanneleriniz, sütkardeşleriniz, kaynanalarınız, cinsel ilişkide bulunduğunuz Eşlerinizden doğan gözetiminiz altındaki üvey kızlarınız -eğer anaları ile cinsel ilişkide bulunmamış iseniz bu kızlar ile evlenmenizin sakıncası yoktur- öz oğullarınızın eşleri ile evlenmeniz ve iki kız kardeşi birlikte nikahınız altında bulundurmanız size haram kılındı. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir.
Evlenilmesi yasak olan kadınlar, ilkel-ileri tüm milletlerde bilinmektedir. Ancak yasağın nedenleri ve dereceleri değişik milletlerin yanında farklılık arz etmiştir. İlkel halklarda bu çemberin oldukça genişken, ileri halklarda ise çemberin daraldığı görülmektedir.
İslâm’da evlenilmesi yasak olan kadınlara gelince, bunlar şu ayette, öncekinde ve sonraki ayette açıklanan sınıflardır. Bunlardan bazısı ebediyyen yasaktır, bazısı ise geçicidir. Kimisi hesap nedeniyle, kimisi emzirmeden dolayı, kimisi de evlilikten doğan akrabalık yüzünden yasaktır.
Bunun dışında, diğer toplumlarda tanınan her tür bağı ortadan kaldırmıştır İslâm. İnsanların ırk, renk ve kavmiyetlerinin bir de bir ırk ve bir vatan için deki sınıfsal ve toplumsal konumların farklılığından doğan bağlar gibi…” İslâm şeriatında yakınlık nedeniyle evlenilmesi yasak olan kadınlar dört sınıftır:
Birincisi; ne kadar yukarda olursa olsun usûl, (yukarıya doğru say) dolayısıyle, ne kadar yukarıda olurlarsa olsunlar kişinin anasıyla, gerek ana tarafından gerekse baba tarafından neneleriyle evlenmesi yasaktır. “…Analarınız size haram kılındı..”
İkincisi; aşağıya doğru tüm çocuklar (fürû); Yani kişinin kızlarıyla ve kız erkek çocuklarının kızlarıyla evlenmesi yasaktır. “…Kız çocuklarınız…”
Üçüncüsü; aşağıya doğru anne-babanın tüm çocukları. Buna göre kişinin kız kardeşiyle, erkek veya kız kardeşlerinin kızlarıyla ve kardeşlerinin çocuklarının kızlarıyla evlenmesi yasaktır. “…kız kardeşleriniz…” “…. Erkek kardeşinizin kızları ve kız kardeşinizin kızları…”
Dördüncüsü; Dedelerine doğrudan bağlanan çocukları, yani kişinin halası, teyzesi, babasının halası, babadan veya anadan taraf ninesinin halası ile evlenmesi yasaktır. “…Halalarınız, teyzeleriniz…” Ancak dedelere doğrudan bağlanmayan çocuklarla evlenmek helâldir. Bu nedenle amca ve hala çocuklarının, dayı ve teyze çocuklarının evlenmesi serbesttir.
Evlilik nedeniyle meydana gelen yasaklar ise beş tanedir:
1- Karının yukarıya doğru (usul) akrabası, adamın eşinin anasıyla, ne kadar yukarıda olursa olsun baba veya ana tarafından nenesiyle evlenmesi yasaktır. Bu yasak erkeğin eşiyle yalnızca nikah ahdini gerçekleştirmesiyle birlikte yürürlüğe girer. Cinsel ilişkide bulunması ya da bulunmaması fark etmez. “…Kaynanalarınız…”
2- Karının aşağıya doğru tüm çocukları… Yani kişinin eşinin kızıyla ne kadar aşağıda olursa olsun erkek kadın tüm çocuklarının kızlarıyla evlenmesi yasaktır. Ancak bu yasak, cinsel ilişkide bulunmadığı sürece yürürlüğe girmez. “…Cinsel ilişkide bulunduğunuz eşlerinizden doğan gözetiminiz altındaki üvey kızlarınız. Eğer analarıyla cinsel ilişkide bulunmamış iseniz bu kızlarla evlenmenizin sakıncası yoktur.”
3- Babanın ve ne kadar yukarıda olursa olsun her iki tarafın dedelerin eşleri. Yani kişinin babasının karısı ve ne kadar yukarıda olursa olsun ana ve baba tarafından dedelerinden birinin karısıyla evlenmesi yasaktır. “Geçmiş uygulamalar bir yana bundan böyle babalarınızın nikahladığı kadınları kendinize nikahlamayın.” Yani bu tür nikahtan cahiliyede yaptıkları müstesna. Bilindiği gibi cahiliyyeden bu nikahı caiz görürlerdi.
4- Oğulların ve aşağıya doğru tüm çocukların oğullarının eşleri. Kişinin kendi sülbünden olan oğlunun ve ne kadar aşağıda olursa olsun oğlunun ve kızının
oğullarının karılarıyla evlenmesi yasaktır. “…Öz oğullarınızın eşleriyle evlenmeniz haram kılındı…” Böylece bu ayet cahiliyede evlatlığın karısıyla evlenmeyi yasaklayan adeti iptal edip bu yasağı öz oğullarının karısıyla sınırlandırmaktadır. Ahzab suresinde değinileceği gibi evlatlıklar öz babalarının adıyla çağrılırlar.
5- Karının kız kardeşi. Bu yasaklama geçicidir. Ve karının sağ oluşuna ve adamın nikahında bulunmasıyla bağlıdır. Yasak olan iki kız kardeşi aynı anda bir nikah altında tutmaktır.
“…İki kız kardeşi birlikte nikahınız altında bulundurmanız size haram kılındı… Geçmiş uygulamalar bir yana.” Yani cahiliye de yaptığınız bu tür nikah hariç. Çünkü o dönemde bu nikahı caiz görüyorlardı.
Nesep ve evlilik dolayısıyla yasak olanların tümü emzirme nedeniyle de yasaktırlar. Bu da dokuz yasağı içermektedir:
1- Süt anne ve ondan yukarısı (usul) “…Sizi emziren süt anneleriniz.. ”
2- Süt kızı ve aşağıya doğru onun kızları (Adamın süt kızı nikahı altındaki karısının emzirdiği kızdır)
3- Süt kız kardeş ve aşağıya doğru onun kızları “…Süt kardeşleriniz…”
4- Süt hala ve teyze (süt teyze, süt annenin kız kardeşidir. Süt hala ise sütannenin kocasının kız kardeşidir.)
5- Karının süt annesi (çocukluğunda kadını emziren kadın) ve ondan yukarısı. Bu yasak nesepte olduğu gibi kadının yalnızca nikahlamakla yürürlüğe girer.
6- Karının süt kızı (kadının evlenmeden önce emzirdiği kız) ve aşağıya doğru onun kızları . Kadınla cinsel ilişkiye girilmedikçe bu yasak yürürlüğe girmez.
7- Süt baba, süt dede ve bundan yukarısının eşleri. (Süt baba çocukları karısına emzirten adamdır. Bu çocuğun yalnızca kendisini emziren eşiyle evlenmesi yasak değildir, bu onun süt annesidir. Süt babasının karısı olan diğer kadınlarla evlenmesi yasaktır.)
8- Süt oğlunun ve ondan aşağısının karıları.
9- Kadınla süt kız kardeşini, süt halasım, süt teyzesinin veya emzirme nedeniyle mahrem olan herhangi bir kadını nikah altında bulundurmak yasaktır.·
Yukarıda açıklanan yasakların bir, iki ve üçüncüsü ayetin nassıyla yasaklanmıştır. Ancak diğer yasaklar Resulullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) “Nesep bakımından haram olanlar emzirme yoluyla da haramdır.”·(Buhari ve Müslim) hadisi uyarınca belirlenmiştir.
Bunlar, İslâm şeriatında evlenilmesi yasak olan kadınlardır. Ancak ayet yasaklamanın -özel ya da genel- bir nedenini belirlememektedir. İleri sürülen tüm nedenler, insanların düşünce, görüş ve de değerlendirmesidir
Ancak burada genel bir neden olacaktır. Aynı zamanda her yasağın kendine özgü yasaklama nedenleri de bulunacaktır. Bazı yasakların arasında ortak dedenler de olacaktır kuşkusuz.
Örneğin şöyle denilebilir; “Akrabalar arasındaki evlilik neslin cılızlaşmasına zamanla da zayıflaşmasına neden olmaktadır. Çünkü zayıflık özellikleri çocukta odaklaşıp birleşirler. Bunun tersine, sürekli yeni yabancı kanların karışmasına fırsat verilirse çocuğun seçkin yetenekleri artar, neslin canlılık ve yetenekleri tazelenir.
Ya da “Anneler, kızlar, kız kardeşler, halalar, teyzeler, erkek ve kız kardeşin kızları, aynı şekilde emzirme nedeniyle akraba olunan benzerleri, karıların anneleri, eşlerin kızları, -himayedeki üvey kızlar- gibi evlenmesi yasak sınıflarla kurulacak ilişkinin gözetim, şefkat, saygı ve vakara dayanması istenmektedir. Bu yüzden evlilik hayatında boşanma ve ayrılığa kadar götüren ihtilaflar gibi şeylere meydan verilmemesi arzu edilmektedir. Çünkü -bu ayrılıkların bıraktığı kötü etkilerle- kalıcı olması istenen duygular tahrip olur” denilebilir.
