sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA YUNUS SURESİ 94. VE 103. AYETLER ARASI

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA YUNUS SURESİ 94. VE 103. AYETLER ARASI
04.03.2021
618
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

94- Eğer sana indirdiğimiz bilgilerden kuşku duyuyorsan, senden önceki kutsal kitap okurlarına sor. Sana Rabbinden kesinlikle gerçek geldi, sakın kuşkulananlardan olma.

95- Sakın Allah’ın ayetlerini yalanlayanlardan olma, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursun.

96- Haklarında Rabbinin hükmü kesinleşenler asla iman etmezler.

97- Onlara bütün uyarıcı mesajlar gelse bile. Ancak acıklı azabı görünce iman ederler.

98- Keşke sözkonusu yıkıma uğramış şehirlerden herhangi biri iman etseydi de, imanının yararını görseydi! Yalnız Yunus’un soydaşları hariç. Onlar iman edince, dünya hayatında burun buruna geldikleri perişan edici azabı başlarından kaldırdık ve kendilerine belirli bir süre daha yaşama fırsatı tanıdık.

99- Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde yaşayanların hepsi tümü ile iman ederdi. O halde insanları sen mi zorlayacaksın da iman edecekler?

100- Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin inanması sözkonusu değildir. Allah, aklını kullanmayanları en yüz kızartıcı iğrençliğin kucağına atar.

101- Onlara de ki; “Göklerde ve yerde neler olduğuna bakınız. ” Fakat ibret verici belgelerin ve uyarıların iman etmeyenlere hiçbir yararı olmaz.

102- Onlar kendilerinden önce gelip geçen toplumların yaşadıkları acı günlerden başka bir sonuç mu bekliyorlar? Onlara de ki; “Bekleyiniz bakalım, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim. “

103- Sözkonusu toplu afetlerden sonra peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtarırız. Mü’minleri kurtarmak böylece üzerimize borçtur.

Geçen bölümde son olarak ehli kitabın bir kesimini oluşturan ve Hz. Nuh ile toplumu arasında geçen kıssayı bildikleri gibi, Hz. Musa ile toplumu arasında geçen kıssayı da bilen ve bunları kitaplarında okuyan İsrailoğulları’ndan söz edilmişti. Burada ise hitap Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yöneltilmektedir. Eğer bu kıssalar ve başka konularda kendisine gönderilen bilgilerden bir kuşkusu varsa, kendisinden önceki kitapları okuyanlara sorsun, onlar okudukları kitaplardan bu konularda bilgi sahibi olmuş kimselerdir:

“Eğer sana indirdiğimiz bilgilerden kuşku duyuyorsan senden önceki kutsal kitap okurlarına sor. Sana Rabbinden kesinlikle gerçek geldi, sakın kuşkulananlardan olma.

Fakat Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Allah’ın kendisine göndermiş olduğu vahiyden şüphe etmiyordu. Nitekim bu konuda ondan gelen rivayette deniyor ki: “Ne şüphe ederim, ne de sorarım!” Öyleyse neden, “eğer şüphe ediyorsa sorsun” diye ona böyle direktif verilmişti. Çünkü arkasında şöyle bir ifade yeralıyordu, “Sana Rabbinden kesinlikle gerçek geldi.” Bu ifade onun kesin inancı için yeterli değil miydi?

Şu kadar var ki, böyle bir direktifin daha köklü anlamları vardır. Çünkü miraç olayından sonra, “Mekke’de büyük sıkıntılar, zorluklar ve krizlerle karşılaşılmıştı. Hatta bazı müslümanlar bu olayı onaylamadıkları için dinden dönüş yapmışlardı. Hz. Hatice ve Ebu Talip de vefat etmişti. Allah’ın elçisine -salât ve selâm üzerine olsun- ve onunla birlikte olanlara karşı zulüm ve işkence daha da artmıştı. Kureyş’in inatçı tutumu nedeniyle islâm çağrısı, Mekke’de yaklaşık olarak donmak üzere idi… Doğal olarak bütün bu olumsuz gelişmeler Peygamber’in -salât ve selâm üzerine olsun- kalbinde birtakım olumsuz etkiler bırakıyordu. İşte bu nedenle yüklü mesajlarla dolu sözkonusu kıssalardan sonra yüce Allah, bu kesin ve pekiştirici ifade ile onu teselli ediyordu:

Sonra bu aynı zamanda, şüpheci, kışkırtıcı ve yalanlayıcıların eleştirildiği bir kınamadır:

“Sakın Allah’ın ayetlerini yalanlayanlardan olma, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursun.”

