SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA AHZAB SURESİ 26. VE 27. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
26- “Allah, kitap ehlinden onlara yardım eden Kureyze yahudilerini de kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü. Onlardan bir kısmını öldürüyorsunuz, bir kısmını da esir alıyordunuz.”
27- “Topraklarını, evlerini, mallarını ve henüz ayağınızı dahi basmadığınız yerleri Allah size miras olarak verdi. Allah’ın gücü her şeye yeter.”
Bu ayetlerin işaret ettiği gelişmeleri anlayabilmek için yahudilerle müslümanların ilişkilerine bir göz atmakta yarar vardır…
Medine’de yaşayan yahudiler, müslümanların gruplar halinde buraya gelişlerinden sonraki kısa bir süre dışında müslümanlarla barışık bir hayat sürdürmediler. Peygamber efendimiz Medine’ye gelir gelmez onlarla bir barış antlaşması imzalamıştı. Bu antlaşmada Peygamberimiz onlara yardım etmeyi, onları korumayı garantilemişti. Ancak antlaşmayı bozmamalarını, bozgunculuk çıkarmamalarını, başkalarının ayıplarını araştırmamalarını, düşmana yardımcı olmamalarını, kimseyi incitecek davranışlarda bulunmamalarını şart koşmuştu.
Ne varki yahudiler, çok geçmeden yeni dinin, ilk ehli kitap toplum olmaları bakımından sahip oldukları geleneksel ayrıcalıklı konumlarına yönelik tehlikesini sezdiler. Yahudiler bu niteliklerinden dolayı Medine’liler arasında sahip bulundukları saygın konumlarından büyük kazançlar sağlıyorlardı. Aynı şekilde İslam dininin Peygamber efendimizin önderliğinde toplum için öngördüğü yeni sosyal düzenin de kendileri açısından ne denli tehlikeli olacağını sezmişlerdi. Çünkü yahudiler, Medine’de en etkin, en yüce söz kendilerine ait olsun diye Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki ihtilafı istismar ediyorlardı. Fakat İslam Evs ve Hazreç kabilelerini saygın Peygamberlerinin önderliğinde birleştirince, artık yahudiler iki grup arasında avlanacakları bulanık suyu bulamaz oldular.
Onların belini kıran en büyük darbe, bilginleri ve hahamları olan Abdullah b. Selam’ın müslüman olmasıydı. Yüce Allah onun göğsünü islama açmış ve müslüman olmuştu. Ailesini davet etmiş onlar da müslüman olmuşlardı. Fakat, müslüman olduğunu açıklayacak olursa yahudilerin aleyhinde dedikodu çıkaracağından korkuyordu. Bu yüzden Peygamber efendimizden kendisinin müslüman olduğunu yahudilere bildirmeden önce kendisini onlara sormasını istedi. Peygamberimiz onun nasıl biri olduğunu yahudilere sorunca: “Bizim efendimizdir, efendimizin oğludur. Hahamımızdır, bilginimizdir” dediler. Bu sırada Abdullah b. Selam ortaya çıkıp kendisinin inandığı şeye onların da inanmalarını istedi. Buna çok bozuldular ve hakkında kötü söz söylediler. Yahudi ailelere ondan uzak durmalarını tembih ettiler. Dini ve siyasi egemenliklerine, rejimlerine yönelen gerçek tehlikeyi sezdiler. Ve Hz. Muhammed’in (s.a.s) işini bitirmek için kesintisiz komplolar düzenlemeye karar verdiler.
İşte bugüne kadar müslümanlarla yahudiler arasında bir gün olsun durmayan savaş o günden itibaren başlamış oldu.
Bu günkü deyimiyle ilk önce soğuk savaş başladı. Hz. Muhammed (s.a.s) ve islam aleyhine propaganda savaşı başladı. Yahudiler uzun tarihleri boyunca geliştirdikleri tüm taktikleri uyguladılar bu savaşta. Hz. Muhammed’in (s.a.s) Peygamberliği hakkında kuşku uyandırma, yeni inanç sisteminin etrafında çeşitli şüpheler yayma taktiğine başvurdular. Bazı müslümanların aralarını bozma yolunu tuttular. Bazan Evs ve Hazreç kabilelerinin, bazan muhacirlerle ensarın arasını bozmaya çalıştılar. Müşrikler hesabına müslümanlar aleyhine casusluk yaptılar.
Müslüman görünen bir grup münafıkla işbirliği yönüne giderek onlar aracılığı ile müslüman saflar arasına fitne sokmaya çalışırlar… En sonunda da maskelerini indirip Ahzap savaşında olduğu gibi müslümanlar karşısında oluşan düşman saftaki yerlerini aldılar.
En önemli toplulukları Beni Kaynuka, Beni Nadr ve Beni Kureyze’ydi. Bu toplulukların her birinin gerek Peygamber efendimizle gerekse müslümanlarla belli bir ilişkisi vardı.
En cesurları Beni Kaynuka kabilesi idi. Bedir’de büyük bir zafer elde etmelerinden dolayı müslümanlara kin besliyorlardı. İğneleyici sözler söylüyor, daha önce Peygamberimizle yaptıkları antlaşmayı inkar ediyorlardı. Bu tutumları, Hz. Peygamberin Kureyş’le yaptığı ilk savaşta galip geldikten sonra bir daha karşı koyamayacakları şekilde etkinlik kazanmasından, gücünün artmasından korktuklarının belirtisiydi.
İbn-i Hişam, İbn-i İshak kanalı ile onların durumlarını şu şekilde anlatır: “Peygamber efendimiz Beni Kaynuka kabilesini pazarda toplayıp onlara şöyle seslendi: “Ey yahudiler, Kureyşlilerin başına gelen felaketin aynısını başınıza indirmesi konusunda Allah’tan sakının ve müslüman olun. Çünkü siz, benim Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğumu biliyorsunuz. Bunu kendi kitabınızda ve yüce Allah’ın sizinle yaptığı sözleşmede görüyorsunuz”. Buna karşılık olarak yahudiler: “Ey Muhammed, sen bizi kendi kavmine benzetiyorsun. Savaştan anlamayan bir toplumla karşılaşıp onları yenmiş olman seni aldatmasın. Allah’a andolsun ki, eğer biz seninle savaşmış olsaydık, nasıl insanlar olduğumuzu sana öğretirdik” dediler.
İbn-i Hişam Abdullah b. Cafer’e dayanarak şunları anlatır: Beni Kaynuka ile ilgili gelişmelerden biri de şudur: Bir Arap kadını gidip Beni Kaynuka pazarında süt satar, sonra da bir kuyumcu dükkanında oturur. Orada bulunanlar kadından yüzünü açmasını isterler, kadın itiraz eder. Kuyumcu kadının elbisesinin eteğini elbisenin üst tarafına düğümler. Kadın ayağa kalkınca ayıp yerleri görünür. Yahudiler gülüşürler. Kadın bağırır. Bir müslüman, kuyumcunun üzerine atılır ve onu öldürür. Kuyumcu yahudi olduğu için diğer yahudiler hep birlikte o müslümanı öldürürler. Öldürülen müslümanın ailesi de yahudilere karşı müslümanları yardıma çağırır. Bunun üzerine müslümanlar öfkelenirler. Böylece müslümanlarla Beni Kaynuka kabilesi arasında büyük bir kavga başlamış olur.
İbn-i İshak bu olayın gelişimini şöyle tamamlar: Peygamber efendimiz vereceği karara boyun eğeceklerini bildirene kadar onları ablukaya aldı. Yüce Allah Peygamberimize yahudilerin aleyhine fırsat vermişken Abdullah b. Ubeyy b. Selul kalkıp şöyle dedi: Ey Muhammed, dostlarıma iyi davran -Beni Kaynuka kabilesi Hazreç kabilesinin müttefiki idi- Peygamberimiz duymazlıktan geldi. Tekrar “Ey Muhammed, dostlarıma iyi davran” dedi. Peygamberimiz onu dinlemedi, yüzünü bir tarafa çevirdi. Bu sefer elini Peygamberimizin zırhının cebine soktu. Peygamberimiz “Bırak beni” dedi. Peygamberimizin yüzünün rengi değişecek kadar öfkelenmişti. “Yazıklar olsun sana, bırak beni” dedi. “Hayır, vallahi dostlarıma iyi davranmadığın sürece bırakmam seni. Bunlar dörtyüz zırhsız, üçyüz zırhlı savaşçıdır. Kızıla ve karaya karşı korurlardı beni. Sense bir gün de kılıçtan geçirmek istiyorsun. Allah’a andolsun ki, ben çıkacak felaketlerden endişeleniyorum” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz “Onları sana bağışladım” dedi.