Veya şöyle denilebilir: “Himaye edilen üvey kızlar, iki kız kardeşi bir nikahta bulundurmak, karının annesi ve babanın karısı gibi sınıfların yasaklanmasıyla oğulluk ve kardeşlik duygularının zarar görmemesi hedeflenmektedir. Çünkü kızının kocası konusunda kendine rakip gören annenin -kız ve kız kardeş de bu durumdadır- hayatını paylaştığı kızına, ya da bir anne-baba da birleştikleri kız kardeşine ve annesine -annesi olduğu halde- karşı tertemiz duygularının devam etmesi mümkün değildir. Kendisinden sonra karısının oğluna kalacağını düşünen baba ya da boşanan babanın kendisine rakip olduğunu düşünen oğul da öyle. Baba ile oğul arasında lekelenmesi istenmeyen ilişkiler nedeniyle aynı şey soyundan gelen oğullar için de geçerlidir.”
Şöyle de denilebilir; Evlilik ilişkisi, aile çemberinin genişleyip akrabalık bağlarının ötesine taşması için bir araçtır. Bu yüzden yakın akrabalık bağlarıyla birbirine bağlı kimseler arasında evlenme zorunluluğu yoktur. Bir hikmeti bulunmadığından bu durumda olanların evlenmesi yasaklanmıştır. Akrabalık bağı nerdeyse kopmak üzere olacak kadar uzak bulunanların dışında akrabaların evlenmesine müsaade edilmemiştir.”
Nedeni ne olursa olsun biz, yüce Allah’ın seçtiklerinin ötesinde bir hikmetin, bir iyiliğin bulunduğunu kabul ediyoruz. Bilmemiz ya da bilmememiz fark etmez. Bunun soruna herhangi bir etkisi söz konusu değildir. Hoşnutluk ve kabullenme ile birlikte uyup uygulama zorunluluğundan herhangi bir şey eksiltmez. Çünkü Allah’ın şeriatıyla hükm olunmadan sonra da buna karşı göğsünde herhangi bir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla teslim olmadıkça bir kalpte iman gerçekleşmez.
Ardından Kur’an’ın hüküm bildiren nassının açıkladığı tüm yasaklara ilişkin son bir söz yer almaktadır.
Kuşkusuz bu yasaklar, iki durumun dışında cahiliye geleneğinde de yasaktı. Bunlar babaların nikahladıkları kadınlar ve iki kız kardeşi birlikte nikahlamaktı. Cahiliye toplumunda hoş karşılamamakla beraber caizdi bu tür evlilik.
Ancak -bütün bu yasakları koyan- İslâm, bunları yasaklarken kesinlikle cahiliye geleneğine dayanmamaktadır. Bu yasakları yeni baştan ve kendine özgü otoritesine dayanarak koymaktadır. Hüküm şöyle geliyor:
“Analarınız size haram kılındı…”
Buradaki sorun göstermelik bir sorun değildir. Bir bütün olarak bu dinin sorunudur. Bu konudaki düğümün kavranması bir bütün olarak bu dinin kavranması demektir. Onun dayandığı temelin kavranması demektir. uluhiyet temeli ve tek başına Allah’a özgü kılma…
Bu din, helal kılma (serbest bırakma) ve haram kılma (yasaklama)’nın tamamen Allah’a ait olduğunu yerleştiriyor. Çünkü her ikisi de uluhiyetin en belirgin özellikleridir. Allah’tan başka hiçbir otoritenin helal kılma (serbest bırakma) ve haram kılma (yasaklama) yetkisi yoktur. Tek başına Allah insanlar için dilediğini helal dilediğini haram kılar. Bunda ve şunda Allah’tan başka hiç kimse herhangi bir hüküm koyamaz. Kimse böyle bir iddiaya kalkışamaz. Çünkü bu davranış uluhiyyet iddiasında bulunmakla eş anlamlıdır.
Bu yüzden cahiliye herhangi bir şeyi serbest ya da yasak kıldığında bu yasaklama ve serbest bırakma temelden batıldır. Düzeltmek mümkün değildir. Çünkü daha başlangıçtan varlığı söz konusu değildir. İslâm cahiliyenin helal ya da haram kıldığı şeylerle karşılaşınca, işin başında temelden bunların battığına hükmeder ve onları tümden yok sayar. Çünkü bunlar böyle bir hüküm koymaya yetkisi bulunmayan -çünkü ilah değildir- bir kaynaktan doğmaktadırlar. Bundan sonra İslâm hükümlerini yeni baştan inşa eder. Cahiliyede helal olan şeyi helal kılarken ya da haram bir şeyi o da haram kılarken bile bunu yeni baştan belirliyor, İslâm. Temelden batıl kabul ettiği cahiliyenin hükümlerine bu konuda itibar etmez. Çünkü cahiliye batıldır. Tek başına bu hükümleri koyma yetkisine sahip merciden kaynaklanmamaktadır. Kuşkusuz bu merci yüce Allah’tır.
İnsan hayatındaki herşeyi kapsayan helal ve harama ilişkin İslâm’ın görüşü budur. Bu hayattaki hiçbir şey bu çerçevenin dışına çıkamaz. Nikahta yeme içmede, giyim-kuşamda, hareket ve davranışta inanç ve ilişkilerde, bağlılıklarda, gelenek ve hayat düzeninde onun şeriatına uymak suretiyle yetkisini yüce Allah’a dayandırmadıkça hiç kimsenin helal veya haram kılma yetkisi yoktur.
Bunun dışında insan hayatında -büyük, küçük- yasaklama (haram) veya serbest (helal) bırakma işlevini gören tüm mercilerin hükümleri temelden boştur, batıldır. Ve temyizi mümkün değildir. İslâm şeriatında yer alan hükümler cahiliyede bulunan hükümleri düzeltmek veya onlara dayanmak için gelmemişlerdir.
Aksine bunlar, tek başına bu hükümleri koyma yetkisine sahip merciden kaynaklanan yeni baştan bir inşadır.
İslâm helal ve harama ilişkin hükümlerini böyle inşa etti. Sistem ve düzenini işte böyle kurdu İslâm. Gelenek ve göreneklerini İslâm böyle düzenledi. Bu faaliyetinde tek başına bu yetkiye sahip güce dayanmıştır kuşkusuz.
Kur’an bu görüşün yerleşmesine büyük özen gösterir. Bu yüzden bütün haram ve helal kılma olaylarında cahiliye mensuplarıyla tekrar tekrar mücadeleye girişmektedir. İlkeyi belirlerken istinkârı bir soru yöneltmektedir: “De ki; Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti, temiz rızıklan kim haram edermiş?” (A’raf suresi; 32)
“De ki; gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyalım.” (En’am suresi; 151)
“De ki; Bana vahyolunanlar içinde yiyen bir kimsenin yiyeceğinde ölü yahut akıtılan kan veya domuz etinin dışında haram edilmiş bir şey bulmuyorum…” (En’am suresi; 145)
Bu istinkâri sorularla yüce Allah onları şu temel ilkeyle yüzyüze getirmeyi istemektedir: Haram ve helal kılma hakkına tek başına Allah sahiptir. Allah’ın şeriatına uygun olarak onun otoritesine dayanandan başka fert, sınıf, ulus veya tüm insanlar içinde hiç kimsenin böyle bir yetkisi söz konusu değildir. Helal ve haram kılma -serbest bırakma ve yasaklama- şeriat demektir, din demektir. Buna göre helal ve haram kılan bütün insanların boyun eğdiği din koyma yetkisine sahip kimsedir. Haram ve helal kılan Allah’tan başka biriyse bu durumda insanlar ona boyun eğiyorlar, onun dinindendirler, Allah’ın değil.
Bu şekliyle sorun uluhiyyet ve özellikleri sorunudur. Bu sorun din ve anlamı sorunudur. İman ve sınırları sorunudur. O halde yeryüzündeki müslümanlar, kendileri ile bu durumu gözden geçirmelidirler. Kendileri nerede bu din nerede? Nerede onlar nerede İslâm? Ona bir baksınlar. Şayet henüz onlar müslümanlık iddiasını sürdürüyorlarsa.
- CÜZ’ÜN BAŞLANGICI
Sûrenin giriş bölümünde de işaret ettiğimiz amaçların ve konuların çoğunu içeren bu cüzde Nisa suresini incelemeye devam edeceğiz. Bu cüzde surenin temel hedefleri ve ana konularının başlıcaları işleniyor. Bu temel hedefler ile ana konuları şöyle sıralayabiliriz:
Cüzün ilk bölümündeki ayet demetinde şunları buluyoruz: Aile kurumuna ilişkin yasal düzenlemelerin devamı; bu kurumu fıtratın değişmez kurallarından oluşmuş bir temel üzerine oturtmak; yine bu kurumu, eşlerin hayatını etkileyen geçici şartların sarsıntılarından korumak; bunun yanısıra hem aileyi ve-hem de toplumu fuhuşa düşmekten, yasakların çiğnenmesinden ve aile-içi ilişkileri zedelemekten korumak konuları bulunmaktadır.
Yine bu derste, sosyal ve ekonomik düzenlemelere yeni hükümlerin eklendiğini görüyoruz. Bu hükümler, mali ve ticari ilişkileri içerdikleri gibi bazı miras hükümlerini ve hem erkeğin, hem de kadının toplumda mülk edinmesinin hukukî kurallarını da açıklamaktadır.
Bütün bu yasal düzenlemelerin -surenin giriş bölümünde dediğimiz gibi temel amacı şudur: Müslüman toplumu, cahiliye düzeninden uzaklaştırıp İslam’ın önerdiği hayat düzenine geçirmek, ayrıca cahiliye sisteminin toplumsal niteliklerinin artıklarını silip yerlerine İslâm’ın yeni toplumsal vasıflarını yerleştirmek. İlâhi sistemin cahiliye bataklığından çekip çıkardığı bu İslâm toplumuna yükseliş merdivenini basamak basamak çıkmasını sağlayarak o yüce doruğa tırmanmasına imkan hazırlamak.
Beşinci cüzün ikinci bölümünün âyetlerinde İslâm düşüncesinin temel ilkelerinin belirlenmesinin yeniden ele alındığını görürüz. Bu ayetlerde imanın sınırları belirleniyor, müslüman olmanın temel şartı vurgulanıyor. Bu yenilenen vurgulama ile sosyal dayanışmanın diğer yasal düzenlemelerine temel oluşturuluyor. En dar anlamıyla ailede başlayıp toplumdaki tüm yoksulları ve düşkünleri içerecek şekilde genişliyor. İyilikseverliğin ve sosyal dayanışmanın emredildiği bu bölümde cimriliğin, malla böbürlenmenin, nankörlüğün ve gösteriş olsun diye iyilikte bulunmanın kınandığını görüyoruz.
Yine burada yapılmakta olan ibadete ilişkin psikolojik eğitimin bir yönüne; bu ibadet için temizlenmeye-arınmaya, alkollü içkiyi bu ibadetle bağdaşmaz bir pislik olarak kabul etmeye de değiniliyor. Böylece bu hikmetli eğitim sisteminin planı uyarınca alkollü içki yolunda bir adım daha atılmış oluyor.
Üçüncü bölümde bu surenin ana konularından biri olan ehl-i kitapla hesaplaşma konusu gündeme geliyor. Bu hesaplaşma ayetlerinde kitap ehlinin müslüman cemaate ilişkin kötü niyetleri ve kirli emelleri açığa vuruluyor,
tuzaklarının ve entrikalarının mahiyeti açıklanıp, tutumları belirtilerek sonunda kendilerini bekleyen kötü akıbetle ve acıklı azapla tehdit ediliyorlar.
Bu cüzün dördüncü bölümünü oluşturan ayetlerin amacı ise; dinin anlamını, mümin olmanın vazgeçilmez şartını ve İslâm’ın tanımını kesin ve yoruma kapalı bir dille açıklamaktır. Bu ayetlerde İslâmi düzenin mahiyeti; müslümanın itaat, bağlılık, emir ve yasakları sadece yüce Allah’tan alma, sırf yüce Allah’ın sisteminin hakemliğine başvurma, peygamberimizin hükümlerine uyma ve boyun eğme konuları açıklığa kavuşturuluyor. Bunların yanısıra müslümanların, emanetleri ehillerine teslim etme, insanlar arasında adil hükümler verme, insanların hayatında yüce Allah’ın sistemini egemen kılma uygulamalarına ilişkin yükümlülükleri vurgulanmakta ve bu yükümlülükler, imanın pratikte gerçekleşebilmesinin şartı sayılmaktadır. Bu prensiple bağlantılı olarak mümin olduklarını iddia ettikleri halde imanın bu ilk şartına, yani yüce Allah’ı ve peygamberimizi her konuda hakem kabul edip bunların hükümlerine tam bir gönül hoşnutluğu ile teslim olma şartına sırt çevirenlerin çelişkili tutumları hayretle karşılanmakta ve bu açık ve kesin şartı yerine getirmeyenlerin, bu yoldaki bütün kuru iddialarına rağmen asla mümin olamayacakları ısrarla vurgulanmaktadır.
Bu ilke ile bağlantılı olarak yine bu beşinci bölümde müslüman cemaat, bu apaçık sistemi savunma uğrunda savaşmaya çağrılmakta, bu çağrıya yan çizen yılgınlar ile ona sırt çeviren münafıklar kınanmakta, müminlerin kalblerine cihad şevki aşılanmak amacı ile İslâmi savaşın amaçları açıklanmakta; baskı altında yaşayan müminleri küfür diyarından kurtararak İslâm ülkesine kavuşturmanın, onlara bu yüce sistemin egemenliği altında onurlu bir hayat sürdürme imkânı sağlamanın bu cihadın başta gelen hedefi olduğu belirtilmektedir. Ayrıca kalbleri korkudan ve yılgınlıktan arındırmak amacı ile ölümün ecelin ve kaderin mahiyeti anlatılmaktadır. Bu bölüm tek başına bile kalsa cihada devam etmesini içeren peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) şahsına yönelik bir emirle sona eriyor. Demek ki; bu dini, bu tutarlı ilâhi sistemi egemen kılmak için sürekli savaşmak, kaçınılmaz bir görevdir.