Bu eleştiri onlardan geri dönmek isteyenlerin dönüş yapabilmeleri için bir fırsat tanımaktadır. Çünkü burada Allah’ın elçisine -salât ve selâm üzerine olsun bile, eğer şüphe ediyorsa şüphesini gidermesi için izin verilmiştir. Fakat o, ne şüphe etmiş, ne de sormuştur. Demek ki o, kendisine gelen gerçek hakkında tam bir inanç ve güvene sahiptir. Bu da diğerlerinin şüphe etmemeleri için tereddütlü davrananlardan olmamaları için bir mesaj niteliğindedir.

Ayrıca bu, yüce Allah’ın islâm ümmeti için belirlediği bir metoddur. Onlar kesin güvenmedikleri konularda zikir (bilgi) sahiplerine soracaklardır. İsterse bu konu inanç sisteminin en önemli, en özel konularından biri olsun. Çünkü müslüman inanç sistemi ve bunun uygulaması olan hukuk sistemi konusunda kesin bir inanç sahibi olmakla, araştırma ve kesin bilgiye varmadan taklitçiliğe dayanmamakla yükümlüdür.

Sonra şüphe esnasında böyle bir soru sormanın normal karşılanması ile, kuşkulananlardan olma emri arasında herhangi bir çelişki var mıdır? Burada hiçbir çelişki yoktur. Çünkü burada yasak edilen şey, kuşkulanmak ve bu kuşkulu hal üzere devam etmektir. Sürekli halde “kuşkulananlardan olma” sıfatını üzerinde taşımaktır. Kesin bilgiye ulaşmak için harekete geçmemektir. Böyle bir durumda olmak basitliktir. İnsanı kesin bilgiye ulaştırmaz. Gerçeklerden yararlanmasına yol vermez ve kişiyi kesin bilgiye ulaştırmaz.

Şu halde madem ki peygambere gönderilen vahiy hiçbir kuşkuya yer vermeyen gerçeklerin ta kendisidir, öyleyse; bu kesimin yalanlamada ısrar etmelerinin ve bu konuda halâ diretmelerinin nedeni nedir’! Bunun sebebi açıktır. Allah’ın hükmü ve yasası gereğince kim doğru yola ileten sebeplere, şartlara riayet etmezse, doğru yola ulaşamaz. Aydınlığı görmek için gözünü açmayan onu göremez. Kim alıcı yeteneklerini çalıştırmazsa onların işlevlerinden yararlanamaz. Allah’ın ayetlerine, belgelerine ve mucizelerine rağmen sonuçta sapıklığa düşecektir. Çünkü o, Allah’ın ayetlerinden ve belgelerinden yararlanmamıştır. Bu durumda Allah’ın hükmü ve yasası onların aleyhine işleyecek ve hüküm onlara uygulanacaktır:

“Haklarında Rabbinin hükmü kesinleşenler asla iman etmezler.” “Onlara bütün uyarıcı mesajlar gelse bile. Ancak acıklı azabı görünce iman ederler.”

Acıklı azabın geldiği sırada iman etmeleri onlara fayda vermez. Çünkü böyle bir inanç, bilinçli bir tercihten kaynaklanmış olamaz. Sonra bu imanın gereğinin hayatta gerçekleşmesi için bir fırsat da kalmamıştır. Zaten bundan az önce, bu realiteyi destekleyen bir sahne gözlerimizin önüne getirilmişti: Firavun’un suda boğulmak üzere iken, “İsrailoğulları’nın inandıkları ilahtan başka ilah olmadığına inandım. Ben de O’na teslim olanlardan (müslümanlardan) biriyim” demesi sahnesi… Orada kendisine karşılık verilmişti:

“Şimdi mi aklın başına geldi? Daha önce Allah’a hep karşı gelmiş ve bozgunculardan biri olmuştun.”

İnsanın bilinçli tercihi sonucunda, Allah’ın genel yasalarının kesin biçimde hareket ettiğini, kendileri için belirlenmiş olan sonuca doğru sistemli bir şekilde işlediklerini ortaya koyan bu açıklamadan sonra, son kurtuluş umutlarını,n kendisinden süzülüp geldiği bir pencere açılıyor. Yeter ki, azabın ve cezanın gerçekleşmesinden az önce yalanlayıcılar kendi yalanlamalarından vazgeçsinler:

“Keşke sözkonusu yıkıma uğramış şehirlerden herhangi biri iman etseydi de, imanın yararını görseydi! Yalnız Yunus’un soydaşları hariç. Onlar iman edince dünya hayatında burun buruna geldikleri perişan edici azabı başlarından kaldırdık ve kendilerine belirli bir süre daha yaşama fırsatı tanıdık.”

Bu maziden sürüklenip gelen bir teşvik niteliğindedir ve içeriğinin gerçekleşmediğini ifade eder:

“Keşke sözkonusu yıkıma uğramış şehirlerden herhangi biri iman etseydi.”

Biraz önce sözü edilen şehirlerden biri. Fakat şehirler iman etmediler. Onlardan ancak çok küçük bir grup iman etmişti. Dolayısıyla o şehirlerin onların egemen sıfatı, imansızlık sıfatıdır. Bu kuralın dışına tek bir kasaba çıkabilmiştir. Burada kasabadan maksat, toplumdur. Toplumun burada kasaba şeklinde adlandırılması gösteriyor ki, peygamberlik misyonunu taşıyan peygamberler, göçebe hayatı yaşayan kitlelere değil, uygar kentlerde yaşayan toplumlara gönderilmişlerdir. Surenin akışı içinde Yunus ve toplumun kıssasına detaylı olarak yer verilmiyor. Sadece sonucuna bu şekilde işaret ediliyor. Çünkü burada önemli olan ve gösterilmek istenen, sadece onun sonucudur. Dolayısıyla biz de, bu olayın detayına girmeyeceğiz. Bu konuda Yunus toplumunun Allah’ın horlayıcı azabı ile tehdit edildiğini, fakat onların son anda azabın gerçekleşmesine ramak kala iman etmelerinin Allah’ın cezasını başlarından savdığını, belirlenen süreye kadar hayat nimetinden yararlandıklarını, şayet iman etmeyecek olsalardı, Allah’ın insanların eylemleri üzerinde etkileri işleyen yasalarına uygun olarak cezaya çarptırılacaklarını anlamamız yeterlidir. Allah’ın bu yasaları, insanların eylemlerine göre etkisini gösterecek biçimde belirlenmiştir. İşte bu anlayış iki önemli gerçeği anlamamıza yetecektir.

1- Yalanlayıcıları son anda da olsa kurtuluşun iplerine sarılmaya yöneltmek için ürpertmek. Umulur ki, Hz. Yunus’un milletinin son anda Allah’ın dünya hayatındaki horlayıcı azabından kurtulduğu gibi kurtulurlar. İşte surenin bu bölümünde de, bu kıssaya yer verilmesinin temel amacı budur.

2- Bu azabın kaldırılması ile Allah’ın yasası durdurulmamış ve iptal edilmemiştir. Hz. Yunus’un kavmine bir süre daha yaşam hakkı tanımıştır, ama ilahi yasalar aynen işlemiş ve uygulanmaya devam etmiştir. Yüce Allah’ın işleyen yasasına göre eğer onlar Allah’ın azabı gelinceye kadar yalanlamakta ısrar etselerdi, yok edileceklerdi. Fakat onlar daha ceza gelmeden dönüş yaptıkları için, bu dönüşün bir sonucu olarak yasalar onların kurtulması yönünde işlemiştir. Öyleyse insanın eylemlerinde herhangi bir dış zorlama sözkonusu değildir. Sadece insanın bu eylemlerinin sonuçlarına katlanması bir zorunluluktur.

İşte bunun için küfür ve imanla ilgili kapsamlı bir kurala yer verilmektedir:

“Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde yaşayanların hepsi tümü ile iman ederdi. O halde insanları sen mi zorlayacaksın da iman edecekler?

“Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin inanması sözkonusu değildir. Allah aklını kullanmayanları da en yüz kızartıcı iğrençliğin kucağına atar.”

Şayet Rabbin dileseydi şu insanlık türünü başka şekilde yaratırdı. Melekler gibi o da bir tek yoldan, iman yolundan başkasını tanımazdı. Veya herkese aynı yetenekleri verirdi. Bu yetenekler bütün insanları teker teker imana götürürdü.

