SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA FETİH SURESİ 27 VE 28. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
27-.Andolsun ki Allah, Peygamberinin rüyasının gerçek olduğunu tasdik eder. Ey inananlar! Siz, Allah dilerse, güven içinde başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınız kısaltılmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. Size bundan başka, yakın zamanda bir zafer verecektir.
28- Resulünü, hidayet ve hak dinle gönderdi ki o hak dini, bütün dinlere üstün kılsın. Şahid olarak Allah yeter.
Bu ayette yer alan birinci müjde, yani Resulullah’ın gördüğü rüyanın doğrulanması ve müslümanların Mescid-i Haram’a güven içinde girecekleri hiç korkmadan Hac veya Umre ibadetini yaptıktan sonra, saçlarını kısaltıp başlarını tıraş edeceklerine dair bu ilk müjde… İşte bu müjde bir yıl sonra gerçekleşmiştir. Sonra, Hudeybiye barışından iki yıl sonra da daha büyük ve daha net olarak ortaya çıkmıştır bu müjde. Çünkü iki yıl sonra müslümanlar Mekke’yi fethetmişler ve yüce Allah’ın dini Mekke’ye hakim olmuştur.
Ne var ki yüce Allah mü’minleri iman terbiyesi ile terbiye ederek buyuruyor ki: “Allah dilerse Mescid-i Haram’a gireceksiniz”. Şu halde Mescid-i Haram’a giriş kesinlikle olacaktır. Çünkü yüce Allah bunu bildirmektedir. Fakat “dileme” öğesinin müslümanların ruhunda, serbest ve hiçbir şeye kayıtlı olmayanı şekli ile yerleşmesi gerekir ki bu gerçek kalplere kökleşsin ve “Allah’ın dilemesi” kavramı için temel oluştursun.
Kur’an-ı Kerim, bu kavrama dayanıyor, bu gerçeği getiriyor ve bu “Allah dilerse” tarzındaki şartı her yerde, hatta yüce Allah’ın va’dinin zikredildiği yerlerde bile getiriyor. Oysa yüce Allah’ın va’di asla şaşmaz. Ancak ne varki O’nun `’dileme”sinin va’dine yönelmesi asla bir kayda bağlı değildir, hep serbesttir. İşte yüce Allah, mü’minlerin düşünce ve ruhlarının derinliklerinde yer etsin diye bu terbiyeyi onların akıllarına yerleştiriyor.
Şimdi bu va’din nasıl gerçekleştiğinin hikayesine dönüyoruz. Rivayetlerin nakline göre, yedinci hicret yılı -yani Hudeybiye barışını izleyen yıl- Zilkade ayında Resulullah, Hudeybiye’ye katılanlarla birlikte umre yapmak üzere Mekke’ye hareket etti. Zülhuleyfe’de ihrama girdi. Bir yıl önce ihrama girip kurbanlıkları yanına aldığı gibi, yine kurbanlık develeri yanına aldı. Ve sahabeleri de telbiye getirerek yürüdüler. Resulullah Zahran geçidine yaklaşınca, Besleme oğlu Muhammed’i atlı ve silahlı halde öncü olarak yolladı. Müşrikler Muhammed’i görünce çok korktular ve Resulullah’ın kendilerine savaş açtığını ve aralarında imzalanmış olan on yıl süre ile savaşmama anlaşmasını bozduğunu zannettiler. Ve hemen varıp Mekke’lilere haber verdiler. Resulullah Haremdeki putları gözetleyebildiği Zahran geçidine inip konaklayınca, okları, mızrakları ve yayları Batn-ı Yacüc denilen vadiye gönderdi. Ve Mekke’ye müşriklerle anlaştığı şekilde kılıçları kınında olarak girdi. Daha yolda iken, Kureyşliler kendisine Hafs oğlu Mukriz’i gönderdiler. Mukriz: Ya Muhammed! Seni sözünü bozan birisi olarak tanımamıştık, dedi. Resulullah: Ne demek bu, diye sorunca, Mukriz: Üzerimize yaylar ve mızraklarla geldin dedi. Bunun üzerine Resulullah: Böyle bir şey yoktur. Biz silahlarımızı Yacüc vadisine yolladık deyince, bunu duyan Mukriz, zaten biz seni bu niteliklerle, iyilik ve ahde vefa nitelikleri ile tanıdık dedi.