Bu cüzün altıncı bölümünü oluşturan ayetlerde savaşma yükümlülüğü ile bağlantılı olarak devletlerarası hukukun birçok kuralı açıklanıyor; İslâm toplumu ile ateş-kes imzalamış ya da barış antlaşması yapmış düşman devletler arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiği anlatılıyor. Buna göre mesele basit bir kaba kuvvet, bir tepeleme ve boyunduruk altına alma meselesi değildir. Tersine farklı ideolojilere bağlı düşman blokların bağlılarına hadise ve şartların gerektirdiği gerçekçi bir yaklaşımla muamele yapmak gerekir.
Yedinci bölümün ayetlerinde belirli bir İslâm devleti kurulduğu, İslâm’ın aziz ve onurlu sancağı bu devletin göklerinde dalgalandığı halde buraya göç etmeyi ihmal ederek küfür diyarında dini inançlarının zayıflaması ihtimaline meydan verenlerin çekingenlikleri kınanırken bununla bağlantılı olarak mali ve bedeni cihad görevi işlenmektedir. Bu kısım, müminleri savaşmaya, düşmanlarının izini sürmeye, onlara soluk aldırmamaya, düşmanlarını kovalama hususunda gevşekliğe kapılmamaya teşvik eder. Bunun yanısıra müminlerin
durumu ile İslâm düşmanlarının durumunu; her ikisinin istikametleri, akıbetleri ve Ahirette görecekleri karşılıklar bakımından birbirlerinden farklı olduklarını belirten ayetler ile sona erer.
Sekizinci bölümün ayetleri İslâm adaletinin bir şahikasını, doruk noktasına ulaşmış somut bir uygulamasını gözlerimizin önüne getiriyor. Bilindiği gibi bir yahudi haksız olarak zırh hırsızı olmakla suçlanmış ve bu suçlama asılsız şahitlikler ile perçinlenmişti. İşte bunun üzerine yüce Allah’ın katından birbiri peşi sıra inen bir dizi ayet, bu masum yahudiyi aklıyor. Oysa yahudiler o sırada İslâm’a ve müslümanlara karşı komplo üstüne komplo düzenlemekle meşguldürler. Fakat İslâm adaleti, sempati ve antipati gibi duyguların etkisi altında kalmayan ilahi bir adalettir. Bu olay; insanlığın bu eşsiz ve yüce sistemin dışında hiçbir sistemde ulaşamadığı, benzerini yaşamadığı bir adalet doruğudur.’
Dokuzuncu bölümün konusu; şirk, müşrikler, şirk kaynaklı hurafeler, bu hurafelerin etkisi ile oluşmuş sapık sloganlar ve saçma düşüncelerdir. Bu kısmın ayetlerinde yüce Allah’ın adaletine ilişkin asılsız saplantılar ve kuruntular ele alınıp düzeltiliyor, cezaların ve ödüllerin bu saplantılara ve kuruntulara göre değil, işlenen amellere göre biçileceği belirtiliyor; bunun yanısıra tek gerçek dinin sadece İslâm olduğu ve bu dinin aynı zamanda Hz. İbrahim’in (selâm üzerine olsun) de dini olduğu vurgulanıyor.
Onuncu bölümün ayetlerinde ise bu surenin ilk konusunu oluşturan kadınların -özellikle yetim kızların- ve kimsesiz çocukların haklarına tekrar dönüldüğünü görürüz. Bununla bağlantılı olarak kadının, kocası tarafından ihmal edilmesi ya da aldatılması olaylarına ilişkin çözümler anlatılıyor. Bu arada ideal karı-koca hayatının gerçekleşebilmesi için hangi şartlara uyulması gerektiği açıklanıyor. Eğer bu şartlara uyulmaz ise ortak aile hayatının yürüyemeyeceği ve bu şartlara ilişkin aksaklıklar giderilemezse eşlerin birbirinden ayrılmalarının daha hayırlı olacağı belirtiliyor.
Eşlere adil davranma ve genel anlamda aile hayatına ilişkin bu hükümlerin arkasından gelen uyarıcı sonuç cümlelerinde; bu hükümler ile bu direktifler, yüce Allah’a, Allah’ın göklerin ve yeryüzünün maliki oluşuna ve yüce Allah’ın şimdiki bütün insanları ortadan kaldırıp yerlerine başka insanlar getirmeye gücü yettiğine bağlanıyor. Bu da meselenin, ilahlığın dehşet verici gerçeği ile ilgili son derece önemli bir husus olduğunu kanıtlar. Arkasından kalplerdeki Allah korkusu harekete geçiriliyor ve müminlere, her türlü insanlar arası ilişkilerinde ve verdikleri bütün hükümlerde mutlak anlamda adil olmaları çağrısı yenileniyor. Bu çağrı yenilemesi, Kur’an’ın bildiğimiz üslûbu uyarınca, belirli bir konunun dar alanından hareket ederek genel ve yaygın bir çevreye açılıyor.
Arkasından bu cüzün son bölümünü oluşturan ayet demeti geliyor. Bu kısmın hemen hemen tek konusu münafıklığı ve münafıkları kınamak; müminleri ciddi belirgin ve istikametli bir imana sahip olmaya çağırmaktır. Bunun gereği olarak müminleri müslüman cemaatten başka bir dost, bir dayanak edinmekten, İslâm yönetiminden başkasına bağlılık göstermekten kaçınmak, gerek münafıklara ve gerekse bu dinin açık düşmanlarına karşı yersiz bir nezaket göstererek ya da onlarla aradaki sosyal ve şahsi ilişkilerin etkisinde kalarak dini konularda gevşek ve savsaklayıcı davranmamalarım müslümanlara önemle telkin etmektir. Bu son tutum münafıklığın belirtilerinden biridir. Münafıkların yeri ise cehennemin en alt katıdır. Münafıklar; kâfirleri dost ve müttefik edinen kimselerdir.
Daha sonra bu cüzle birlikte bu bölüm yüce Allah’ın sıfatlarına, O’nunla kulları arasındaki ilişkinin niteliğine ve yine O’nun yoldan çıkmışları ve sapıkları neden cezalandırdığına ilişkin etkili bir açıklama ile noktalanıyor. Eğer kullar Allah’a iman etseler, O’na şükretseler, O’nun onları cezalandırmakta hiçbir yararı yoktur. Allah şöyle buyuruyor:
“Eğer Allah’a şükreder, inanırsanız, O sizi niye azaba çarptırsın ki? Hiç şüphesiz, Allah şükre karşılık verir ve her şeyi bilir.” (Nisa Suresi, 147)
Bu ifade acayip bir ifade., Yüce Allah’ın rahmetini, insanlara azap çektirmede hiçbir yararı olmadığını, eğer O’nun sistemine uygun yaşasalar, bu sistemi sunuşundaki lütfa ve bağışa karşı şükretseler insanları azaba çarptırmasının söz konusu olmayacağını kalplere duyuran, şaşırtıcı derecede sıcak ve cana yakın bir ifade. Fakat durum böyleyken insanlar; kâfirlikleri, inkârcılıkları, bu küfür ve inkârcılığın sebep olduğu psikolojik (ferdi), sosyal ve uluslararası bozgunculukları yüzünden ilâhi azabı kendi elleri ile satın alıyorlar.
İşte bu cüz bu konular ve amaçlar yığınını bu kadar geniş çapta ve boyutta sayfalarına sığdırıyor. Burada bazı kısa değinmeler yapmakla yetiniyor ve yüce Allah’ın yardımı ile tek tek ayetlerin ayrıntılı açıklamasına geçiyoruz.
EVLİLİK KURUMU
Bu surenin aşağıda inceleyeceğimiz ayetleri, aile kurumunu fıtri temellere oturtma çabasının tamamlayıcısı niteliğini taşır. Surenin akışı boyunca iki nokta dışında bu konuya bir daha değinilmeyecektir. Bu iki nokta ile de bu son derece önemli temel konuya ilişkin ek niteliğinde bazı hükümler açıklanacaktır. Gerçekten aile kurumunun yasal düzenlemeye kavuşturulması o kadar önemlidir ki, insan hayatının fıtrî mecrası (doğuştan gelen akışı) içinde dengeli ve sağlıklı seyri bu yasal düzenlemeye bağlı olduğu gibi bu kurumun amacından sapması kesinlikle yeryüzünde kargaşalığa ve sosyal çalkantılara yol açar.
Bu bölümün ayetleri kendileri ile evlenmenin yasak olduğu kadınlara ilişkin ek bir açıklama gündeme getiriyor; sağlıklı bir aile kurumu içinde yüce Allah’ın kadınlar ve erkekler tarafından ortaklaşa gözetilmesini istediği şartları belirliyor. Bu şartları gözetmenin temiz ve sağlıklı bir aile yuvasını güvence altına alıcı niteliği yanında insanlar için kolaylık ve problemsizlik sağladığı anlatılıyor. Bunların yanısıra bu kurumun dayanağını oluşturan temel yasal kurallar ile evlilik akdini gerçekleştiren tarafların her ikisinin omuzlarına yüklenen karşılıklı haklar ve görevler açıklanıyor.
