SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA ANKEBUT SURESİ 45. AYET
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
45- Ey Muhammed! Sana vahiy yolu ile indirilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Hiç kuşkusuz namaz, insanı iğrenç işlerden, kötülüklerden alı-kor, Allah’ı anmak en büyük ibadettir. Allah ne yaptığınızı bilir.
Sonra vahiy yolu ile indirilen Kitab’ı oku. Çünkü insanları davet etmek için kullandığın araç, bu Kitap’tır. O’na eşlik eden ilahi ayettir, göklerin ve yerin yaratılışının dayanağı olan büyük gerçekle bağlantılı bulunan hak ilkesidir.
Bir de namazı kıl. Çünkü namaz -gerçekten kılındığı zaman- insanı iğrenç işlerden, kötülüklerden alı kor. Çünkü namaz Allah’a bağlanma durumudur. Bu yüzden kişi namazla birlikte büyük günah işlemekten, kötülüklere bulaşmaktan utanır, bu şekilde Allah’ın karşısına çıkmaktan sıkılır. Namaz arınmadır, kötülüklerden soyutlanmadır. Kötülüklerin kiri, iğrenç davranışların ağırlığı namazla uyuşmazlar: “Namaz kılan, buna rağmen namazı kendisini iğrenç işler-den ve kötülüklerden alıkoymayan birisinin kıldığı namaz, kendisini Allah’dan uzaklaştırmaktan başka işe yaramamıştır. (İbn-i Cerir rivayet etmiş ve “Bize Ali anlattı, ona da İsmail b. Meslem Hasan’dan aktararak anlattı. Hasan’da ona Resulullah şöyle buyurdu demiştir” der.) Böyle birisi namazı olduğu gibi kılmamıştır. Sadece namazın gerektirdiği davranışları yerine getirmiştir. Namazı gerçek anlamda kılmak ile, namazın gerektirdiği hareketleri yapmak arasında büyük fark vardır. Namaz gerçek anlamda kılındığı zaman Allah’ı anmaktır. “Allah’ı anmak en büyük ibadettir.” Kesin olarak büyüktür, her türlü heyecandan, her türlü özlemden büyüktür. Bütün ibadetlerden ve içten yakarışlardan daha büyüktür.
“Allah ne yaptığınızı bilir.”
Hiçbir şey, hiçbir durum O’na gizli kapaklı kalmaz. Siz O’na döneceksiniz. Yaptıklarınıza göre hakettiğiniz cezayı verecektir.
- CÜZ SONU – 21. CÜZ BAŞLANGICI
Burası Ankebut suresinin son bölümüdür. Surenin iki bölümü ise, daha önce yirminci cüzde ele alınmıştı. Surenin ekseni, -daha önce değindiğimiz gibi- dilleri ile mü’min olduklarını söyleyenlerin imtihandan, denemeden geçirilmelerine ilişkin açıklamalardır. Bu imtihan ve denemelerle güdülen amaç, kalplere bulaşmış kötülüklerin giderilmesi, imtihan ve deneme esnasında gösterilen sabrı ölçü alarak iman konusunda doğru söyleyenlerle münafıkların birbirinden ayrılmasıdır. Bunun yanı sıra iman davasına ve mü’minlere karşı koyan, çeşitli baskı ve işkence yöntemlerini kullanarak onları davalarından vazgeçirmeye, doğru yoldan çıkarmaya çalışan yeryüzü menşeli güçlerin önemsizliğinin belirtilmesi de surenin genelinde ön plana çıkan gerçeklerden biridir. Bu arada yüce Allah’ın kötülük taraftarlarını suçüstü yakaladığı, denemelere karşı sabreden, imtihanların uzamasına karşı direnç gösteren mü’minlere yardım ettiği de vurgulanıyor. Bu, Hz. Nuh’dan -selâm üzerine olsun- bu yana gelmiş-geçmiş tüm davet hareketleri için geçerli olan Allah’ın koyduğu bir yasadır. Bu yasa kesinlikle değişmez ve bu yasa evrenin yapısına karışmış, aynı şekilde özelliği bakımından hiçbir değişikliğe uğramayan davet hareketi tarafından temsil edilen büyük gerçekle, hak ilkesi ile doğrudan ilişkilidir.
Geçen cüzün sonunda yer alan surenin ikinci bölümü, kendisine inanan mü’minlerle birlikte vahiy yoluyla kendisine indirilen Kitab’ı okumasına, Allah’ı anmak amacı ile namazı kılmasına, kulların her yaptığını bilen Allah’ı gözetmesine ilişkin Peygamber efendimize yönelik bir çağrıyla son bulmuştu.
Bu son bölümde ise tekrar Kur’an-ı Kerim’den ve daha önce indirilen kitaplarla aralarındaki ilgiden söz ediliyor. Bu arada müslümanlara kendilerine gönderilen kitapları değiştirip şirke sapan zalimler hariç, Yahudi ve Hıristiyanlarla tartışırken alabildiğince gönül alıcı ve etkili bir dil kullanmaları emrediliyor. Çünkü şirk en büyük zulümdür. Ayrıca müslümanların tarih boyunca gelmiş-geçmiş tüm davet hareketlerine inandıklarını, Allah tarafından gönderilen bütün kitapları kabul ettiklerini açıkça duyurmaları isteniyor. Çünkü daha önce gönderilen kitaplar da Allah katından gelmiş ve şu anda ellerinde bulunan Kitab’ı doğrulayan hak içeriklidirler.
Daha sonra müşriklerin yüce Allah’ın kendilerine gönderdiği peygambere indirilen Kitab’ı inkâr ettikleri, bu büyük iyiliği gereği gibi değerlendirmedikleri, kendi içlerinden bir peygambere indirilen bu Kitap’la somutlaşan ilahi lütfa gereken olumlu karşılığı veremedikleri bir sırada Ehl-i Kitab’a mensup bazı kimselerin bu son Kitab’a inandıklarından söz ediliyor. Oysa bu Kitap’la kendilerine hitap eden, Allah’ın sözlerini aktaran bu peygamber daha önce ne bir kitap okumuş ne de yazmıştı. Bu Kitab ı onun yazdığına, kendi emeğinin ürünü olduğuna ilişkin en ufak bir kuşku yoktu ortada.
Öte yandan müşrikler, Allah’ın azabının çabucak kendilerine ilişmesini istemekten sakındırılıyorlar. Bu azabın ansızın gelebileceği belirtilerek tehdit ediliyorlar. Bu arada Allah’ın azabının aslında ne kadar yakınlarında olduğu, cehennem ateşinin nasıl kendilerini kuşattığı ve ilahi azabın başlarından aşağı ve ayaklarının altından kendilerini sardığı günkü durumları tasvir ediliyor.
Sonra Mekke’de davalarından vazgeçmeleri için baskı gören, çeşitli işkencelerden geçirilen mü’minlere dönülüyor. Sadece Allah’a kulluk sunabilmeleri için dinleri uğruna Allah’a hicret etmeye teşvik ediliyorlar. Mü’minlere hitap edilirken öyle enteresan bir üslup kullanılıyor ki, vicdanlarını kemiren her türlü olumsuz düşünce, onları bulundukları yere bağlayan her türlü engel bir çırpıda gideriliyor. Bir iki psikolojik uyarı amaçlı fiske ile kalpleri Rahman’ın parmakları arasında şekilden şekile sokuluyor. Kalplerde bu kadar kısa sürede meydana gelen olağanüstü değişiklik de gösteriyor ki, bu Kur’an’ı indiren Allah bu kalplerin yaratıcısıdır. Çünkü bu kalplerin gizli giriş ve çıkış noktalarını, ancak onları yaratan bilebilir. Sırf latif ve her şeyden haberdar olan yüce Allah bu kalplere bu şekilde dokunabilir.
Ardından surenin akışı, buradan müşriklerin tutumlarındaki çarpıklığın şaşırtıcılığını gözler önüne seren bir konuya geçiyor. Müşriklerin karmaşık ve çelişkili bir düşünceye sahip olduklarını somut olarak vurguluyor. Müşrikler, yüce Allah’ın gökleri ve yeri yarattığını, güneşi ve ayı buyruğu altına alıp iradesi doğrultusunda yönlendirdiğini, gökten yağmur yağdırdığını, bu yağmur aracılığı ile ölü toprağı dirilttiğini kabul ediyorlar. Gemiye bindikleri zaman dini bütünüyle Allah’a özgü kılarak sadece O’na yalvarıyorlardı. Sonra aynı müşrikler, birtakım düzmece ilahı Allah’a ortak koşuyor, O’nun indirdiği Kitab’ı inkâr ediyorlardı. Allah’ın Peygamberine eziyet ediyor, O’na inananları dinlerinden vazgeçirmek için işkenceden geçiriyorlardı. Öte yandan müşriklere Allah’ın kendilerine yönelik nimeti hatırlatılıyor. Çevrelerindeki insanlar korku ve endişe içinde yaşarlarken, onların güvenceli ve dokunulmaz Mekke’de yaşamalarının
Allah’ın kendilerine yönelik bir lütfu olduğu vurgulanıyor. Ama onlar Allah`a iftira ediyorlar, uydurma tanrıları O’na ortak koşuyorlar. Bu tutumlarından dolayı cehenneme atılacakları, buranın kâfirlerin barınağı olduğu belirtiliyor.
Sure, Allah yolunda cihad eden, bütün ibadet şekillerini sadece O’na özgü kılmak isteyen, engelleri, imtihanları olun uzunluğunu ve engelleyicilerin çokluğunu birer birer aşan kimselerin; doğru yola iletileceklerine ilişkin Allah’dan gelen vurgulu ve pekiştirilmiş bir vaad ile noktalanıyor.