Mekke’li kafirlerin ileri gelenleri, Resulullah’ı ve beraberindeki müslümanları görmemek için, kinlerinden ve nefretlerinden Mekke’nin dışına çıkmışlardı. Geriye kalan Mekke’li erkekler, kadınlar ve çocuklar yollara ve damların üzerine oturarak Resulullah ve beraberinde bulunan müslümanları seyrediyorlardı. Resulullah sahabeler önünde telbiye ederek Mekke’ye girdi. Kurbanlıkları daha önce, Zi Tuva denilen yere göndermişti. Resulullah Hudeybiye anlaşmasının yapıldığı gün bindiği Kusva adlı devesine binmişti. Ensardan Revaha oğlu Abdullah da Resulullah’ın devesinin dizginini tutmuş onu sürüyordu.
Ve işte böylece Resulullah’ın gördüğü rüya doğru çıkmış ve yüce Allah’ın va’di gerçekleşmişti. Sonra da ertesi yıl Mekke fethedilmişti. Yüce Allah’ın dini önce Mekke’ye, sonra da yarımadanın tümüne hakim olmuş ardından da yüce Allah’ın şu son va’di ve müjdesi gerçekleşmişti. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Resulünü, hidayet ve hak dinle gönderdi ki o hak dini, bütün dinlere üstün kılsın. Şahit olarak Allah yeter: ‘
Gerçekten de Allah’ın dini, yalnız Arap yarımadasında değil, daha yarım yüzyıl geçmeden, bütün yeryüzünün insanların oturdukları tüm bölgelerine hakim olmuştu. Yüce Allah’ın dini, İran imparatorluğunun tümüne, Bizans imparatorluğunun büyük bir kısmına, Hindistan’a, Çin’e hakim olmuştu. Sonra güney Asyaya, Malezya ve diğer yerlere ve Doğu Hint adalarına (Endonezya’ya) hakim olmuştu. Miladın altıncı yüzyılın sonları ile, yedinci yüzyılın ortalarına doğru insanların kümelendiği en büyük yerler buralardı.
Ve halen de Hakk’ın dini bütün dinlere üstündür. Hatta fethettiği toprakların büyük bir bölümünde ve özellikle Avrupada ve Akdeniz adalarında siyasal etkinliği yok olduktan sonra ve şu çağda doğuda ve batıda ortaya çıkan düşman güçlere oranla müslümanların tüm yeryüzünde güçlerinin yitirilmesine rağmen yine de Hak dini bütün dinlerden üstündür.
Evet bir din olarak Hak din bütün öteki dinlerden üstündür. Hem bizzat güçlüdür, hem de özü itibarı ile kuvvetlidir. Taraftarların kılıç ve top kullanmasına muhtaç olmadan, kendisi ilerler. Çünkü bu dinin özü fıtratına ve evrenin köklü yasalarına paralel onların doğrultusundadır. Ve çünkü bu dinin özünde aklın ve ruhun ihtiyaçlarına yalın ve köklü olarak cevap verme yeteneği vardır. Yeryüzünü imar etme ve ilerlemenin ihtiyaçlarına, kulübeden oturanlardan tutun da gökdelenlerde oturanlara kadar her türlü insan çevresinin ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir yetenek vardır bu dinde…
İslam’dan başka bir dinde olan bir kişi, bu dine taassup ve tarafgirlikten arınmış bir gözle bakarsa, bu dinin doğruluğunu ve gizli gücünü insanlığı en iyi bir şekilde yönetebilme gücünü, insanlığın doğup gelişen ihtiyaçlarına kolayca ve uygun biçimde cevap verebilme gücünü itiraf eder. “Şahit olarak Allah yeter.”
Hz. Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- Peygamber olarak gönderilmesinin üzerinden daha bir asır geçmeden, açık siyasal şekli ile Allah’ın va’di gerçekleşmişti. Ve bugün de O’nun yüce va’di, sabit prensipler şeklinde halâ gerçekleşip durmaktadır. Ve halâ bu din özünde bütün dinlere üstün olmaya devam etmektedir. Ve hatta yeryüzünde fonksiyonu, her durumda önderlik gücü olan yegane ve kalıcı din bu dindir.
Ve öyle sanıyorum ki, bugün bu gerçeği kavrayıp idrak edemeyenler sadece ve sadece bu dine mensup olan müslümanlardır. Oysa bu dinden olmayanlar bu gerçeği kavradığında, ondan korkmakta ve politikalarında bu gerçeği gözönüne alarak her türlü hesaplarını ona göre yapmaktadırlar.
ALLAH’IN RESULÜ VE MÜ’MİNLER
Şimdi surenin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Kur’an’ın, Resulullah’ın sahabelerinin durumlarını çizdiği bu parlak manzara ile noktalanan sona gelmiş bulunuyoruz. Yüce Allah’ın kendilerinden hoşnud olduğu bu mutlu, bu eşsiz insan topluluğunu şerefli övgüsü ile ödüllendirdiği ve bu hoşnutluğunu onlara tek tek bildirdiği bu final ayetine gelmiş bulunuyoruz.