Sözü edilen aile kurumu düzenlemesine paralel olarak müslüman toplumda geçerli olacak mali ilişkilerin bazı yasaları da belirtiliyor. Gerek ferdi teşebbüs ve gerekse miras yolu ile kazanılan mallara ilişkin hukuki düzenlemeler getirilip bununla bağlantılı olarak akraba olmayanlar arasında evlilik yolu ile birbirine miras geçişini sağlayan sözleşmelerin nasıl çözüme bağlanacakları açıklanıyor.
Bu bölümde genel olarak şu nokta dikkatimizi çekmektedir. Bu kısmı oluşturan ayetler, bütün bu yasal düzenlemeler ve hükümler ile imanın başta gelen temel ilkesi arasında sıkı bir bağ kuruyor. Bu temel ilke şudur: Bütün bu yasal düzenlemeler, bu hükümler yüce Allah’tan kaynaklanıyor ve bunlar O’nun ilâhlığının vazgeçilmez gerekleridir. Çünkü bu surenin giriş bölümünde ısrarla vurguladığımız gibi, en başta gelen karakteristik özellik kayıtsız-şartsız egemenlik konusudur, insanlar için yasa koyma yetkisidir, insanların hayatlarının ve karşılıklı ilişkilerinin dayanağını oluşturan temel ilkeleri düzenleme tekelidir.
Bu dersin ayetleri boyunca bu duyarlı ilişki ısrarla tekrarlanır ve özel yetkinin ilâhlığın karakteristik niteliklerinden biri olduğu vurgulanır. Bunun yanısıra bu yasal düzenlemelerin engin bilgi ve hikmet sahibi olan, Kur’an’ın deyimi ile “Alîm” ve “Hakîm” olan yüce Allah’tan kaynaklandığı gerçeği de ısrarla vurgulanır. Bu ısrarlı vurgulama derin bir anlam taşır. Sebebine gelince bu ilâhi sistemin temel özelliği, her şeyden önce kapsamlı ve eksiksiz bilgi ile kavrayıcı ve geniş görüşlü hikmete dayalı olmasıdır. Oysa bu özellikler insanda yoktur. Buna göre insan, sosyal hayatın isabetli temel kurallarını koyma yeteneğinden kesinlikle yoksundur.
İşte insanoğlunun yeryüzündeki bahtsızlığı ve mutsuzluğu bu noktadaki yanılgıdan kaynaklanıyor. İnsan ne zaman engin bilgi ve hikmetin mutlak sahibi olan yüce Allah’ın sistemine sırt çevirirse sapar. Böylece uçsuz-bucaksız bir çölde kılavuzsuz olarak taban tepmiş olur. Eksik bilgisini azgınlığını ve şahsi arzuların tutsağı olmaya yatkın yapısını göz ardı ederek yüce Allah’ın kendisi ve sosyal hayatı için seçmiş olduğu sistemden daha yararlı bir sistem ortaya koyabileceği yanılgısına düşerse kesinlikle mutsuz ve bedbaht olur!
Aşağıda ayetlerini okuyacağımız bu bölümün ısrarla vurguladığı bir başka gerçek de şudur: Yüce Allah’ın sistemi, insanların şahsi arzularının ürünü olarak ortaya koymak istedikleri bütün sistemlerden daha kolay, daha külfetsiz ve fıtrata daha yakındır. Yüce Allah’ın bu sistemi ortaya koymuş olması, O’nun insan yetersizliğini telâfi edici bir rahmetidir. Eğer insanoğlu bu sistemden saparsa hayvanlık düzeyine doğru inişe ve gerilemeye geçeceği gibi ayrıca kendini ağır bir zorluk ve sıkıntı yükünün altına da sokmuş olacaktır. Aşağıda bu bölümün ayetlerini açıklamaya çalışırken, bu gerçeğin insanlık tarihinin pratiği tarafından doğrulandığını ve ispatlandığını hep birlikte göreceğiz. Bu gerçek, sözünü ettiğimiz tarihi pratiğin gözler önüne serdiği açık bir realitedir.
Fakat bu gerçeği görebilmek için insan ihtiraslarının kalpleri dumûra uğratmaması, gözleri kör etmemesi, cahiliye zihniyetinin karanlık baskısı altında kalplerin ve gözlerin tabiî fonksiyonlarını yitirmemiş olması gerekir.
Şimdi bu dersin ilk ayetlerini okuyalım: