SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA TEVBE SURESİ 38. VE 41. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
YERE MIHLANIP KALANLAR
38- Ey mü’minler, size ne oldu da “Allah yolunda savaşa çıkınız ” dendiğinde yere çakıldınız. Yoksa dünya hayatını ahirete tercih mi ettiniz? Oysa dünya hayatının hazzı, ahiretin hazzı yanında pek azdır.
39- Eğer savaşa çıkmazsanız Allah sizi acıklı bir azaba uğratarak yerinize başka bir toplum getirir. Siz Allah’a hiç bir zarar dokunduramazsınız. Çünkü Allah’ın gücü her şeyi yapmaya yeter.
40- Peygamber’e yardım etmezseniz, biliniz ki, kâfirler O’nu Mekke’den çıkardıklarında iki kişiden biri olarak mağaradayken Allah O’na yardım etmişti. Hani O arkadaşına “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” diyordu. Allah O’nun kalbine güven duygusu indirmiş, kendisini göremezliğiniz askerler ile desteklemiş, böylece kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan Allah’ın sözüdür. Allah üstün iradelidir ve her yaptığı yerindedir.
41- Kolayınıza da gelse zorunuza da gitse mutlaka sefere çıkınız, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
Bu ayetlerde savaşa katılmak istemeyenlere, Allah yolunda cihad etme görevini ağırdan alanlara yönelik azarların ve tehditlerin ilk cümleleri ile karşılaşıyoruz. Onlara hatırlatılıyor ki, yüce Allah, henüz kendilerinin hiçbiri ortada yokken Peygamberimize yardım etmiş, O’nu desteklemişti. Buna göre şimdi de onların hiçbir katkısı olmasa bile O’na yeniden yardımını ve desteğini gönderebilirdi, bunu yapmak yüce Allah’ın gücü dahilinde idi, fakat o zaman bu ağır canlıların payına, sadece savaşa katılmamalarının, görevlerinden kaçmış olmalarının günahı ve sorumluluğu düşerdi. Şimdi bu ayetleri incelemeye girişelim:
“Ey mü’minler, size ne oldu da `Allah yolunda savaşa çıkınız’ dendi inde yere çakıldınız.”
Bazı müslümanların adeta “yere mıhlanma”larına yolaçan bu ağırlık toprağın ağırlığı, toprağa dönük arzuların, toprak kaynaklı düşüncelerin ağırlığıdır. Can korkusunun ağırlığı, mal korkusunun ağırlığı, dünya hazlarından, dünya çıkarlarından, dünya nimetlerinden yoksun kalma endişesinin ağırlığıdır bu. Rahatın, huzurun ve istikrarın ağırlığıdır sözkonusu olan. Ağır canlılığın sebebi geçici hazların, sınırlı ömrün, kısa vadeli amaçların; başka bir deyimle etin, kanın ve toprağın ağırlığıdır.
Bütün bu çağrışımları zihnimizde canlandıran kaynak, ayetteki “yere çakıldınız” deyiminin sözlerinden dalga dalga yayılan titreşimlerdir. (Ayette geçen bu deyimin Hafs tarafından uygun görülen okuma bilincini diğer okuma tarzlarına göre bu anlam inceliklerini daha etkili biçimde ifade ediyor.) Bu deyim yaydığı ürpertici titreşimlerle yere mıhlanıp kalmış ağır bir insan gövdesini somutlaştırıyor, gözlerimizin önüne getiriyor. Bu uyuşuk gövdeyi birileri zorla yukarıya kaldırıyorlar, fakat o yine ellerinden kurtulup tüm ağırlığı ile yere düşüyor. Deyim, bu anlamı, bu çağrışımı içerdiği sözlerin titreşimli mesajları aracılığı ile ifade ediyor. Bu deyimde her şeyi aşağılara indiren, ruhların uçucu şeffaflığına ve özlemlerin kanat çırpan atılımına karşı direnen “yerçekimi”nin somut bağımlılığı ile yüzyüze geliyoruz.
Allah yolunda cihada koşmak yer çekiminin zincirinden kurtulmaktır; etin ve kanın ağırlığını aşmak, etkisiz hale getirmektir; insan olmanın yüce anlamını gerçekleştirmektir; insanın mayasında saklı duran özlemin, idealizmin, “bağımlılık” ve “zorunluluk, endişelerini yenilgiye uğratmasıdır; ölümsüzlüğün sürekliliğine göz dikmektir; sınırlı geçiciliğin bağlarından kurtuluştur. Ayetin sonunu okuyoruz:
“Yoksa dünya hayatını ahirete tercih mi ettiniz? Oysa dünya hayatının hazzı, ahiretin hazzı yanında pek azdır.”
Kim yüce Allah’a inandığı halde O’nun yolunda cihad etmekten geri kalırsa o kimsenin inancında mutlaka bir bozukluk, imanında mutlaka bir zayıflık vardır. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu konuda şöyle buyuruyor:
“Kim, herhangi bir savaşa katılmaksızın ya da savaşma arzusunu içinden geçirmeksizin ölürse, münafıklığın türlerinden birini içinde taşıyarak ölmüş olur.”
Münafıklık, imanın sağlamlığını ve olgunluğunu engelleyen, yabancı ve aykırı bir unsurdur. Bu karşıt unsur, yüce Allah’a inandığını iddia eden kişiyi O’nun yolunda cihad etmekten alıkor; eğer savaşa katılırsa öleceği ya da yoksul düşeceği korkusunu kalbine aşılar. Oysa ömürlerin sürelerini belirleyen yüce Allah olduğu gibi, insanların rızıklarını veren de O’dur ve dünya hayatının mutluluğu, hazzı, ahiret mutluluğunun yanında son derece sönük kalır.
Bundan dolayı bir sonraki ayette, savaş çağrısına olumlu karşılık vermeme eğiliminde olan müslümanlara tehdit içerikli bir hitap yöneltiliyor. Okuyoruz:
“Eğer savaşa çıkmazsanız, Allah sizi acıklı bir azaba çarptırarak yerinize başka bir toplum getirir. Siz Allah’a hiçbir zarar dokunduramazsınız. Çünkü Allah’ın gücü her şeyi yapmaya yeter.”
Gerçi bu ilahi hitap belirli bir ortamda, belirli bir insan grubuna yöneltilmiştir. Fakat hitabın içeriği geneldir, Allah’a inanan herkesi kapsamına alır. Yüce Allah’ın bu kimseleri, kendisi ile tehdit ettiği “azap” sadece ahiret azabı değildir, bu tehdidin içine dünya azabı da girer. Çünkü cihad etmekten, islâmın düşmanlarına karşı çıkmaktan kaçınanlar onurlarını ve saygınlıklarını yitirirler, düşmanlarının çizmeleri altına düşerler, yurtlarının gelir kaynaklarından ve hammaddelerinden yararlanma imkânından yoksun kalırlar. Bütün bunların yanısıra cihadda ve savaşta uğrayacakları can ve mal kaybının kat kat fazlasını kaybetmekten kurtulamazlar; gönüllü bir onur savaşının kendilerinden beklediği fedakârlıkların kat kat fazlasını onursuzluk canavarına sunmak zorunda kalırlar. Hangi ümmet cihadı terketmiş ise, yüce Allah o ümmetin alnına onursuzluk, haysiyetsizlik damgasını vurmuştur. Bu ümmet, düşmana karşı erkekçe savaşmanın omuzlarına bindireceği yükümlülükleri kat kat aşan ağır bir faturayı, boynu büküklüğün utandırıcı baskısı altında ister-istemez, karşılarına mertçe çıkamadığı düşmanlarına ödemek mecburiyetinde kalmıştır. Böyle bir ümmetin uğrayabileceği bir başka bahtsızlık da şudur:
“Allah, yerinize başka bir toplum geçirir.”
Bu toplum, inançlarının gereğini yerine getiren ve onurlarının faturasını ödemekten çekinmeyen kimselerden oluşur, onlar bunun sonucu olarak Allah’ın düşmanlarına karşı üstünlük kurarlar. Ayeti okumaya devam ediyoruz.
“Siz Allah’a hiçbir zarar dokunduramazsınız.”
Size hiçbir önem verilmez, hiçbir ağırlık tanınmaz. Yapılmış hesapları ne öne aldırabilirsiniz ve ne de geriye attırabilirsiniz.
“Neden?” derseniz;
“Çünkü Allah’ın gücü her şeyi yapmaya yeter.”
Sizi ortadan kaldırmak, yerinize başka bir mü’min toplumu geçirmek, sizi plânlarının ve hesaplarının dışına atmak yüce Allah için kesinlikle zor bir iş değildir!
“Yerçekimi” gücünün üzerine yükselmek, insan nefsinin zaafını aşmak insanı insan yapan onurlu varlığının kanıtlanmasıdır, aynı zamanda hayatın yüce anlamı ile “hayat”tır. Buna karşılık toprağa çakılmak ve fobilerin, korkuların tutsağı olmak insanı insan yapan varlığının yokedilmesidir. Bu da yüce Allah’ın ölçüsü ile ve insanı diğer canlılardan ayırıp yücelten ruhun hesabına göre tükeniştir, kayboluştur.
Yüce Allah; savaştan kaçma eğiliminde olan müslümanlara, bir sonraki ayette, yakın tarihlerinin hepsi tarafından bilinen yaşanmış olaylarından örnek gösteriyor. Bu örneklere göre yüce Allah, henüz onların yardımı ve desteği devreye girmemişken, Peygamberimize yardım etmiş, O’nu düşmanlarına karşı üstün getirmişti. Zafer ve başarı yüce Allah’ın tekelindedir, O onu dilediğine verir. Okuyoruz:
“Peygamber’e yardım etmezseniz, biliniz ki, kâfirler O’nu Mekke’den çıkardıklarında iki kişiden biri olarak mağaradayken Allah O’na yardım etmişti. Hani O arkadaşına “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” diyordu. Allah O’nun kalbine güven duygusu indirmiş, kendisini göremediğiniz askerler ile desteklemiş, böylece kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan yalnız Allah’ın sözüdür. Allah üstün iradelidir ve her yaptığı yerindedir.”
Bu ayetin anlattığı olay, Kureyşliler’in Peygamberimizi iyice sıkıştırdıkları sırada meydana geldi. Kaba güç, karşı koyamadığı ve etkinliğine tahammül de edemediği doğru söze karşı her zaman aynı sindirme metodlarına başvurur. Evet, Kureyşliler düzenledikleri gizli toplantıda Peygamberimizden kurtulmayı, (bunun için varlığını ortadan kaldırmayı) kararlaştırdılar. Yüce Allah, onların bu kararından Peygamberimizi haberdar ederek Mekke’den çıkmasını emretti. Bunun üzerine Peygamberimiz yola çıktı, yanında sadece dostu Hz. Ebu Bekir vardı. Ne ordusu ve ne de silahı vardı. Düşmanları kalabalıktı, savaş güçlerinin üstünlüğü tartışılmazdı.
Ayetin akışı içinde Peygamberimiz ile dostu Ebu Bekir’in bu garip yolculukları, somut bir sahne aracılığı ile gözlerimizin önüne getiriliyor. Okuyoruz:
“Hani onların ikisi mağarada idiler.”
Kureyşliler de peşlerine düşmüş, izlerini sürüyorlardı. Hz. Ebu Bekir, o kritik saatlerde endişelidir. Endişesinin konusu kendisi değil, arkadaşıdır. Allah düşmanları, varlıklarının farkına varacaklar ve sevgili dostunun canına kıyacaklar diye korkuyor. O sırada endişe dolu bir sesle Peygamberimize şöyle fısıldıyor; “Eğer kapıdakilerden biri ayağının ucuna baksa bizim ayaklarının altında olduğumuzu görüverecek!” Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah’ın kalbine indirdiği huzurun rahatlığı içindedir, dostunun korkusunu dağıtmak ve gönlüne güven serpmek üzere ona şu karşılığı veriyor; “Ya Ebu Bekir, sen bu iki kişiyi ne sanıyorsun? Onların üçüncüsü Allah’tır.”
Peki en sonunda ne oldu? Maddi gücün tümü karşı tarafta, Peygamberimiz ile dostu bu güçten tamamen yoksun oldukları halde nasıl bir âkıbetle karşılaşıldı? Zafer, yüce Allah’ın, insan gözü ile görünmez askerlerle desteklendiği tarafın oldu; kâfir ise bozguna, utandırıcı ve onur kırıcı bir yenilgiye uğradılar. Okuyalım:
“Allah, kâfirlerin sözünü alçalttı.”
Yüce Allah’ın sözü ise yüce doruklardaki güçlü ve geçerli konumunu korudu. Okuyoruz:
“Yüce olan, yalnız Allah’ın sözüdür.”
Bu cümleyi “Yüce Allah’ın sözü üstün geldi” anlamını verecek biçimde okuyanlar da vardır. Fakat bizim mushafımızda benimsenen okuma biçiminin verdiği anlam daha güçlüdür. Çünkü bu okuma biçimi, cümlenin anlamına “belirlilik” ve `kalıcılık” katmaktadır. Yani yüce Allah’ın sözü, doğal olarak ve ilke bazında üstündür, belirli bir itici desteğine muhtaç değildir. “Yüce Allah üstün iradelidir” dostlarını kesinlikle yüzüstü bırakmaz; “Her yaptığı yerindedir”. Zaferi hakedenlerin, onu elde edecekleri uygun zamanı önceden plânlar.
Bu ayetin anlattığı olay, yüce Allah’ın, Peygamberimize ve kendi sözüne sağladığı desteği gözler önüne seren çarpıcı bir örnektir. Yüce Allah, aynı yardımı başka toplumların eli ile tekrarlayacak güçtedir. Fakat bu toplum, savaşa çağrılınca “yere çakılan”, işi ağırdan alan kimselerin oluşturduğu bir toplum olmayacaktır. Bu olay, yüce Allah’ın sözünün ötesinde başka bir kanıta ihtiyaç duyanlar ïçin, yaşanmışlığın inandırıcılığını yansıtan pratik bir örnektir.
Bir sonraki ayet, müslümanları, bu pratik ve etkileyici örneğin yol gösterici ışığı alımda genel seferberliğe çağırıyor. Eğer onlar hem bu dünyadaki ve hem de ahiretteki iyiliklerini ve mutluluklarını istiyorlarsa, bu çağrıya koşmalarını hiçbir gerekçe engellememeli, hiçbir sürpriz gelişme savaş kafilesine katılmamalarına yolaçmamalıdır. Okuyoruz:
“Kolayınıza da gelse, zorunuza da gitse, mutlaka sefere çıkınız; Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad ediniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”
Ne durumda olursanız olunuz, savaşa çıkınız; canlarınızı ve mallarınızı ortaya koyarak cihad ediniz. Bahanelere ve mazeretlere sığınmayınız. Engellerin ve kaytarıcılıkların tutsağı olmayınız. Çünkü;
“Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”
Samimi mü’minler bu hayrı ve yararı iyi kavradılar ve bu bilincin coşkusu ile savaşa koştular. Yolları üzerine dikilen engellere aldırış etmediler. İleri sürebilecekleri birçok gerçek mazeretlerine sığınmaya yanaşmadılar. Bu fedakârlıklarının sonucunda yüce Allah, onlara hem kalplerin ve hem de ülkelerin kapılarını açtı; onlar eli ile kendi sözünü yüceltirken, bir yandan da kendi sözü aracılığı ile onları yüceltti, onların bileklerinin gücü ile fetihler tarihinde inanılmaz sayılan destanları gerçekleştirdi.
Şimdi bu destan kahramanlarının yüreklerindeki cihad coşkusunu kanıtlayan belgelerden birkaç örnek sunuyoruz:
Bir gün Ebu Talha, Tevbe suresini okuyordu. Sıra bu ayete gelince oğullarına dönerek, “Görüyorum ki, Rabbimiz genç-yaşlı ayırımı yapmaksızın, hepimizi savaşa çağırıyor. Çabuk, silahımı ve teçhizatımı getirin” dedi. Bunun üzerine oğulları kendisine “Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Sen önce Peygamberimiz ile birlikte, arkasından Ebu Bekir’in yanıbaşında ve sonra da Ömer ile beraber ölümlerine kadar savaştın. Şimdi bırak da senin yerine biz savaşalım” dediler. Fakat Ebu Talha, oğullarını dinlemedi, hemen deniz seferine katıldı, gemi denizde yolalırken ölüverdi, ölüsünü toprağa verecekleri bir adacık bulamadılar, böylece dokuz gün ölüsünü gemide tuttular, bu süre içinde cesedinde herhangi bir bozulma emaresi görülmedi, sonunda adaya çıkınca, cesedini toprağa verdiler.
Tarihçi İbn-i Cerir’in bildirdiğine göre, Ebu Reşid Harranı şöyle diyor: “Bir defasında Peygamberimizin süvarisi Mikdad b. Esved ile karşılaştım. ‘Bir kuyumcu sandığı üzerinde oturuyordu. Vücudun bazı kemikleri dışarıya uğramıştı, buna rağmen savaşa katılmak istiyordu. Kendisine `Amcacığım, yüce Allah seni bu işten mazur gördü’ dedim. Bana `Bize Beus (mücahidleri coşturan) sure geldi.’ karşılığını verdi. (Elimizdeki belgelere göre “Tevbe” suresi çeşitli bir adlarla anılır: Bu adlardan bazıları şunlardır: Münafıkların gizil duygularını açığa çıkardığı gerekçesi ile “Fadıha”, kalplerdeki kötü niyetlerden nefret ettirdiği için “Muneffire”, yine kalplerdeki saklı duyguları deştiği gerekçesi ile “Mubasıra”, yine gönüllerin barındırdığı sırları meydana çıkardığı için “Muahbire”, mü’minlerin duygularını alevlendiren özelliği yüzünden “Musıre”, mü’min savaşçılara coşku aşıladığı için “Beus”. Bunların yanısıra, bu surenin “Mudemmire (kahredici)”, “Muhziye (rezil edici)”, “Munekkile (cezaya çarptırıcı)”, “Muşerride (perişan edici)” gibi adlarına da rastlanmıştır.) Bu sözü ile Tevbe suresindeki `Kolayınıza da gelse, zorunuza da gitse mutlaka sefere çıkınız’ diye başlayan ayeti kasdediyordu.”
Yine İbn-i Cerir’in bildirdiğine göre, Hayyan b. Zeyd Şarabî şöyle diyor: “Humus valisi Safvan b. Amr ile birlikte bir sefere katılmıştık. Bu zat daha sonra halkı cercemelerden oluşan Efsus şehrinin valiliğine atanmıştı. Sefer sırasında çok yaşlı bir ihtiyarla karşılaştım, yaşlılığın erittiği vücudu küçülmüştü, kaşları gözlerinin üzerine inmişti, Demek (Şam)’li idi, cepheden yeni dönmüştü, henüz binek hayvanından yere inmeye fırsat bulamamıştı. Yanına yaklaşarak `Amcacığım, Allah seni bu işten mazur tuttu’ demem üzerin bana şu karşılığı verdi:
`Yeğenim, yüce Allah “zorumuza da gitse, kolayımıza da gelse” bizi savaşa katılmaya çağırdı. Haberin olsun, Allah kimi severse onun başına belâ verir sonra da onu belânın içinden çıkararak afiyete erdirir. Allah şükreden, sabreden, Rabbini hatırından çıkarmayan ve O’ndan başka hiç kimseye kulluk etmeyen kullarını belâ sınavından geçirir.”
İşte yüce Allah’ın sözlerini böylesine bir ciddiyetle tutup uygulayan kahramanların fedakâr gayretleri sayesinde islâm dünyanın her tarafına yayılarak insanları kula kulluğun tutsaklığından kurtarıp ortaksız Allah’ın kulu olmanın özgürlüğüne kavuşturdu. Yine bu ciddi bağlılığın sürekli coşkusu sayesinde tarihte okuduğumuz o olağanüstü ve eşsiz kurtuluş zaferleri gerçekleşti.
KİŞİLİGİNİ MENFAATLE YOĞURANLAR
Burada toplumun zaaf olan unsurlarından söz edilmektedir. Safların yarılmasına neden olan gruplardan ve özellikle de münafıklardan bahsedilmektedir. Bunlar, islâmın üstün gelip yayılmasından sonra, islâm adını maske olarak kullanarak müslümanların safları arasına sızmışlardır. Sürekli güven içinde yaşamayı ve kazanç elde etmeyi planladıkları için onları, bu planları islâma baş eğmeye zorladı. Müslümanların saflarına karşı dışardan düzenledikleri oyunlar, hileler etkisiz kaldıktan sonra, bu sefer içeriden onlara karşı hileler, tuzaklar kurmaya başladılar.
Bu bölümde, surenin giriş kısmında kendisinden söz ettiğimiz olayların hepsini Kur’an’ın üslubunun tasvir ettiği biçimde göreceğiz. Daha önce giriş kısmında yaptığımız açıklamanın ışığı altında meselenin net bir şekilde anlaşılacağını sanıyorum: