sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA AHZAB SURESİ 7. VE 8. AYETLER

SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA AHZAB SURESİ 7. VE 8. AYETLER
06.03.2023
359
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

7- Hani” biz Peygamberlerden söz almıştık, senden, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan, pek sağlam bir söz aldık.”

8- “Allah, doğrulardan doğruluklarını sormak ve kafirlere can yakıcı azap hazırlamak için bunu yapmıştır.”

Bu, Nuh Peygamberden son Peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.s) kadar değişmeden yürürlükte kalan bir sözleşmedir. Bu, tek bir sözleşme, tek bir hayat sistemi ve tek bir emanettir. Her biri kendisinden öncekinden aldığı şekliyle kendisinden sonra gelene teslim etmiştir.

Önce genel bir ifade kullanılıyor: “Hani biz Peygamberlerden söz almıştık…” Sonra kendisine Kur’an-ı Kerim indirilen ve alemlere yönelik evrensel mesajı taşıyan Hz. Muhammed’e (s.a.s) özel olarak işaret ediliyor. Ardından Peygamberler içinde (ulul azm) büyük olanlara değiniliyor. Bunlar, son Peygamberlikten önce gönderilen büyük risaletlerle görevlendirilmiş Peygamberlerdir. “Nuh tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan söz almıştık.”

Kendileri ile sözleşme yapılanların açıklanmasından sonra sözleşmenin niteliğine değiniliyor: “Onlardan pek sağlam bir söz aldık.” Burada sözleşme sağlam olarak nitelendirilirken ayetin orijinalinde geçen sözleşme anlamındaki “misak” kelimesinin sözlük anlamı göz önünde bulundurulmuştur. Bu sözcük bükülmüş ip anlamındadır. Bu yüzden antlaşmalar ve ilişkiler bu sözcükle ifade edilmiştir. Öte yandan sözcüğün duygulara yönelik mesajının etkinliğini arttıran manevi bir vurgusu da vardır. Bununla yüce Allah ile seçkin kulları arasında; Allah’ın vahyini almak, onu insanlara açıkça duyurmak, hiçbir taviz vermeden, sağa-sola sapmadan onun sistemini tam bir güvenle uygulamak üzere gerçekleşen bu sözleşmenin sağlam ve dayanıklı bir sözleşme olduğu vurgulanmak isteniyor.

“Allah doğrulardan doğruluklarını sormak için böyle yapmıştır.”

Doğrular mü’minlerdir. Çünkü doğru sözü söyleyen ve doğru bir inanç sistemine inananlar onlardır. Onların dışındakiler yalancı kimselerdir. Çünkü batıla inanıyor, batıl söz söylüyorlardır. Bunun için ayette kullanılan bu nitelemenin bir amacı, vermek istediği bir mesaj vardır. Mü’minlerden doğruluklarının sorulması ise, tıpkı bir öğretmenin seçkin ve başarılı öğrencisine, mezuniyet törenine davet edilenlerin huzurunda soru sorup onun başarısını ve yükselmesini sağlayacak cevap almasına benziyor. Onurlandırma, başarıyı duyurma, şahitlerin huzurunda herkese bildirme, ödülün kazanıldığını açıklama, büyük haşir gününde böylesine büyük bir onuru hakkedenleri övme amacına yönelik bir sorudur bu.

Doğrulardan başkalarına gelince… Batıl bir inanç sistemine uyan, ya doğru ya da yalan söylemeyi gerektiren en büyük meselelerde, yani inanç meselesinde yalanı tercih edenlere gelince, onlar için hazırlanmış, onları bekleyen bir başka karşılık vardır:

“Kâfirlere can yakıcı bir azap hazırlanmıştır.”

Hayat içindeki mücadelelerle, olayların etkisiyle müslümanın kişiliği biçimleniyordu. Günden güne ve olaydan olaya bu kişilik olgunlaşıyor, gelişiyor, karakteristik çizgileri belirginleşiyordu. Bu kişiliklerden oluşan müslüman kitle de kendine özgü nitelikleri ile, değer yargıları ile, kendisini diğer toplumlardan ayıran özellikleriyle varlık sahnesine çıkıyordu.

Olaylar kimi zaman yeni doğmakta olan toplumlar için o kadar ağır ve acımasız olur ki, zaman zaman bir sınav boyutlarına varır. Bu sınav tıpkı altının eritilip saf altın ile değersiz tortunun birbirinden ayrılması gibi ruhların gerçek durumlarını ve cevherlerini ortaya çıkarır. Değeri bilinmeyecek şekilde tortulara karışıp gitmesini önler.

Kur’an-ı Kerim ya sınav esnasında ya da sonuçlanmasından sonra iniyordu. İnerken olayları tasvir ediyor, olayların gizli yanlarını, köşesini-bucağını ortaya çıkaracak şekilde aydınlatıcı projektörlerini üzerine dikiyordu. Böylece tüm tavırları, tavırların gerisindeki duyguları, niyetleri ve vicdanlardaki kıpırdanmaları ortaya çıkarıyordu. Sonra her türlü perdeden ve örtüden soyutlanmış şekilde projektörün ışığı altında çırılçıplak duran kalplere hitap ediyordu. İçlerindeki alıcı ve verici noktaları uyarıyordu, böylece günden güne, olaydan olaya onları eğitiyordu. Bu kalplere yönelik mesajları ve onlardan aldığı tepkileri kendisinin belirlediği eğitim metoduna göre düzenliyordu.

Müslümanlar, emir ve yasakları, yasa ve direktifleri bir kerede inecek şekilde bu Kur’an’la başbaşa bırakılmamışlardı. Tam tersine yüce Allah onları deneylerden geçirmiş, musibetlere uğratmıştı. Fitne ve imtihanlara tabi tutmuştu. Çünkü yüce Allah, kalplere kazınan, sinirlere işlenen, ruhları tutup hayatın içindeki mücadele meydanına, olayların içine atan bu tür pratik ve uygulamalı bir eğitimden geçmedikleri sürece kendi halifesi olarak seçtiği insanların kişiliklerinin olumlu yönde istenen şekilde biçimlenemeyeceğini, sağlıklı olarak olgunlaşamayacağını, bir inanç sistemi üzerinde dengeli bir hayat sürdüremeyeceğini biliyordu. İşte Kur’an bu ruhlara olup bitenlerin gerçek mahiyetini, ne anlama geldiklerini göstermek için iniyordu. Fitne ateşi ile eriyen, imtihanın sıcaklığı ile kızgınlaşan, dövülmeye ve biçim verilmeye müsait durumda olan bu kalplere direktifler vermek, onları yönlendirmek için iniyordu.

Hiç kuşkusuz müslümanların Peygamber efendimizin sağlığında geçirdikleri bu dönem gerçekten olağanüstü bir dönemdi. Yerin gökle birleşmesi dönemiydi. Bu birleşme, gelişen olaylarda ve konuşmalarda belirginleşen açık ve dolaysız bir birleşmeydi. O dönemde her müslüman gecelerken yüce Allah’ın gözlerinin üzerinde olduğunu, kulağının onda olduğunu, söylediği her sözün, yaptığı her hareketin, daha doğrusu kafasında geçen her düşüncenin, her niyetin insanların gözlerinin önüne serileceğini; buna ilişkin olarak Hz. Peygambere vahiy ineceğini hissediyordu. Her müslüman Rabbi ile kendisi arasında doğrudan bir bağ bulunduğunun farkındaydı. İçinden çıkılmaz bir işle karşı karşıya kaldığında, zor bir problem baş gösterdiğinde yarın ya da öbür gün gök kapılarının açılıp problemi için bir çözüm, üstesinden gelemediği için bir çıkar yol, meselesini sonuca bağlayan bir açıklamanın gönderilmesini beklerdi. Bazan yüce Allah şöyle derdi: “Sen ey falan, şöyle dedin, şöyle yaptın, şunu gizledin şunu da açıkladın. Şöyle ol, şöyle olma.” Ne olağanüstü ve ne dehşet verici bir olay! Yüce Allah’ın belirterek bir kişiye belli bir konuda hitap etmesi ne dehşet verici, ne olağanüstü bir olay! Oysa o kişi ve içindeki herkes ve her şeyle birlikte bütün yeryüzü yüce Allah’ın sonsuz mülkü içinde bir zerre konumundadır.

Gerçekten olağanüstü bir dönemdi. Bu gün insan o dönemi düşününce, olayları ve tutumları algılamaya çalışınca, akla hayale sığmayan o büyük realitenin nasıl meydana geldiğini kavrayacak gibi oluyor.

Ne var ki yüce Allah müslümanları eğitim ve müslüman kişiliklerini olgunlaştırmak için sadece bu duygularla başbaşa bırakmıyordu. Onları pratik deneylerden geçiriyor, birtakım musibetlere uğratarak onları sınıyordu. Bütün bunları kendisinin bildiği bir hikmet uyarınca yapıyordu. Çünkü o yarattıklarını herkesten iyi bilir. O latiftir, her şeyden haberdardır.

Bu ilahi hikmet üzerinde uzun uzadıya durmamız, kavramaya çalışmamız, etraflıca düşünmemiz ve kendi hayatımızda yaşadığımız olayları, başımızdan geçen imtihanları bu kavrayış ve bu düşüncenin ışığında değerlendirmemiz gerekir.

Ahzab suresinin bu bölümü, islami hareketin ve müslüman cemaatin tarihinde baş gösteren büyük olaylardan birinin geniş bir açıklamasını içeriyor. Çetin bir imtihanın yaşandığı bir durumu, hicretin dördüncü ya da beşinci yılında gerçekleşen `Ahzab savaşını’ anlatıyor. Bu savaş, genç İslam toplumunun, bu toplumun sahip olduğu değer yargılarının ve düşüncelerinin denendiği bir imtihan alanıydı. Bu konudaki Kur’an ayetlerini, Kur’an’ın olayı sunuş yöntemini, bazı sahneler, olaylar, hareketler ve duygular üzerinde durup onları tanımlama ve anlama üzerinde değerlendirme yapmadaki ifade tarzını, bazı değer yargılarını ve yasaları belirginleştirmesini etraflıca algılamaya, onları anlamaya çalıştığımız zaman. Evet bütün bunlardan yola çıkarak yüce Allah’ın bu ümmeti aynı anda hem Kur’an’la hem de olaylarla nasıl eğittiğini kavrayabiliriz.

Kur’an-ı Kerim’in kendine özgü sunuş ve dikkatleri bir olay üzerine çekme yöntemini kavrayabilmemiz için, Kur’an ayetlerinin açıklamasına başlamadan önce, siret kitaplarının sunduğu şekliyle -uygun şekilde özetleyerek- olayın meydana gelişini aktaracağız. Bu arada yüce Allah’ın savaşı ve savaşta meydana gelen olayları sunuşu ile insanların sunuşu arasındaki farkı göstereceğiz.

Muhammed b. İshak bir topluluğa dayanarak şöyle der:

Hendek savaşı öncesinde cereyan eden olaylardan biri de, içinde Selam b. Ebu’l Hukeyk en-Nadrî, Huyey b. Ahtab en-Nadrî, Kenane b. Ebu’l Hukeyk en Nadrî, Hevze b. Kays el-Vailî ve Ebu Ammar el-Vailî bulunan bir yahudi grubunun, kabileleri Resulullah’a karşı kışkırtan Beni Nudeyr ve Beni Vail kabilelerinden birer grupla çıkıp Kureyş kabilesi ileri gelenleri ile görüşmelerde bulunmak üzere Mekke’ye gitmeleri ve onları Peygamber efendimize karşı savaşmaya çağırmalarıydı. Yahudiler Kureyşlilere şöyle demişlerdi: “Onu yok edene kadar sizinle beraber olacağız.” Kureyşliler de: “Ey Yahudiler, sizler kendilerine kitap verilen ilk toplumsunuz. Yine bizim durumumuzdan haberdarsınız. Bizimle Muhammed s.a.s. arasında inanç ve görüş ayrılığı baş gösterdi. Sizce bizim dinimiz mi iyidir, yoksa onun dini mi iyidir?” diye sormuşlardı. Yahudiler şöyle cevap vermişlerdi: “Tam tersine, sizin dininiz onun dininden iyidir. Siz gerçeğe ondan daha yakınsınız.” Yüce Allah onlar hakkında “Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar puta ve Tağut’a inanırlar ve kafirler hakkında `Bunların yolu mü’minlerin yolundan daha doğrudur’ derler.” ayetinden “Yoksa Allah’ın, lütfunun eseri olarak insanlara bağışlamış olduğu imtiyazı çekemiyorlar, bu yüzden onları kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrahim’in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık.” (Nisa Suresi, 51,54)ayetine kadar indirmişti.

Yahudiler Kureyşlilere böyle söyleyince çok sevindiler. Hz. Peygambere karşı kendilerini savaşa çağırmış olmalarından memnun kaldılar ve hemen savaş hazırlıklarına başladılar.

Daha sonra bu yahudi heyeti -Kays Aylan topluluğu içinde yer alan- Gatafan kabilesinin bölgesine gidip onları da Peygamber efendimize karşı savaşmaya çağırdılar. Bu arada savaşa katılmaları durumunda kendilerine yardım edeceklerini de vaad ettiler. Öte yandan Kureyş kabilesinin de kendileri ile ittifak yaptıklarını söyleyerek Gatafanlıları aralarına kattılar.

Kureyş kabilesi Ebu Süfyan b. Harb komutasında yola çıktı. Gatafan kabilesinin başında da Fezaze oğullarından Uyeyne b. Hısn vardı. Aralarında Beni Mürre kabilesirtden Haris b. Avf ile kavminin en cesur savaşçılarının başında sefere katılan Mas’ar b. Ruhayle vardı.

Peygamber efendimiz bu ittifakı ve hedeflerini haber alınca hemen Medine’nin etrafında hendek kazılmasını kararlaştırdı. Peygamberimiz bizzat hendek kazma işinde çalıştı. Müslümanlar da onunla birlikte çalıştılar. Hem Peygamberimiz hem de müslümanlar işe dört elle sarıldılar. Bazı münafıklar Peygamber efendimizin ve müslümanların bu çalışmalarının gecikmesine, ağır yürümesine neden oluyorlardı. Bu amaçla basit. işlerle oyalanarak kaytarıyorlardı. Peygamberimizin bilgisi dışında ve ondan izin almaya gerek duymadan gizlice evlerine gidiyorlardı. Öte yandan müslümanlardan birinin de mutlaka yerine getirmesi gereken bir işi olsaydı gidip Peygamberimizden izin alır, işini görürdü. İşini gördükten sonra da iyiliğe olan arzusu ve sevap düşüncesi ile işinin başına dönerdi. Bunun üzerine yüce Allah bu mü’minler hakkında şu ayeti indirdi: “Mü’minler öyle kimselerdir ki, Allah’a ve Peygambere inanırlar; bunun yanı sıra herhangi bir kamu görevini yerine getirmek üzere Peygamberin yanında bulunduklarında O’ndan izin almaksızın bir yere gitmezler.

Ey Muhammed, ortak görev yerinden ayrılacakları zaman senden izin isteyenler varya, onlar Allah’a ve Peygambere inanan kimselerdir. Öyleyse böyleleri herhângi bir işleri için senden izin istediklerinde içlerinden dilediklerine izin ver ve onlar adına Allah’tan af dile. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir.”(Nur Suresi, 62)

Daha sonra yüce Allah işten kaytaran ve Hz. Peygamberimizin izni olmadan evlerine giden münafıkları kastederek “Peygamberi çağırırken O’na, birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz. (Ya da Peygamber sizi çağırdığında O’nun çağrısını, aranızda birbirinize yönelttiğiniz çağrılarla bir tutmayınız.) Allah, arkadaşlarını siper ederek gizlice Peygamberin yanından sıvışanları iyi bilir. Onun emrini çiğneyenler ya başlarına bir hela gelmesinden ya da acıklı bir azaba çarpılmaktan korkmalıdırlar.” (Nur Suresi, 63)

Peygamber efendimiz Hendek kazma işini bitirince, Kureyş kabilesi, kendilerine uyan Beni Kinane ve Tihame halkı ile birlikte sayıları on binleri bulan müttefikleri ile Rume mıntıkasındaki sel yataklarından Medine’nin üzerine yürüdüler. Gatafan kabilesi ile kendilerine katılan Necd halkı Uhud dağının yanındaki “Zenbinekmo” bölgesinden çıkageldiler. Peygamber efendimiz ve müslümanlar, üç bin kişilik bir ordu halinde sel’a dağını arkalarına alacak şekilde harekete geçtiler. Peygamberimiz hendeği düşmanla aralarına alacak şekilde karargahını kurdu. Bu arada kadın ve çocukların kalelere yerleştirilmesini emretti.

Allah’ın düşmanı Huyey b. Ahtab en-Nadrî Beni Kureyze adına antlaşma ve ittifak kurma yetkisine sahip olan Ka’b b. Esed el-Kurezi’nin yanına geldi. Peygamber efendimiz daha önce onun kabilesi ile saldırmazlık hususunda anlaşmaya varmıştı. Bu konuda Ka’b b. Esed el-Kurezi ile antlaşma imzalamıştı. Huyey b. Ahtab çeşitli vaatlerde bulunarak bir sürü dil dökerek sonunda Ka’b b. Esed el-Kurezi’yi kendisi ile bir antlaşma yapmaya razı etti. Antlaşmaya göre Ka’b b. Esed, Huyey b. Ahtab’a şu güvenceyi veriyordu: “Eğer Kureyş ve Gatafan kabileleri Muhammed’e bir şey yapmadan dönecek olurlarsa ben de seninle birlikte senin kabilenin kalesine sığınacağım ve sana yönelik saldırıları ben de karşılayacağım.” Böylece Ka’b Peygamberimizle arasındaki antlaşmayı tek taraflı olarak feshetmiş, daha önce ona verdiği sözden dönmüş oluyordu.

Huyey b. Ahtab ile Ka’b b. Esed arasında gerçekleşen bu antlaşma ile birlikte müslümanların başındaki belâ gittikçe ağırlaştı. Daha büyük bir korku içine düştüler. Çünkü düşmanları hem yukardan hem de aşağıdan kendilerini kuşatmıştı. Bazı mü’minler son derece olumsuz şeyler düşünüyorlardı. Münafıkların içindeki bozgunculuk çıkarma duygusu da belirmişti. Nitekim Amr b. Avf oğullarından Muattib b. Kuşeyr şöyle demişti: “Muhammed bize Kisra (İran hükümdarı) ve Kayser (Bizans hükümdarı)’in hazinelerini vaad etmişti. Ama şimdi hiçbirimizin tuvalete gidecek kadarlık bir can güvenliği yoktur. Harise b. Haris oğullarından birisi olan Evs b. Kayzi de Peygamber efendimize gidip kabilesinden bazı adamlar adına “Ya Resulallah, evlerimiz düşmana karşı korumasız durumdadır. İzin ver de çıkıp evlerimize gidelim. Çünkü evlerimiz Medine’nin’ dışındadır” demişti.

Peygamber efendimiz de düşmanları da bir aya yakın bir süre beklediler. Muhasara ve karşılıklı ok atışları dışında aralarında herhangi bir çarpışma meydana gelmedi.

Müslümanların başındaki bela dayanılmaz boyutlara varınca, Peygamber efendimiz Gatafan kabilesinin liderlerinden Uyeyne b. Hısn ve Haris b. Avf’a haber göndererek kuşatma harekâtı içinde yer alan kuvvetlerini geri çekmeleri karşılığında Medine’nin yıllık ürününün üçte birini vereceğini bildirdi. (Yahudiler de kendilerine yardım etmeleri durumunda Hayber’in bir yıllık ürününü vaad etmişlerdi.) Bu konuda anlaşma sağlandı ve hatta maddeler yazıya da döküldü. Ancak şahitler gösterilmemiş ve anlaşma fiilen imzalanmamıştı. Sadece karşılıklı yumuşama ve memnuniyet belirtilmişti. Peygamber efendimiz anlaşmayı imzalamak isteyince Evs kabilesinin başkanı Sa’d b. Muaz ile Hazreç kabilesinin başkanı Sa’d b. Ubade’yi çağırarak meseleyi onlara açtı ve görüşlérine başvurdu. Bunun üzerine onlar: “Ya Resulallah bu, yapmamızı istediğin bir emir midir? Yoksa yerine getirmek zorunda olduğumuz yüce Allah’ın bir emri midir? Yoksa sırf bizim çıkarımızı düşünerek yapmış olduğun bir öneri midir?” diye sordular. Peygamber efendimiz: “Hayır bunu sırf sizin çıkarlarınızı düşünerek önerdim. Allah’a andolsun ki Arapların tek bir yaydan fırlamışçasına üzerinize saldırdıklarını, tıpkı köpekler gibi başınıza üşüştüklerini gördüğüm için bu öneride bulundum. Bununla, belli ölçüde aleyhinizde birleşen güçlerini kırmak istedim” dedi. Sa’d b. Muaz: “Ya Resulallah, biz ve şu düşmanlarımız daha önce Allah’a ortak koşuyor, putlara ibadet ediyorken, Allah’a ibadet etmiyor, O’nu gereği gibi tanımıyorken bile, bir ziyafet ya da satış durumu dışında onlar Medine’nin ürününün tadına bakamazlardı. Yüce Allah bizi İslam ile onurlandırmışken, bize doğru yolu göstermişken, seninle ve İslam ile bizi güçlendirmişken mi mallarımızı onlara peşkeş çekeceğiz? Allah’a andolsun ki meseleyi bir sonuca bağlayana kadar kılıçtan başka onlara verecek bir şeyimiz yoktur” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz şöyle buyurdu: “İstediğini yap”. Sa’d b. Muaz anlaşma metnini aldı ve orada yazılı bulunan maddelerin hepsini sildi ardından şöyle dedi: “Şimdi bize saldırsınlar bakalım.”

Peygamber efendimiz ve arkadaşları, düşmanın saldırıya geçmesi, yukarıdan ve aşağıdan kendilerini muhasaraya alması nedeniyle yüce Allah’ın belirttiği şekliyle büyük bir korku içinde meşakkatli bir direniş gösterdiler. (Ümmü Seleme (r.a.) şöyle der: Peygamberimizle birlikte korku ve ölüm dolu sahneler yaşadım; Müreys’i, Hayber’i, Hudeybiye’yi, Mekke’nin fethini ve Huneyn savaşını gördüm. Ama Hendek savaşı gibi Peygamberimizi yoran bize de dehşet dolu anlar yaşatan, bizi korkutan bir olayı görmedim. Çünkü o zaman müslümanlar cendereye alınmış gibiydiler. Ve biz çocuklarımız hususunda Beni Kureyze kabilesine güvenmiyorduk. Bu yüzden bütün Medine sabahlara kadar nöbet tutardı. Korku içinde sabahlayan müslümanların tekbir seslerini duyuyorduk. Nihayet yüce Allah düşmanları kinleri ile birlikte geri çevirdi. Bir sonuç elde etmelerine müsaade etmedi.)

Daha sonra Gatafan kabilesinden Nuaym b. Mes’ud b. Amir Peygamber efendimizin yanına gelerek: “Ya Resulallah, ben müslüman oldum. Ama kabilem müslüman olduğumu bilmiyor. Ne yapmamı istiyorsan, emret yapayım” dedi. Peygamberimiz “Sen aramızda tek bir adamsın, yapabilirsen gidip düşmanı birbirine düşür. Çünkü savaş bir hile, bir taktiktir. (Nuaym b. Mes’ud b. Amir söyleneni yapınış, böylece hem Peygamberimize karşı oluşan müttefik kuvvetler arasında hem de onlarla Beni Kureyze kabilesi arasında güvensizlik baş göstermişti. Bu zatın faaliyetlerine ilişkin uzun ve ayrıntılı bilgiler siret kitaplarında mevcuttur. Biz konuyu gereğinden fazla uzatmamak endişesiyle meseleyi özetleyerek sunuyoruz.)

Yüce Allah, onları birbirine düşürdü, kışı andıran çok soğuk bir gecede üzerlerine dondurucu bir rüzgar estirdi. Bu rüzgar çadırlarını ve yemek pişirdikleri ocaklarını altüst etti…

Peygamber efendimiz düşmanların arasında ihtilaf baş gösterdiğini, yüce Allah’ın ittifaklarını dağıttığını fark edince, Huzeyfe b. Yeman’i çağırdı ve gidip düşmanın geceleyin ne yaptığını öğrenmesini istedi.

Tarihçi İbn-i İshak diyor ki: Bana Zeyd b. Ziyad, Muhammed b. Ka’b el Kurezi’den aktararak şöyle anlattı: Kufeli birisi Huzeyfe b. Yeman’a: “Ya Ebu Abdullah siz Resulullah’ı görüp ona arkadaşlık ettiniz değil mi?” diye sordu. Huzeyfe: “Evet, yeğenim” dedi. Adam “Peki ne yapıyordunuz?” dedi. Huzeyfe: “Cihad ediyorduk” şeklinde cevap verdi. Adam “Allah’a andolsun ki, eğer onu biz görseydik, yerde yürümesine izin vermez omuzlarımızda taşırdık” dedi. Bunun üzerine Huzeyfe: “Yeğenim, Allah’a andolsun ki sen bizi Hendek savaşında Resulullah’la birlikteyken görmeliydin. Gecenin bir kısmında Resulullah bize dönüp şöyle demişti: “Kim gidip düşmana bakacak ve olup bitenleri anlatmak üzere geri dönecek. Peygamberimiz bu adamın döneceğini garantiliyordu. Ayrıca bu adamın cennette arkadaşım olmasını Allah’tan dileyeceğim” diyordu. Buna rağmen, korkunun, açlığın ve soğuğun şiddetinden hiç kimseden ses çıkmıyordu. Kimse kalkmayınca Hz. Peygamber beni çağırdı. Peygamberimiz beni çağırınca kalkmaktan başka seçeneğim yoktu. Bana şöyle dedi: “Ey Huzeyfe, git düşmanların arasına gir ve neler yaptıklarına bak. Bize gelinceye kadar da kimseye bir şey söyleme.” Gittim ve aralarına girdim. Rüzgar ve Allah ın askerleri onlara yapacağını yapmıştı. Yemek pişirecekleri bir tencere, ısınacakları bir ateş, sığınacakları bir sığınak, bir çadır kalmamıştı. Ebu Süfyan kalkmış şöyle diyordu: Ey Kureyşliler, herkes yanındaki adamın kim olduğuna baksın. Bunun üzerine ben hemen yanımdaki adamı tutup “Kimsin?” diye sordum. “Falan oğlu falan” dedi. Sonra Ebu Süfyan devamla “Ey Kureyşliler, Allah’a andolsun ki artık burada kalamazsınız. Atlarımız ve develerimiz mahvoldu. Beni Kureyze bizi yarı yolda bıraktı. Onlardan hoşumuza gitmeyen şeyler duyuyoruz. Gördüğünüz gibi şiddetli bir rüzgara tutulmuşuz. Aşımız pişmiyor, ateşimiz yanmıyor, sığınacak bir yerimiz yok. Haydi toparlanıp geri dönün. Çünkü ben dönüyorum” dedi. Sonra kalktı ve bağlı duran devesine yöneldi. Devenin üstüne oturdu ve onu üç ayağının üzerine kaldırdı. Allah’a andolsun ki, ayağa kaldırdıktan sonra devenin bağını çözebildi. Eğer Hz. Peygamber, yanıma gelmedikçe kimseye bir şey söyleme diye bana direktif vermeseydi, isteseydim onu orada okla öldürebilirdim.

Huzeyfe diyor ki; Peygamber efendimizin yanına döndüğüm zaman hanımlarından birine ait yemen işi bir örtünün altında namaz kılıyordu. Beni görünce ayaklarının arasına aldı ve örtünün bir ucunu üzerime attı. Ben ayaklarının arasındayken rüku ve secde yaptı. Selam verince ona gördüklerimi anlattım.

Gatafanlılar da Kureyşlilerin yaptıklarını duyunca toparlanıp yurtlarına döndüler.

Kur’an ayetleri, insan tiplerini ve karakteristik özellikleri tasvir etmek için olaylarda rol alan kişilerin adlarına ilişkin bir açıklamada bulunmuyor, şahısları tanıtma yönüne gitmiyor. Kalıcı değerler ile değişmez yasaları vurgulamak için olayların ayrıntılarına, gelişmelerin detayına girmiyor. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in ön plana çıkardığı değerler ve yasalar olayların sona ermesi ile bitmezler; şahısların ortadan kaybolması ile yok olmazlar, ortamın değişmesi ile gündemden düşmezler. Bütün kuşakların, bütün toplumların uyacakları birer kural olarak kalırlar. Kur’ana Kerim olayları ve tavırları yüce Allah’ın olaylar ve kişiler üzerinde egemen olan kaderi ile bağlantılı olarak ele alır. Böylece yüce Allah’ın dilediğini yapabilen eli, latif planı belirginleşir. Yine gerekli direktifleri vermek, çeşitli yorumlarda bulunmak ve meseleyi büyük temele bağlamak için savaşın her aşamasında durup değerlendirmelerde bulunur.

Kur’an-ı Kerim hikayeyi bizzat yaşayanlara, hikayede gelişen olayları bizzat gözleriyle görenlere anlatıyor olmasına rağmen, onlara olay hakkında bilmedikleri birçok şeyi haber veriyordu. Hikayenin kahramanları ve oyuncuları olmalarına rağmen kavrayamadıkları hikayenin çeşitli yönlerini aydınlığa kavuşturuyordu. Projektörlerini ruhların temellerinin, kalplerin dönemeçlerinin, vicdanların gizli bölmelerinin üzerine dikiyordu. Göğüslerin derinliklerinde gizli bulunan sırları, niyetleri ve duyguları gün yüzüne çıkarıyordu.

Kuşkusuz bunları gerçekleştirirken Kur’an-ı Kerim tasvir güzelliğinin, güçlü ve sıcak anlatımının erişilmez örneklerini sergiliyordu. Bunun yanı sıra korkaklığı, korkuyu, münafıklığı, hainliği ve karaktersizliği alaya alan, bu tür niteliklere sahip olanları can evinden vuran örneklerle onları aşağılayan anlatımlara yer veriyordu. Öte yandan mü’min ruhlardaki imanı, yiğitliği, sabır ve direnci son derece canlı bir şekilde tasvir ediyor, bu niteliklerin göz kamaştırıcı yüceliklerini belirginleştiriyordu.

Kur’an ayetleri her zaman harekete dönüktürler, işlevlerini görmeye hazırdırlar. Sadece olayı yaşayanların, onu bizzat görenlerin bulunduğu ortamlarda değil, bundan sonra her ortamda ve her tarihte aynı işlevi görürler. Aynı olay ya da farklı çevrelerde ve daha değişik boyutlarda benzeri bir olayla karşılaştığı zaman bir sınırlandırma söz konusu olmaksızın tüm insanlar arasında, yine de hareket etme özelliklerini korurlar. Hem de ilk is1am toplumundaki gücün aynısı ile hareket ederler.

Kur’an-ı Kerim’in ilk defa karşılaştığı şartların aynısı ile karşı karşıya kalanlar ancak gereği gibi anlayabilirler Kur’an ayetlerini. Ancak böyle durumlarda ayetler gizli hazinelerini açar, ancak böyle durumlarda kalpler ayetlerin içeriklerini eksiksiz bir şekilde kavrayacak hale gelebilirler. Böyle durumlarda Kur’an ayetleri kelime ve satırlardan güç ve enerjiye dönüşürler. Bu ayetlerde tasvir edilen olaylar ve gelişmeler elle tutulur gibi somutlaşırlar. Karakterler canlı, anlamlı, etkileyici, coşkun, hayatın pratiğinde hareket eder şekilde, hayatı hem realite dünyasında hem vicdan aleminde gerçek bir hareketliliğe iten unsurlar olarak belirginleşirler.

Kur’an bir okuma kitabı, bir kültür kaynağı değildir. Kesinlikle… Kur’an atılıma hazır bir canlılık kaynağıdır. Çeşitli durumlarda ve olaylar esnasında yenilenen mesajlar içerir. Onun ayetleri harekete hazır durumdadırlar. Yeter ki onlarla kaynaşacak, onlarla iletişim kurabilecek kalpler bulunsun. Olağanüstü sırlara sahip bulunan bu ayetlerde gizli bulunan potansiyel enerjinin hareket imkanı bulacağı şartlar oluşsun!

İnsan bir Kur’an ayetini yüzlerce defa okuyabilir. Sonra öyle bir noktaya gelir, öyle bir olayla karşılaşır ki, sanki ilk defa bu ayeti görmüş gibi olur. Ayet, kendisine bundan önce duymadığı mesajlar vermeye başlar. Kendisini şaşkına çeviren sorusunu cevaplandırır, içinde bulunduğu girift problemi çözüme bağlar, gizli bulunan yolu açığa çıkarır. Gidilmesi gereken yönü belirler. Karşı karşıya kaldığı meselede kalbi kesin bir bilgiye kavuşturur, derinliklerindeki kuşkulan gidererek onu yatıştırır.

Kur’an dışında, eski ve yeni hiçbir kitapta bu özellik yoktur.

Ahzab olayını anlatan Kur’an’ın bu yeni akışı, şayet Allah’ın yardımı ve latif planı olmasa,neredeyse köklerini kurutacak orduyu hiçbir şey yapamadan geri döndüren yüce Allah’ın mü’minlere ne büyük bir nimet bahşettiğini hatırlatarak başlıyor. Bu yüzden daha ilk ayette, ayrıntılara girmeden ve takınılan tavırlara değinilmeden bu olayın özelliği, başı ve sonu hep bir arada anlatılıyor. Amaç kendilerine hatırlatılan ve hatırlanması istenen Allah’ın nimetini ön plana çıkarmaktır. Bir diğer amaç ta mü’minlere vahyettiği kitaba uymalarını emreden, sırf kendisine güvenmelerini isteyen, hiçbir konuda kafir ve münafıklara uymamalarını isteyen yüce Allah’ın kendi davasını yürütenleri, kendi hayat sistemine uyup uygulayanları kâfir ve münafıkların düşmanca tutumlarından koruyacağını vurgulamaktır:

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.