sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA TEVBE SURESİ 100. AYET

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA TEVBE SURESİ 100. AYET
16.01.2021
892
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

ENSAR VE MUHACİRLERİN ÖNCÜLERİ

100- Muhacirlerin ve Ensar’ın ilk öncüleri ile iyilikte onlara tam uyanlardan Allah hoşnut olduğu gibi onlar da Allah’dan hoşnut olmuşlardır. Allah onlara altlarından nehirler akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur.

Bu üç grubun -yani Muhacirler’in ve Ensar’ın öncüleri ile bu iki grubun duyarlı izleyicilerinin- oluşturduğu zümre, bu surenin tanıtma sayısında belirttiğimiz gibi, Arap Yarımadası’nda, Mekke fethinden sonraki islâm toplumunun sağlam zeminini, omurgasını meydana getiriyordu. Bu toplumu gerek zor anlarda, gerekse bolluk ve rahat anlarında ayakta tutan, bu zümre idi. “Bolluk ve rahat anlarda” dedik. Çünkü çoğu zaman bolluk ve rahat sınavından geçmek, zorluk sınavını aşmaktan daha zor ve daha tehlikelidir.

“Muhacirlerin öncüleri” bizim eğilimimize göre Bedir savaşından önce Medine’ye göçedenlerdir. “Ensar’ın öncüleri” de Bedir savaşı öncesinde müslüman olanlardır. “İyilikte bu iki gruba tam uyanlar”a gelince, Tebük savaşı öncesinin olaylarını konu edinen bu ayetin ana amacını gözönünde tutarsak, bu grubun önceki iki grubu duyarlıkla izleyenlerden, onlar gibi iman ederek daha sonraki yıllarda onların verdikleri sınavları aynı başarı ile geçenlerden ve böylece ilk iki örnek grubun iman düzeyine yükselenlerden oluşmuş olmalıdır. Ger i ilk iki grubun “öncü olma” ayrıcalığı vardır. Çünkü onlar islâm toplumunun en sıkıntılı dönemi olan Bedir savaşı öncesinin yükünü taşımışlardır.

Elimizdeki belgelerden öğrendiğimize göre, “öncü Muhacirler” ile, “önce Ensar”ın kimler olduğu konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kimi bilim adamlarına göre bunlar Bedir savaşından önce Medine’ye göçedenler ile yine bu savaş öncesinde göçmenlere yardım ellerini uzatan Medineliler`dir. Kimi bilim adamlarına göre bunlar islâm tarihinde “Rıdvan Biatı” adı ile anılan Peygamberimize bağlılık sözü verme törenine katılanlardır. İslâm toplumunun oluşum aşamalarına ve bu toplumun iman katmanlarının yapılanmasına ilişkin araştırmalarımıza dayanarak az yukarda tercih ettiğimizi belirttiğimiz görüşün diğerlerine göre daha doğru olduğuna inanıyoruz. Doğrusunu bilen Allah’dır kuşkusuz.

İslâm toplumunun oluşum aşamaları ve bu toplumun iman kriterli katmanları konusunda onuncu cüzde yaptığımız açıklamanın bazı paragraflarını aşağıya almayı uygun görüyoruz. Böylece okuyucuya o eski sayfalara başvurmayı önereceğimiz yerde, orada söylediklerimizi önüne getirmiş oluyoruz. Bu sayede okuyucu incelemekte olduğumuz ayetlerde yapılan islâm toplumunun gruplarına ilişkin nihai tasnifi o açıklamada gözler önüne sermeye çalıştığımız gerçeğin ışığı altında değerlendirebilme fırsatını bulacaktır.”

İslâmi hareket Mekke’de şiddet ortamında doğdu, baskı sınavından geçmiş seçkin insanların kişiliklerinde varlık buldu. Kureyşli müşriklerin başını çektiği cahiliye uygarlığı “Lailâhe illellah, Muhammedün Resulullah (Allah’dan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun elçisidir)” çağrısının içerdiği gerçek tehlikeyi sezmekte gecikmedi. Adamlar, bu çağrının yetkisini yüce Allah’dan almamış, her türlü yeryüzü kaynaklı otoriteye karşı başkaldırma anlamına geldiğini, yeryüzünde egemenlik kurmuş bütün tağutlara, bütün zorbalara uzlaşmasız bir meydan okuma demek olduğunu, bütün bu diktatörlüklerden kaçıp yüce Allah’a sığınma kararını haykırdığını hemen anladılar. Ayrıca onlar bu çağrının oluşturduğu ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- liderliği altında gelişen, yeni organik ve hareketli toplumun taşıdığı ciddi tehlikeyi de kavradılar. Bu ele-avuca sığmaz, hareketli toplum ortaya çıktığı ilk günden itibaren yalnız yüce Allah’a ve Peygamberimize itaat etmeyi ilke edinmiş, Kureyş kabilesinin temsil ettiği cahiliye rejimine ve bu rejimin ayakta tuttuğu sosyal düzene karşı çıkmış, başkaldırmıştı.

Evet, işin başında Kureyş kabilesinin temsil ettiği cahiliye uygarlığı hem o, ve hem de bu tehlikeyi kısa zamanda sezdi ve bu sezgisinin sonucu olarak vakit geçirmeden, hem bu yeni çağrıya, hem bu yeni topluma ve hem de bu yeni liderliğe karşı amansız, vahşi bir savaş açmış; öteden beri kullana geldiği bütün işkenceleri, bütün tuzakları, bütün bozgunculukları ve bütün hileleri işletmeye koyulmuştu.

Cahiliye toplumu varlığını tehdit eden bu tehlike karşısında reflekssiz bir savunmaya girişmişti. Tıpkı ölüm tehlikesi ile karşılaşan her canlı varlığın yaptığı gibi. Bu kaçınılmaz, doğal bir reaksiyondur. Kula kulluk esasına dayalı bir cahiliye toplumunda ne zaman yüce Allah’ın ilahlığını benimsemeyi haykıran bir çağrı seslendirilirse; ne zaman bu çağrı yeni bir liderlik kadrosunun izinden giden, hareketli bir toplumun kişiliğinde somutlaşır da bağrından çıktığı kokuşmuş cahiliye toplumuna taban tabana zıt bir strateji ile karşı çıkarsa, mutlaka böyle bir reaksiyon ortaya çıkar.

O zaman yeni islâm toplumunun her ferdi, işkencenin ve fitnenin her türlüsü ile karşı karşıya kalır. Bu iş kimi zaman kan dökülmesi aşamasına kadar varır. İşte o günlerde kendini tamamen yüce Allah’a adamış; her türlü sıkıntıya, fitneye, açlığa, sürgüne, işkenceye ve kimi zaman en acımasız türden ölüme katlanmayı peşin olarak göze alan seçkin insanlardan başka hiç kimse, “Lâilâhe illellah, Muhammedün Resulullah” cümlelerinden oluşan “Şehadet” çağrısını seslendirmeye, yeni islâmi topluma katılıp bu yeni toplumun liderlik kadrosunun direktiflerini benimsemeye cesaret edememişti.

Bu seçkin azınlık sayesinde islâm Arap toplumunun en sağlam unsurlarından oluşmuş, dayanıklı bir temel edinmişti. Bu baskılara katlanamayan kimseler ise, yeni dinlerinden vazgeçerek tekrar cahiliye dönemine dönmüşlerdi. Bu tür dönekler sayıca azdı. Çünkü bu dine girenlerin başlarına ne gibi belâların geleceği önceden belli ve açıktı. Bu yüzden sağlam karakterli ve seçkin kimseler dışında kalan sıradan insanlar, cahiliye toplumundan koparak islâma girmeyi, korkular ve tehlikeler ile dolu dikenli yola koyulmayı göze alamamışlardı.

İşte yüce Allah Muhacirler’in öncülerini bu seyrek rastlanır örnekler arasından seçerek, onların Mekke’de bu dinin dayanıklı temeli olmalarını sağlamıştı. Aynı kimseler daha sonra Ensar’ın öncüleri ile birlikte Medine’de de bu islâma sağlam temel oluşturma fonksiyonlarını sürdürmüşlerdi. Gerçi Medineli müslümanlar, Mekkeli müslümanlar gibi bu dinin sıkıntılarına katlanmamışlardı, ama Peygamberimiz ile yaptıkları “Akabe biatı”, orada içtikleri bağlılık andı onların da bu dinin özü ile bağdaşacak asil bir karaktere sahip insanlar olduklarını kanıtlamıştı. Ünlü tefsir bilgini İbn-i Kesir bu konuda şöyle diyor:

“Muhammed b. Karab Karadi’nin ve başkalarının bildirdiğine göre, Akabe biatının gerçekleştiği gece Abdullah b. Revahe Peygamberimize, `Gerek Rabbin ve gerekse kendin adına bize dilediğin şartları koş’ dedi. Peygamberimiz, `Rabbim adına sadece O’na kulluk etmenizi, hiçbir şeyi kendisine ortak saymamanızı şart koşarım. Kendi adıma da kendinizi ve malınızı koruduğunuz gibi, beni de korumanızı şart koşarım’ buyurdu. Medineli müslümanlar `Peki, eğer bu şartları yerine getirirsek ne elde ederiz?’ diye sordular. Peygamberimiz, `Cenneti elde edersiniz’ buyurdu. Bunun üzerine Medineli müslümanlar, `Ne kadar kârlı bir alış-veriş bu, bu anlaşmayı ne kendimiz bozarız ve ne de senden bozulmasını isteriz’ dediler.”

Peygamberimizin önünde bu biat andını içenler, bu sözleşmenin ucunda cennetten başka hiçbir karşılık beklemeyenler, bu alış-verişe bağlı kalacaklarını kesin bir dille ifade edenler, bu anlaşmayı kendileri bozmayacakları gibi, Peygamberimizden de onu bozmasını istemeyeceklerine karar verenler, içtikleri andın içeriğinin basit olmadığını biliyorlardı; Kureyşliler’in şimşeklerini üzerlerine çekeceklerinden ve tüm Araplar’ın oklarına hedef olacaklarından emindiler. O andan itibaren artık gerek Arap Yarımadası’nın her tarafında egemen olan ve gerekse Medine’de burunlarının dibindeki cahiliye toplumunda, barış içinde yaşayamayacaklarının kesinlikle bilincinde idiler.”

Bu belge gösteriyor ki, Medineli müslümanlar bu biatın, içtikleri bu bağlılık andının omuzlarına bindirdiği yükümlülükleri açık bir kesinlikle biliyorlardı; bunun yanısıra bu yükümlülüklerin karşılığında kendilerine dünya hayatında düşmanları önünde -zafer ve üstünlük de dahil olmak üzere- hiçbir şey vadedilmediğinin, kendilerine vadedilen tek ödülün cennet olduğunun da bilincinde idiler. Ayrıca bu belge, onların içtikleri bu andın ne derece bilincinde olduklarını ve onun gereğini yerine getirmek için ne büyük bir titizlik göstermeye kararlı olduklarını da kanıtlıyor. Bundan dolayı onların, bu dinin binasının ilk kurucuları ve alt yapısının hazırlayıcıları olan öncü Muhacirler (Mekkeli müslümanlar) ile birlikte bu dinin Medine’deki dayanıklı temelini oluşturdukları kuşku götürmez bir gerçektir.

Fakat Medine toplumu bu samimiyeti, bu arınmışlığı sürdüremedi. İslâm Medine’de ortaya çıkıp yayılınca, çoğunluğunu mevki sahiplerinin oluşturduğu birçok kimseler sosyal konumlarını koruyabilmek için hemşehrilerine ayak uydurmak, onlarla aynı görüşteymişler gibi görünmek zorunda kaldılar. Nitekim Bedir olayı ortaya çıkınca bu sinsi tiplerin lideri konumunda olan Abdullah b. Ubeyy b. Selül, “Bu başa gelebilecek bir olaydır” diyerek kendisini müslümanmış gibi göstermeye yeltendi.

Ayrıca birçok Medineli toplumda doğan heyecan dalgasına kapılarak özenti ile islâma girmiş olmalıdır. Gerçi bu kimselerin münafık olduklarını düşünmüyoruz, ama henüz islâmın özünü kavramadıkları, onun potası içinde pişmedikleri kesindi. İşte çeşitli toplum kesimleri arasındaki bu inanç düzeyi farklılığı, Medine’nin toplumsal yapısında çalkantı meydana getirmişti.

İşte bu noktada Kur’an’ın eşsiz eğitim metodunun Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- liderliği altında kolları sıvayarak işe koyulduğunu görüyoruz. Kur’an’ın eğitim metodu, bir yandan çabasını bu yeni unsurlar üzerine yoğunlaştırırken, öte yandan da genç toplumun bünyesine katılan değişik insan gruplarının inanç, ahlâk ve davranış düzeyleri arasında uyum ve koordinasyon meydana getirmeye yönelmiştir.

Medine’de inen sureleri -yaklaşık kronolojik sıralarına göre- gözden geçirdiğimiz zaman, islâm toplumundaki bu farklı unsurları aynı potada eritmek için ne kadar büyük bir çaba harcandığını görürüz. Özellikle kabilesinin takındığı düşmanca tutuma ve Arap Yarımadası’nda yaşayan bütün kabilelere yönelik kışkırtmalarına ve yanısıra yahudilerin iğrenç tutumlarına ve bu yeni dini, bu genç toplumun bütün düşmanlarına yönelik kışkırtmalarına rağmen, bu değişik unsurların sürekli biçimde islâm toplumuna katıldıklarını ve bu değişik unsurların aynı potada eritilip aralarında uyum meydana getirilmesi işlemine yönelik ihtiyacın devamlılığını, kesintisizliğini gözönünde bulundurursak, bu yönde harcanan çabanın ne kadar büyük olduğunu daha iyi kavrarız.

Bütün bu yoğun çabalara rağmen zaman zaman -özellikle zor dönemlerde bazı karakter zayıflığı, münafıklık, tereddüt, cimrilik, fedakârlıktan kaçınma, tehlikeler karşısında yılgınlığa kapılma belirtileri başgösteriyordu. Özellikle inanç belirsizliğine ilişkin emarelere sıkça rastlanıyordu ki, bu emareler müslümanlar ile cahiliye zihniyetine bağlı akrabaları arasındaki ilişkilerde belirleyici bir rol oynuyordu. İşte Kur’an’ın eğitim metodu, Medine’de inen, ardışık surelerdeki birçok ayette mahiyetleri açıklanan bu hastalık belirtilerine eşsiz ilahi ifadelerin değişik ilaçları ile karşı koyuyordu.

Bununla birlikte islâm toplumunun yapısı Medine döneminde gençlikle sağlıklı olma niteliğini koruyabilmişti. Çünkü toplum, Muhacirler ile Ensar’dan oluşan samimi öncülerin sarsılmaz temeline dayanıyordu. Bu sarsılmaz temel, zaman zaman beliren hastalık arazları ve çalkantı görüntüleri karşısında toplumda dayanışma ve istikrar etkeni oluşturuyor; henüz toplum potasında eritilememiş olgunluğa erdirilememiş, dayanışmacı ve uyumlu olmaları sağlanamamış bu unsurların varlığını ortaya koyan tehlikelere karşı koyabiliyordu.

Bunun yanısıra bu unsurlar da yavaş yavaş toplumun potasında eriyor, arınıyor ve sözkonusu sağlam çekirdek ile uyumlu hale geliyordu. Bunun göstergesi olarak zayıf karakterlilerden, münafıklardan, müteredditlerden, yılgınlardan ve toplumun diğer kesimleri ile ilişki kurarken dayanacakları inanç sistemlerini vicdanlarında henüz belirginliğe kavuşturamamış kararsızlardan oluşmuş uyumsuz unsurların sayısı günden güne azalıyordu. Öyle ki, Mekke fethinden az önceki günlerde islâm toplumu, halis çekirdeği ile kaynaşan tam bir uyumun, benzersiz ilahi eğitim sisteminin amaç edindiği örneğe bir hüküm olarak ulaşmanın eşiğine oldukça yaklaşmıştı.

Evet, bu toplumda bizzat inanca dayalı hareketin özünün meydana getirdiği düzey farklılıkları halâ vardı. Bazı mü’min gruplar hareket içindeki dayanıklılık, öncülük ve direnme dereceleri sayesinde üstünlük kazanmışlar, seçkin konuma yükselmişlerdi. Meselâ Muhacirler ile Ensar’dan oluşan öncüler, Bedir savaşına katılanlar, Hudeybiye’de aktedilen “Rıdvan Biatı”na katılanlar ve daha sonraki günlerde Mekke fethinden önce savaş harcamalarına katılanlar ve bilfiil savaşanlar, bu seçkin grupların başlıcaları idi. Nitekim çeşitli Kur’an ayetleri, çeşitli hadisler ve yaşanan toplumsal pratikler, inancı eyleme yansıtmış olmaktan kaynaklanan bu derece üstünlüklerini vurgulamış, bu haklı seçkinliklerin altını çizmişlerdi.

Fakat bu seçkin grupların, islâmi hareket içinde pekişen yüksek düzeyli imanlarından kaynaklanan bu ayrıcalıklı konumları, Mekke fethinden az önceki Medine toplumunda çeşitli grupların iman düzeyleri bakımından birbirine yaklaşmalarına, aralarında uyum meydana gelmesine, saflardaki çalkantı belirtilerinin büyük oranda ortadan kalkmasına; karakter zayıflığı, tereddüt, cimrilik, fedakârlıktan kaçınma, inanç belirsizliği ve münafıklık gibi hastalık belirtilerinin yok olmasına engel oluşturmamıştı. Öyle ki, Medine dönemi islâm toplumu, bir bütün halinde islâmın temeli ve ana çekirdeği olarak kabul edilebiliyordu.

Hicri sekiz yılında gerçekleşen Mekke fethi ile bu olayı izleyen Hevazin ve Sakif kabilelerinin Taif’teki teslim oluşları -ki bu iki kabile, Arap Yarımadası’nın Kureyş kabilesinden sonra gelen en büyük iki gücünü oluşturuyordu- müslüman topluma tekrar çok sayıda yeni gruplar eklemişti. Savaş sonunda teslim olarak’ islâma giren bu gruplar, farklı iman düzeylerinde bulunuyorlardı. Bunların kimi, islâmı zorla kabul etmiş münafıklardı. Kimi kalabalığa uyarak görünüşte müslüman olmuştu. Kimi, sempatileri kazanılarak islâma girmeleri sağlanmış kimselerdi. İslâmın temel gerçeklerini içlerine sindirmiş, bu gerçekler; ruhları ile iyice bütünleşmiş değildi.

Onuncu cüzdeki açıklamamızdan seçerek aldığımız bu paragraflar Muhacirler ve Ensar’ın öncüleri ile bu iki grubu tam bir sadakatle izleyerek onların iman düzeylerine yükselen, islâmi hareket içindeki sınavlarını bu iki grup gibi başarı ile geçenlerden oluşan bu üç grubun islâm toplumundaki merkezi konumlarını açıkça ortaya koyuyor. Bu üç grubun islâm toplumunun kuruluş çabalarındaki zihinlerden silinmez fonksiyonlarını ve bu fonksiyonun tüm insanlık tarihini etkilemiş olan kalıcı etkilerinin somut izlerini kavrıyoruz. Aynı zamanda yüce Allah’ın, onlara ilişkin şu sözünün içerdiği özü de sezgilerimizle kucaklıyoruz:

“Allah onlardan hoşnut olduğu gibi, onlar da Allah’dan hoşnut olmuşlardır.”

Allah onlardan hoşnut olmuştur. Bu hoşnutluğu ödüllendirme izler. Aslında yüce Allah’ın hoşnutluğu, başlı başına, en yüce ve en onurlandırıcı ödüldür. Onların yüce Allah’dan hoşnut olmaları O’na gönül rahatlığı ile bağlanmaları, O’nun takdirine güven beslemeleri, O’nun her yaptığının yerinde olduğuna inanmaları, nimetlerine şükretmeleri ve aslında sınav amacı taşıyan belalarına karşı sabırlı davranmaları anlamlarına gelir. Fakat burada iki kez tekrarlanan bu “hoşnutluk” deyimi, yüce Allah ile sözkonusu seçkin ve ayrıcalıklı kulları arasındaki yaygın, kapsamlı, bol, karşılıklı, kesintisiz ve gidişli-gelişli, çift yönlü bir hoşnutluk havasını ortalığa salıyor, bu seçkin insanların derecelerini doruklara tırmandırıyor. Çünkü bir yanda onların yüce Rabb’leri, öbür tarafta kendileri, yani O’nun tarafından yaratılmış olan kullar, böyleyken aralarında karşılıklı hoşnutluk alış-verişi gerçekleşebiliyor.

Bu öyle bir durum, öyle bir yüce konum, öyle bir havadır ki, insan sözleri ile ifade edilemez; ancak ayetin kelimeleri arasından sezilebilir, koklanabilir ve algılanabilir. Ama bunun için coşkun bekleyişli bir ruhun, açık bir kalbin ve yüce Allah ile ilişki halinde bir duyum mekanizmasının varolması gerekir.

İşte bu bahtiyarlar ile Rabbleri arasında egemen olan sürekli hal budur; “Allah onlardan hoşnut olduğu gibi, onlar da Allah’dan hoşnut olmuşlardır.” Ayrıca bu ilahi hoşnutluğun kanıtlayıcı belirtisi onları bekliyor. Okuyoruz:

“Allah, onlara altlarından nehirler akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur.”

Hangi kurtuluş, hangi başarı ondan ve bundan sonra “büyük” sıfatını taşıyabilir?

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.