Yine eğer Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek noktaya zorlar ve onları zorla buraya sevkederdi. Onlara hiçbir seçme yeteneği ve irade vermeyebilirdi. Fakat hikmetinin bazı yönlerini kavrayıp bazılarını kavramadığımız yaratıcı olan yüce Allah’ın hikmeti, insan denen şu varlığın hem iyiliği, hem de kötülüğü, hem doğru yolu, hem de sapıklığı kabul edebilecek bir yeteneğe sahip olmasını gerektirmiştir. Şu veya bu yolu tercih edebilme gücünü vermeyi uygun görmüştür. Bu hikmetin gereği olarak insan, kendisine Allah tarafından verilmiş bulunan yetenekleri, duyguları ve kavrayışları güzel şekilde kullanır ve onları evrendeki ve insanın bünyesindeki hidayetin delillerini kavramaya ve peygamberlerin getirmiş bulunduğu mucizeleri ve belgeleri anlamaya yönlendirebilse o kişi, neticede iman eder. Ve bu iman ile kurtuluş yolunu bulur. Tam tersine kendisine verilen duyguları kullanmadığında, kavrayışını kapattığında, imana götüren delillere yönelmediğinde kalbi katılaşır, aklı donuklaşır, sonuçta ilahi mesajı yalanlamaya veya onu inkâra kalkışır. Bunun sonucu olarak da, Allah’ın yalanlayıcılar ve inkârcılar için belirlemiş olduğu cezaya çarptırılır. Bizim kavrayamadığımız hikmetin olmadığı anlamına gelmez.

Öyleyse iman tamamen insanın tercihine bırakılmıştır. Peygamber kimseyi imana zorlamaz. Çünkü kalbin eylemlerine, vicdanın yönelişlerine baskı yapma imkânı yoktur.

“O halde insanları sen mi zorlayacaksın da iman edecekler?”

Bu olumsuz bir sorudur. Çünkü böyle bir zorlama sözkonusu olamaz.

“Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin inanması sözkonusu değildir.”

Az önce açıkladığımız yasanın gereği olarak, imana götürmeyen bir yolda yürüye yürüye insan imana ulaşamaz. Bu demek değildir ki, insan iman etmek istediği ve imana ileten yolda yürüdüğü halde Allah kendisini ondan alıkoyar. Ayeti kerimenin ifade ettiği bu değildir. Burada ifade edilmek istenen şudur: İmana ulaşmanın yolu Allah’ın iznine ve yasasına uygun bir şekilde onu elde etmeye çalışmak, genel yasasına uyarak, belirlenen yolunu izleyerek ona varmaktır. Bu genel yasa ve izin gözönünde bulundurularak gerçekleştirilen bir iman isteği sonucunda Allah yolunu gösterir ve kendi izniyle imanın gerçekleşmesine izin verir. Çünkü meydana gelen her şey ancak Allah’ın özel izniyle, belirlemesi ile gerçekleşebilir. İnsanlar ancak yolda yürüyebilirler. Yüce Allah da onların yollarının sonucunu bilir. Allah, yolunda doğruya ulaşmak için harcamış oldukları çabanın karşılığını verir.

Ayeti kerimenin son kısmı bu gerçeği dile getirmektedir.

“Allah aklını kullanmayanları en yüz kızartıcı iğrençliğin kucağına atar.”

Akıllarını düşünmekten alıkoyanlar pisliğe bulaşmış kimselerdir. Ayeti kerimede geçen “rics” kavramı, soyut pisliklerin en kötüsüdür. İşte onlar kendi duygularını düşünmekten ve muhakeme etmekten alıkoydukları için, bu pisliğin kucağına atılacaklardır. Çünkü onlar, bu eylemleri neticesinde yalanlamaya, nankörlüğe ve inkâra kalkışmışlardır.

Belgelerin ve uyarıların iman etmeyenlere hiçbir fayda sağlamayacağı olgusu da, bu gerçeği daha açık olarak ortaya koymaktadır. Göklerde ve yeryüzünde bu ayetler ve belgeler gözlerinin önüne serilmiş bulunmalarına rağmen, onlar bunları düşünmemektedirler:

“Onlara de ki; “Göklerde ve yerde neler olduğuna bakınız.”

Fakat ibret verici belgelerin ve uyarıların iman etmeyenlere hiçbir yararı olmaz.

Bu ayetin sonunda soru işareti ve noktanın yer alması arasında fark yoktur. İkisi de aynı kapıya çıkar. Çünkü göklerde ve yerde bulunan her şey ayetlerle dolup taşmaktadır. Ne var ki, ayetler ve uyarılar iman etmeyenlere fayda vermez. Zira onlar her şeyden önce bu ayetler üzerinde kafa yormuyorlar ve onlar üzerinde düşünmüyorlar. Bu bölümün sonuna geçmeden önce yüce Allah’ın şu ayeti üzerinde biraz durmak istiyoruz.

“Onlara de ki; “Göklerde ve yerde neler olduğuna bakınız” fakat ibret verici belgelerin ve uyarıların iman etmeyenlere hiçbir yararı olmaz.”

Kur’an ile ilk defa muhatab olanlar, göklerde ve yerde bulunan varlıklar hakkında bilimsel değer ifade eden çok az şey biliyorlardı. Fakat defalarca işaret ettiğimiz gibi, insanın fıtratı ile içinde yaşadığı bu evren arasında gizli, fakat yeterli bir anlaşma dili vardır. Bu değişmeyen bir realitedir. İşte bu realiteye bağlı olarak insanın fıtratı açılır ve uyanırsa, bu evrenin sesine kulak verir ve ondan çok şey öğrenir

Kur’an-ı Kerim’in insanın zihninde islâm düşüncesini oluşturmada kullandığı metod, göklerdeki ve yerdeki gerçeklere dayanmaktadır. Evrenden birtakım mesajlar almaya çalışmaktadır. İnsanın gözünü kulağını ve aklını ona yöneltmektedir. Fakat bunu yaparken ondaki ahengin ve dengenin yapısını bozmaz. Bu evreni, insanda Allah’ın etkisini yapacak bir ilah konumuna da sokmaz! Kırık kanatlarla uçmaya çalışan gözleri kapalı materyalistlerin durumuna düşmez. Onlar bu kırık kanatla uçmayı “bilimsel” bir görüş olarak adlandırıyor ve bunun üzerine sosyal bir düzen kurmaya çalışıyorlar! Buna da, “Bilimsel Sosyalizm” adını veriyorlar! Doğal olarak gerçek bilim bu tür yakıştırmaların hepsinden uzaktır!

Göklere ve yeryüzü üzerindeki varlıklara bakmak, insanın kalbini ve aklını birtakım duygular ve düşüncelerle besler. Birtakım kabullenmeler ve etkilenmeler başlar. Varlığı daha geniş bir şekilde algılama ve bu varlıkla karşılıklı bir sevgi ve uyuma girmekle besler… Bunların hepsi insanın bünyesini; Allah’ın varlığını, Allah’ın yüceliğini, Allah’ın idaresini, Allah’ın otoritesini, Allah’ın hikmetini ve Allah’ın ilmini, bilgisini aşılar, kâinatın etkili mesajları ile doldurur.

Zaman geçiyor. İnsanın bu evrene ilişkin bilimsel kültürü de gelişiyor. Eğer insan bu bilimsel kültürün yanında, Allah’ın nuru ile doğru yolu bulan birisi ise, bu bilgiler ve evrene ilişkin düşünceden, onunla tanışmasından, yakınlık kurmasından, onunla beraber deneyimler edinmesinden ve birlikte Allah’a hamdedip O’nu tenzih etmesinden, insan bünyesinin elde ettiği ürüne bir azık ilave edecektir: “Kâinatta hiçbir varlık yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin. Şu kadar var ki, siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (İsra Suresi, 44) Her şeyin Allah’ı övdüğünü ve O’nu kutsadığını, kalbi Allah’a ulaşan insandan başkası anlayamaz. Yok eğer bu bilimsel kültür imanın aydınlığı ve şenliği ile beraber değilse, o zaman kötü-sapık olan insanların sapıklığını daha da arttırır. Onları daha fazla Allah’tan uzaklaştırır. İmanın şenliğinden, aydınlığından, açık yürekliliğinden, doyumundan mahrum eder!

“Onlara de ki; “Göklerde ve yerde neler olduğuna bakınız.” Fakat aklını kullanmayanları en yüz kızartıcı iğrençliğin kucağına atar.”

Kalpler kapandıktan, akıllar dondurulduktan, alıcı-verici cihazların fonksiyonu sekteye uğratıldıktan, bir bütün olarak insanın bünyesi bu varlık aleminden perdelendikten, O’nun övgüde bulunan ve tesbih eden mesajlarına kulak vermedikten sonra, ayetlerin (belgelerin) ve uyarıların ne yararı olacaktır?

“Kur’an-ı Kerim’in ilahlık gerçeğini tanıtmada kullandığı metod evreni ve hayatı bir vitrin olarak kullanır. Burada uluhiyet gerçeğini tüm algılama yönleriyle O’nun varlığı ve gözetimi ile doldurur. Bu metod, yüce Allah’ın varlığını tartışılması gereken bir mesele olarak ortaya koymaz. Çünkü Allah’ın varlığı, Kur’an’ın bakış açısı ve realiteye dayalı gözlem ile üzerinde hiçbir zaman tartışmaya yer bırakmayacak kadar insanın kalbini tümü ile kuşatır. Öyle ki, O’nu tartışmak için hiçbir sebep kalmaz. Kur’an metodu bu nedenle, doğrudan doğruya Allah’ın varlığı hakkında bütün evrende serpiştirilmiş bulunan izlerinden söz etmeye başlar. Ve bu varlığın insanın vicdanında ve insanın hayatında zorunlu olan gerekleri üzerinde durur.

Kur’an-ı Kerim’in metodu bu çizgiyi izlerken, doğrudan doğruya insanın oluşumunda yeralan köklü bir gerçeğe dayanır. Bu gerçek de şudur: Her şeyi yaratan Allah’tır ve O, yarattığı varlıkları en iyi bilendir.

“Gerçekten insanı biz yarattık ve onun nefsinin kendisine neler fısıldadığını biliriz.” (Kehf Suresi, 16)

“İnsanın fıtratı, öz itibarı ile bir dine ve bir ilahın varlığına inanmaya muhtaçtır. Hatta insanın fıtratı sağlıklı çalıştığında ve doğru bir istikamete yöneldiğinde, içinin derinliklerinde bu tek olan ilaha doğru bir yöneliş olduğunu ve yine bu tek ilahın varlığına doğru güçlü bir duygunun kendisini çektiğini kavrayacaktır. Sağlıklı bir inanç sisteminin görevi, insan fıtratının bir ilaha ihtiyacı olduğu ve O’na yönelmesi gerektiği bilincini yaratmak değildir. Çünkü bu duygu, insanın fıtratında zaten köklü bir şekilde yeralmaktadır. Böyle bir inanç sisteminin görevi insanın ilahına ilişkin düşüncesini düzeltmek ve ona kendisinden başka ilah bulunmayan gerçek ilahını tanıtmaktır. Onu bütün gerçekliği ve sıfatları ile tanıtmaktır. Yoksa onun varlığını ve ispatını yapmak değildir. Sonra bu ilahın ilahlığının gereklerini ve hayatta getirmiş olduğu zorunlulukları tanıtmaktır. İlahlığın getirmiş olduğu bu temel zorunluluklar O’nun Rububiyeti, üstünlüğü ve hakimiyetidir. Allah’ın varlığı gerçeğinden şüpheye düşmek veya bu gerçeği inkâr etmek insanın bünyesinde apaçık bir bozukluğun, doğuştan gelen alıcı-verici cihazların bozulduğunun kesin delilidir. Bu tür bozukluklar ise tartışma ile tedavi edilip giderilemez. Bu hastalıkları tedavi etme yolu bu değildir.”

“Şüphesiz ki, bu evren mü’min ve müslüman bir evrendir. Yaratıcısını bilir ve O’na boyun eğer. Evrendeki her şey ve bütün canlılar O’na övgüde bulunur ve O’nun kutsallığını itiraf eder. Yalnız bazı insanlar hariç! “İnsan” da, her tarafından insanın ve islâmın yankılarının, Allah’ı kutsamanın ve O’na secde etmenin yankılarının çınlattığı bu evrenin içinde yaşar. Hatta insanın bünyesinde yeralan bütün atomlar ve hücreler de, yankılanan bu iman ve islâma katılırlar. Doğal olan fıtri hareketinde Allah’ın belirlemiş olduğu yasalara boyun eğerler. Fıtratının bütün bu yankılamaların bilincinde olmayan, bizzat kendi bünyesindeki bu ilahi yasaların mesajlarını algılayamayan, fıtri olan cihazları ile evrendeki bu dalgaları alamayan bir insan bünyesi, fıtri olan alıcı-verici cihazlarının bozulduğu bir insan bünyesidir. Dolayısıyla onun kalbine ve aklına tartışma ile ulaşmanın hiçbir yolu yoktur. Böyle bir bünyeyi tedavi etmenin tek yolu orada alıcı ve verici cihazları harekete geçirmeye çalışmaktır. Onun bünyesindeki yeralan fıtratın gizli yeteneklerini coşturmaya yönelmektir. Belki bu yolla harekete geçer ve yeniden çalışmaya başlar.”

Duyguların, kalbin ve aklın göklerdeki ve yerdeki varlıkları incelemeye yöneltilmesi Kur’an metodunun insanın kalbini diriltmek için başvurduğu vasıtalardan biridir. Belki bu yolla bu organların nabzı atar ve harekete geçer. Kendilerine gönderilen mesajları almaya ve karşılıklarını vermeye başlarlar!

Ne var ki, peygamberlerin mesajlarını yalan sayan şu cahiliye Arapları ve benzerleri, ne düşünebilmekte, ne de verilen mesajlara karşılık vermektedirler. Öyleyse onlar neyi bekliyorlar?

Allah’ın yasasında değişme ve gecikme olmaz. Yalanlayıcıların sonu ise bellidir. Onların, Allah’ın yasasının gecikmesini beklemeye hakları yoktur. Yüce Allah onlara bir süre tanıyabilir ve onları kökten yokedecek cezasını göndermeyebilir. Fakat yalanlama da ısrar edenler er-geç cezalandırılacaklardır. “Onlar kendilerinden önce gelip geçen toplumların yaşadıkları acı günlerden başka bir sonuç mu bekliyorlar?”

“Bekleyiniz bakalım, hem de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.”

İşte bu, bütün bu tartışmalara son veren bir tehdittir ve aynı zamanda kalpleri de korkuyla ürpertmektedir.

Surenin bu bölümü de, tüm peygamberlik misyonlarının ve bütün yalanlayıcıların varmış olduğu bir netice ile sonuçlanmaktadır. Bu kıssalardan ve bu değerlendirmeden alınması gereken ibret ile sona ermektedir.

“Sözkonusu toplu afetlerden sonra peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtarırız. Mü’minleri kurtarmak, böyle üzerimize borçtur.’

Bu yüce Allah’ın kendisi için belirlemiş olduğu bir hükümdür. Böylece mü’min tohum muhafaza altına alınacak, filizlenecek, bütün eziyetlere ve tehlikelere, yalanlamalara ve işkencelere rağmen, kurtuluşa erecektir. Tarih boyunca böyle olmuştur. Nitekim surede aktarılan kıssalar bunun en açık delilidir. Bundan sonra da böyle olacaktır. Mü’minler bu konuda rahat olsunlar…

SURENİN SONU

İşte bu surenin sonudur. Değişik ufuklara açılan gezintilerin de son durağıdır. Bu gezintilerle biz sanki evrenin ufuklarına açılmış insan ruhunun çeşitli yönlerinde dolaşmış, düşünce, bilinç ve duygu alanlarında uzun seyahatlere çıkıp geri dönmüş olduk. Uzun ziyaretlerden, elde ettiğimiz büyük ürünlerden dağarcığımızın dolmasından dolayı öyle yorgun argın hale düşmüş gibiyiz!

İnanç sisteminin en önemli meseleleri konusunda birkaç gezintiyi kapsayan surenin sonu budur işte. Bu önemli meseleler şunlardır: İlahlık birliği, üstünlük birliği, hakimiyet birliği, ortakların ve şefaatçıların reddedilişi, bütün emir ve yetkinin yalnız Allah’a havale edilmesi hiç kimsenin değiştirme veya başka tarafa çevirme yetkisinin bulunmadığı, Allah’ın belirlenmiş yasaları vahiy ve vahyin gerçekliği, vahyin ortaya koymuş olduğu arı-duru gerçek ahiret günü ölümden sonra diriliş ceza ve mükafaat konusunda eşsiz adalet…

Bu surenin bir bütün olarak işleyip durduğu, açıklamak için kıssalar aktardığı, netleştirmek için de örnekler verdiği inanç sisteminin ana ilkeleri bunlardır.

Evet bütün bunların hepsi bu son bölümde özetleniyor. Burada peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu inanç sistemini bütün insanlara ilan etmekle yükümlü tutuluyor. Onların kesin ve son sözünü söylemesini emrediyor: Hüküm verenlerin en iyisi olan Allah, hükmünü verene kadar, Peygamber, bu çizgide ilerleyeceğini ve bu dosdoğru yolunda yürüyeceğini açıkça ilan etmekle emrediliyor…

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.