Abdullah b. Ubeyy o güne kadar kabilesi arasında etkinlik sahibi birisiydi. peygamber efendimiz Beni Kaynuka kabilesi hakkında aracılık yapmasını kabul ederek, onların silahları hariç diğer mallarını yanlarına alarak Medine’yi terk etmelerine izin verdi. Böylece Medine önemli bir güce sahip yahudilerin bir kısmından kurtulmuş oldu.
Beni Nadr kabilesine gelince; Peygamber efendimiz Uhud savaşından sonra Hicri dördüncü senede, daha önce aralarında vardıkları bir antlaşma uyarınca öldürülen iki kişinin diyetine katkıda bulunmalarını istemek üzere yaşadıkları bölgeye gitti. Peygamberimiz bulundukları yere gelince: “Tamam ey Ebul Kasım, sana istediğin miktarda yardımda bulunacağız” dediler. Sonra aralarında yalnız kalınca: “Bu adamı bir daha bu durumda bulamazsınız. -Peygamber efendimiz onların evlerinden birinin duvarının dibinde oturuyordu- Kim bu evin üzerine çıkıp, üzerine bir kaya indirerek bizi ondan kurtaracak?
Ardından bu alçakça komployu uygulamaya başladılar. Peygamber efendimiz onların yapmak istedikleri şeyi sezdi ve hemen oradan ayrılıp Medine’ye döndü. Onlara karşı savaş hazırlıklarının başlatılmasını emretti. Onlarda kalelerine kapandılar. Münafıklığın elebaşısı Abdullah b. Ubeyy b. Selul, “Direnin ve kendinizi savunun, sizi kesinlikle teslim etmeyeceğiz. Eğer ölürseniz biz de sizinle ölürüz. Eğer sürgün edilirseniz biz de sizinle şehri terk ederiz” diye onlara haber gönderdi. Ama münafıklar sözlerinde durmadılar. Yüce Allah Beni Nudayrlıların içine korku saldı. Onlar da savaşmadan, direnmeden teslim oldular. Peygamber efendimizden, şehri terk etmelerine izin vermesini, canlarını bağışlamasını, silah hariç yanlarında bir deve yükü mal alıp gitmelerine müsaade etmesini istediler. Peygamberimiz de bu şekilde hareket etti. Çıkıp Haybere gittiler. Bazıları da Şam’a gitti. Haybere giden ileri gelenleri arasında Selam b. Ebu’l Hukeyk, Kenane b. Rebi b. Ebu’l Hukeyk ve Huyey b. Ahtab vardı. Ahzap savaşında Kureyş ve Gatafan müşriklerinin müslümanlara karşı birlik oluşturup saldırıya geçmeleri gündeme getirildiği sırada onlardan da söz edilmişti.
Şimdi Beni Kureyze savaşına gelmiş bulunuyoruz. Daha önce bunların Ahzap savaşındaki tutumlarına değinilmişti. Başta Huyey b. Ahtap olmak üzere Beni Nudayr kabilesinin ileri gelenlerinin teşvikleriyle müşriklerle birlik olup müslümanlar aleyhine oluşan ittifaka katılmışlardı. Beni Kureyze kabilesinin bu ortamda Peygamber efendimizle daha önce yaptıkları saldırmazlık ve savunma işbirliği antlaşmasını bozmaları, düşman birliklerinin Medine’nin dışında giriştikleri saldırılardan daha ağır gelmişti müslümanlara.
Şu rivayet, o sırada müslümanlara yönelen tehdidin büyüklüğünü ve Beni Kureyze’nin antlaşmayı bozmasından dolayı duyulan korkunun boyutlarını çok güzel tasvir ediyor: Peygamber efendimiz haberi duyunca, Evs kabilesinin lideri Saad b. Muaz, Hazreç kabilesinin lideri Saad b. Ubade ile birlikte Abdullah b. Revaha ve Havvat b. Cubeyri r.a. göndererek şöyle buyurdu: “Gidin bakalım bunlara ilişkin olarak duyduğumuz şeyler doğru mudur değil midir? Eğer söylenenler doğruysa, sadece benim anlayacağım şekilde gizlice anlatın, halka duyurmayın. Ama eğer bize verdikleri sözde duruyorlarsa bunu halka duyurun.” (Bu sözler, Peygamber efendimizin bu haberin nefislerde bırakacağı kötü etkilerden endişelendiğini gösteriyor).
Heyet Beni Kureyze’nin bulunduğu yere gelince, onları Peygamber efendimizden onlara ilişkin duyduklarından da beter bir durumda gördüler: “Resulullah da kimdir? Muhammed’le aramızda herhangi bir antlaşma, bir sözleşme yoktur” dediler. Bunun üzerine heyet döndü ve durumu Peygamber efendimize açıklamadan işaretle bildirdiler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz “Allahu ekber, müjdeler olsun ey müslümanlar” buyurdu. (Kötü haberin saflarda yayılmasına karşı müslümanlara güven aşılamak için böyle davranmıştı).
İbn-i İshak diyor ki: “Bundan sonra imtihan ağırlaştı. Korku gittikçe arttı. Müslümanlar hem yukarıdan, hem aşağıdan düşmanla çevrilmişlerdi. Hatta müslümanlar en olmadık olumsuzlukları düşünmüşlerdi. Bazı münafıklar da ortalığı karıştırıyorlardı…”
Ahzap savaşının başlangıcında durum bundan ibaretti.
Yüce Allah, yardımı ile Peygamberini destekleyince, düşmanlarını hiçbir sonuç elde edemeden gerisin geri gönderince ve yüce Allah mü’minleri savaştan koruyunca, Peygamber efendimiz zaferle Medine’ye döndü. İnsanlar silahlarını bırakmışlardı. Peygamber efendimiz Ümmü Seleme’nin r.a. evinde cephenin tozlarından yıkandığı bir sırada Cebrail a.s. geldi ve “Silahını bıraktın mı ya Resulallah?” dedi. Peygamber efendimiz “Evet” dedi. Cebrail a.s. “Ama melekler henüz silahlarını bırakmadılar. Şimdi o kavmin üzerine yürümenin zamanıdır” dedi. Sonra da şunları ekledi: “Yüce Allah Beni Kureyze kabilesinin üzerine yürümeni emrediyor.” Beni Kureyze’nin yurdu Medine’den birkaç mil uzaktaydı. Bu olay öğlen namazından sonra meydana geliyordu. Peygamber efendimiz “Beni Kureyze’nin yurduna varmadıkça hiç kimse ikindi namazını kılmasın” Ardından müslümanlar yola koyuldular. İkindi namazının vakti onlar yoldayken girdi. Bazısı namazı yolda kıldı ve “Resulullah sırf acele etmemiz için böyle söylemiştir” dediler. Diğerleri de Beni Kureyze’nin yurduna varmadıkça ikindi namazını kılmayacağız dediler. Peygamberimiz iki tarafa da sert bir tepki göstermedi.
Peygamber efendimiz Ümmü Mektum’u (Hakkında “Abese vetevella encaehul’a’ma” =Surat astı ve döndü. Kör geldi, diye= ayeti inen kör sahabe) Medine’de kendisine vekil bırakarak peşlerinden gitti. Bayrağı Ali b. Ebu Talib’e verdi. Sonra Peygamber efendimiz yurtlarının önünde savaş düzeni alarak yirmibeş gece onları ablukaya aldı. Bu abluka uzun sürünce Evs kabilesinin lideri Saad b. Muaz’ın hakemliğini kabul ettiler. Çünkü cahiliye döneminde Evs kabilesinin müttefikleri idiler. Onlar Saad b. Muaz’ın kendilerine iyi davranacağına inanıyorlardı. Nitekim Abdullah b. Ubeyy b. Selul dostları olan Beni Kaynuka kabilesi için öyle yapmış, aracılık yaparak onları Resulullah’ın elinden kurtarmıştı. İbn-i Ubeyy’in Beni Kaynuka için yaptığı aracılık gibi Saad’ın da kendileri hakkında aracılık yapacağını sanmışlardı. Saad b. Muaz’ın hendek savaşının sürdüğü günlerde, (koptuğu zaman kolun hareket etmesine engel oluşturan bir damara) ok isabet etmek suretiyle yaralandığını bilmiyorlardı. Resulullah bu damarım dağlamış ve yakından ilgilenmek için onu mescidin bir tarafına yatırmıştı. O sırada Saad b. Muaz Allah’a şöyle dua ediyordu: “Allah’ım eğer Kureyşle bundan sonra yine savaşmamızı takdir etmişsen, bizi o güne yetiştir. Eğer bizimle onlar arasındaki savaşın bitmesini takdir etmişsen onların birliğini parçala, darmadağın et. Beni Kureyze kabilesi hakkında da gözlerimi aydın etmedikçe canımı alma.” Yüce Allah Saad’ın bu duasını kabul etmiş ve kendi kendilerini onun hakemliğini kabul etmelerini takdir etmişti.
Bu sırada Peygamber efendimiz onların hakkında hakemlikte bulunması için onu Medine’den çağırttı. Bindirildiği bir merkebin sırtında çıkagelince Evs kabilesinden olanlar etrafını sarıp şöyle demeye başladılar: “Ey Saad, bunlar senin müttefiklerindir, onlara iyi davran.” Onu yumuşatmaya, onlar hakkında merhametli davranmasını sağlamaya çalışıyorlardı. O ise sessizce söylenenler i dinliyordu. Fazla ısrar edince: “Şimdi Saad’ın Allah için yapacağı bir işte kınayanın kınamasından korkmayacağı andır” dedi. Bunun üzerine Saad’ın onları sağ bırakma taraftarı olmadığını anladılar.
Saad b. Muaz r.a. Peygamber efendimizin içinde bulunduğu çadıra yaklaşınca, Peygamber efendimiz “Büyüğümüze yardım edin” dedi. Müslümanlar hemen kalkıp onu merkebin sırtından indirdiler. Peygamberimizin ona karşı bu şekilde davranması, vereceği hükmün daha etkin olması için karar verme yetkisine sahip olduğu bir ortamda ona saygı gösterilmesini, onurlandırılmasını sağlama amacına yönelikti.
Saad oturduğu zaman, Peygamber efendimiz ona şöyle dedi: “Şu adamlar -Beni Kureyze’yi göstererek- senin hakemliğini kabul ettiler. Onlar hakkında istediğin kararı verebilirsin.” Saad “Benim vereceğim karar onlar hakkında geçerli midir?” Peygamberimiz “Ev.;t” dedi. Peki “Şu çadırda bulunanları da kapsıyor mu?” “Evet” dedi Peygamberimiz. Bu sefer Peygamber efendimizin bulunduğu tarafı göstererek, “Bunları da içine alıyor mu?” dedi. (Peygamberimize bakarken yüzü sevgi ve saygı ile parlıyordu) Peygamberimiz “Evet” dedi. Bunun üzerine Saad b. Muaz r.a. “Ben savaşçılarının öldürülmesine, mallarına ve ocuklarına el konulmasına hükmediyorum.” Peygamber efendimiz “Kuşkusuz sen, yüce Allah’ın yedi kat göğün üstünden verdiği hükmün aynısı ile hükmettin” dedi.
Sonra Resulullah s.a.s. yerde çukurların kazılmasını emretti. Yahudiler bağlı olarak getirilip boyunları vuruldu. Yediyüz, sekizyüz kişi civarındaydılar. Tüyü bitmemiş olanları (yani erginlik çağına ulaşmamış delikanlıları) kadınlarla birlikte esir alındı, mallarına el konuldu. Huyey b. Ahtab da aralarındaydı. Daha önce onlara verdiği sözü tutarak onlarla birlikte kalelerine sığınmıştı.
O günden sonra yahudiler hep aşağılandılar. Bunun sonucu Medine’deki münafıklık hareketi zayıfladı. Münafıkların başları önlerine eğildi. Yapa geldikleri şeylerin çoğundan korkmaya başladılar. Bu ve öteki olayların ardından müşrikler bir daha müslümanlara saldırmayı düşünecek fırsat bulamadılar. Bundan sonra hep müslümanlar saldırdılar. Nihayet Mekke ve Taif fethedildi. Yahudilerin, münafıkların ve müşriklerin faaliyetleri arasında bir paralellik vardı. Yahudiler kovulduktan sonra bu paralellik bozuldu. Aynı zamanda bu olay islam devletinin kurulup oturması açısından iki dönemi birbirinden ayıran en belirgin gelişmedir.
Yüce Allah’ın şu sözü de bunu doğrulamaktadır:
“Allah, kitap ehlinden onlara yardım eden Kureyze yahudilerini de kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü. Onlardan bir kısmını öldürüyorsunuz, bir kısmını da esir alıyorsunuz.”
“Topraklarını, evlerini, mallarını ve henüz ayağınızı dahi basmadığınız yerleri Allah size miras olarak verdi. Allah’ın gücü her şeye yeter.”
Ayetin orjinalinde geçen Seyâsî = kaleler demektir. Müslümanların miras aldıkları ama bundan önce ayak basmadıkları topraklardan maksat bulundukları bölgeden uzak Beni Kureyze’ye ait araziler olabilir. Diğer malları ile birlikte bu araziler de müslümanlara geçmişti. Öte yandan bununla, Beni Kureyze’nin kendi topraklarını savaşmadan teslim etmelerine de işaret edilmiş olabilir. Bu durumda ayetin orjinalinde geçen “Vata’a” kelimesi savaş anlamında kullanılmış olur. Çünkü savaşta düşman bölgeleri çiğnenir.
“Allah’ın gücü her şeye yeter”
İşte bu, olayın mahiyetini ve mesajını somutlaştıran bir değerlendirmedir. Bu değerlendirmede her mesele Allah’a döndürülüyor. Nitekim, savaşı anlatan ayetlerin akışı; olayı bütünüyle Allah’a döndürmek, savaştaki eylemleri doğrudan doğruya Allah’ın iradesine dayandırmak biçiminde gelişmişti. Amaç, bu büyük gerçeği pekiştirmektir. Yüce Allah’ın yaşanan olaylar ve olayların ardından inen Kur’an ayetleri aracılığı ile müslümanların gönüllerine yerleştirdiği bu büyük gerçeği ön plana çıkarmaktır. Böylece islam düşüncesinin ruhlarda bu büyük gerçeğe dayanması hedeflenmektedir.
Bu büyük olayın sunuluşu böylece sona erdi. Bu sunuş, Kur’an-ı Kerim’in hem müslüman toplumun kalbine hem de pratik hayatına yerleştirmek için geldiği ilahi yasaları, değerleri, direktif ve kuralları kapsamıştı.
Böylece olaylar eğitme amacına yönelik birer unsur işlevini görmüş oluyorlar. Kur’an’da hayata ve hayattaki gelişmelere, hayatın amaç ve düşüncelerine rehberlik ve tercümanlık yapmış oluyor. Sonuçta Kur’an ve imtihanlar aracılığı ile değerler yerleşir, kalpler yatışır, huzura kavuşur.
Ahzab, suresinde yer alan bu üçüncü ders, bütün müslüman erkek ve kadınların alacakları ödüle ilişkin son açıklamanın dışında bütünüyle Peygamber efendimizin eşlerine ayrılmıştır. Peygamber efendimizin eşlerinin bu surenin başlarında “Mü’minlerin anneleri” olarak isimlendirildiklerini görmüştük. Kuşkusuz bu `ana’lığın birtakım yükümlülükleri vardır. Bu sıfatı hakketmelerine neden olan yüksek derecenin birtakım yükümlülükleri vardır. Peygamber efendimizin yanında sahip oldukları yüce mevkinin birtakım yükümlülükleri vardır. Bu derste bu yükümlülüklerden bazıları açıklanacaktır. Bunun yanı sıra yüce Allah’ın, Peygamberin tertemiz evi tarafından temsil edilmesini, onlara dayalı bir hayat sürdürmesini, insanların yolunu aydınlatan bir meşale işlevini görmesini dilediği değerlerde yerleştirilmektedir.