SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA FURKAN SURESİ 1. ve 3. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
1- Eğri ile doğruyu birbirinden ayıran Kur’anı, tüm insanları ve cinnleri uyarsın diye kulu Muhammed’e indiren Allah’ın şanı yücedir.
2- O ki, göklerin ve yerin egemenliği O’nun tekelindedir hiç evlat edinmemiştir; egemenlikte ortağı yoktur; O her şevi yaratmış ve bir ön-tasarıya göre düzenlenmiştir.
3- Müşrikler Allah’ı bir yana bırakarak hiç bir şey yaratamayan kendileri birer yaratık olan, kendilerine ne zarar ve ne de fayda dokunduramayan; öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltmeye güçleri yetmeyen ilahlar edindiler.
Surenin temel konusunu sezdiren bir başlangıçla karşı karşıyayız. Bu ana konu şu ilkeleri içeriyor: Kur’an, yüce Allah tarafından indirilmiştir. Peygamberimiz bütün insanlığa gönderilmiştir. Yüce Allah tektir, oğul ve ortak edinmiş olması sözkonusu bile edilemeze. Bütün evren O’nun mülkiyeti ve O’nun hikmete dayalı, ön tasarılı yönetimi altındadır. Bütün bunlara rağmen müşrikler O’na ortaklar koşuyorlar, iftiracılar O’na asılsız sıfatlar yakıştırıyorlar, keçi inatlılar O’nun hakkında tartışmalara giriyor ve haddini bilmezler O’na dil uzatıyorlar. Şimdi okuduğumuz ayetleri teker teker irdeleyelim:
“Eğri ile doğruyu biribirinden ayıran Kur’anı, tüm insanları ve cinnleri uyarsın diye kulu Muhammed’e indiren Allah’ın şanı yücedir.”
Ayetin orijinalinde geçen “Tebareke” kelimesi `Tefaale” kalıbında, “bereket” kökünden türemiş bir kelimedir. Fazlalık, sürekli çoğalma, tükenmezlik ve yücelik anlamlarını birarada ifade eder. Ayette yüce Allah’ın adı doğrudan doğruya geçmiyor, onun yerine “Kur’an’ı indiren” sıfatı kullanılıyor. Böylece Kur’an ile yüce Allah arasında sıkı bir bağ olduğu vurgulanıyor, okuyucunun dikkati bu sıkı ilişki üzerinde yoğunlaştırılıyor. Çünkü bu surenin tartışma konusu, Peygamberimizin peygamberliğinin doğruluğu ile Kur’anın Allah tarafından indirildiği gerçeğidir.
Burada Kur’an, “ayırıcı”, “ayıraç” (furkan) adı ile anılıyor. Çünkü bu kitap doğru ile eğriyi (Hak ile batıl’ı) ve doğru yol ile sapık yolu biribirinden ayırır. Hatta o, yaşama tarzları ile insanlık tarihinin dönemlerini de biribirlerinden ayırd eden bir kriter işlevi görür. Çünkü Kur’an, gerek vicdanlara egemen olan değerler sistemi anlamında ve gerekse pratik hayata yansıyan somut uygulamalar anlamında belirgin ve kendine özgü bir hayat tarzının ana hatlarını çizer. Öyle ki, bu hayat tarzı, insanlığın daha önce tanıdığı diğer hayat tarzları ile karıştırılamaz. Yine bu kitap, insanlık tarihinin daha önceki hiç bir dönemi ile karıştırılamayacak olan, hem duygu ve hem de pratik uygulamalar düzeyinde kendine özgü olan ayrı bir tarih dönemini temsil eder. İşte Kur’an bu geniş ve yaygın anlamda bir “ayırd edici”, bir “ayıraç”tır. O insanlık tarihinin çocukluk dönemini noktalayıp olgunluk çağını başlatan, somut olağanüstü mucizeler dönemini kapatarak akla dayalı mucizeler çağını açan, yerel ve süreli peygamberlikler dönemini sona erdirip evrensel, sürekli peygamberlik misyonunu başlatan, “tüm insanlar ve cinnler için uyarıcı” olan bir ayıraç, bir kriter, bir tarih çizgisidir.
Burada Peygamberimiz, onurlandırma ve yüceltilme amacı taşıyan bir yer= de “Allah’ın kulu” sıfatı ile nitelendiriliyor. Nitekim Mirac’a çıkarılması amacı ile gece yolculuğuna çıkarıldığını anlatàn ayette de ayni sıfatla nitelendirilmişti. “İsra” suresinde geçen o ayeti birlikte okuyoruz:
“Kulu Muhammed’i, bir gece, Mescid’i Haram’dan (Kabe’den) yola çıkararak, kendisine bazı mucizelerimizi, olağanüstülüklerimizi gösterelim diye çevresini kutsal kıldığımız Mescid-i aksaya (Kudüs’e) ulaştıran Allah her türlü noksanlıktan uzaktır. (İsra Suresi, 1)
Aynı yaklaşımla yüce Allah’a dua edişi, ona yakarışı anlatılırken de bu sıfatlà anılmıştı. Cinn suresindeki o ayeti de birlikte okuyoruz:
“Allah’ın kulu Muhammed, O’na dua etmeye durduğunda müşrikler sanki bir keçenin tüyleri gibi kenetlenerek çevresini sararlardı.” (Cinn Suresi, 19)
İşte Peygamberimiz Kur’anın kendisine indirildiğinin belirtildiği burada, “Kehf” suresinin benzer bir yerinde olduğu gibi “Allah kulu” sıfatı ile nitelendirilerek anılıyor. Kehf suresinin o ayeti de şöyle idi:
“Hiç bir çarpık yeri olmayan bu tutarlı Kitab’ı (Kur’anı) kulu Muhammed’e indiren Allah’a hamdolsun.” (Kehf Suresi, 1)
Okuduğumuz ayetlerde Peygamberimizin kulluk niteliğinin vurgulanması, bu “makam”ın yüce bir makam olduğunu ve bir insanın tırmanabileceği en yüksek doruk oldùğunu kanıtlar. Bu nitelendirmede şu gizli mesaj da vardır: İnsan ne kadar yükselirse yükselsin, Allah’ın kulu olma niteliğini aşamaz, bu makama bir başka rütbe ekleyemez. Bu durumda ilahlık makamı, her türlü kuşkudan, her türlü ortaklık ve benzerlik yakıştırmasından arınmış bir yalınlıkla yüce Allah’a “özgü” olarak kalır. Çünkü Miraca çıkmak üzere girişilen gece yolculuğu gibi, yüce Allah’a dua etmek ve O’nunla “söyleşmek” gibi ve yüce Allah’tan vahiy yolu ile mesaj almak gibi ayrıcalıklı “makam”lar ve durumlar, öteden beri kimi peygamber bağlılarının ayaklarını kaydırmıştır. Yüce Allah’a oğul yakıştırma masalları ya da ilahlık-kulluk ilişkisi temeline dayanmayan başka ilişkilerin bazı peygamberlere yakıştırılması, hep bu ayrıcalıklı “makam” dan kaynaklanmıştır. İşte Kur’an-ı Kerim, bundan dolayı burada Peygamberimizin “kul olma” vasfını vurgulamakta, kulluğu insànların en seçkin simalarının en son yükselebilecékleri doruk olarak tanıtmaktadır.
Okuduğumuz ayetlerde Kur’anın Peygamberimize indirilişinin amacı, “tüm insanları ve cinnleri uyarmak” olarak gösteriliyor. Bu ayetin Mekke’de indiğini bildiğimize göre bu ifade, Peygamberimizin misyonunun daha ilk günlerinden itibaren evrensel nitelikli olarak ortaya çıktığını kanıtlar. Buna göre bazı müslüman olmayan sözde “tarihçiler”in bu konuya ilişkin iddiaları asılsızdır. Onların ileri sürdüklerine göre İslam, önce “yöresel” bir din olarak doğmuş, geniş alanlara yayıldıktan sonra milletlerarası, ya da “evrensel” olma amacına yönelmiştir. Oysa bu ayetten anlaşılıyor ki, İslamiyet daha doğarken “evrensel” bir misyon olarak doğmuştur. Sistemin karakteristik yapısı evrenseldir, kullandığı yöntemler tam anlamı ile “tüm insanlığa” yönelik yöntemlerdir, amacı da tüm insanlığı bir çağdan başka bir çàğa, bir hayat tarzından başka bir hayat tarzına geçirmektir. Bu çağ atlatma hamlesi, yüce Allah’ın, tüm insanları ve cinnleri uyarsın diye sevgili kulu, Hz. Muhammed’e indirdiği Kur’an aracılığı ile gerçekleşecektir. Görülüyor ki, Peygamberimizin Mekke’de müşriklerin sert direnişi, yalanlamaları ve inkarcılıkları ile boğuştuğu zor günlerde bu dinin “evrenselliği” kesin bir dille açıklanmaktadır.
Doğru ile eğriyi biribirinden ayıran Kur’anı, sevgili kulu Muhammed’e indiren Âllah’ın şanı yücedir.
“O ki, göklerin ve yerin egemenliği O’nun tekelindedir; hiç evlat edinmemiştir; egemenlikte ortağı yoktur; O her şeyi yaratmış ve bir ön-tasarıya göre düzenlemiştir.”
İlk ayette olduğu gibi buràda da yüce Allah’ın adı açık açık anılmıyor, bunun yerine bir sıfat kullanılıyor. Böylece burada dikkatlerimiz, burada vurgulanmak istenen sıfat üzerinde yoğunlaştırılıyor. Tekrar okuyalım:
“O ki, göklerin ve yerin egemenliği O’nun tekelindedir.”
Yani göklerin ve yerin her anlamdaki egemenliği, gerek mülkiyet ve üstünlük anlamındaki egemenliği, gerek önceden tasarlama ve yönetme anlamındaki egemenliği, gerekse değiştirme ve yenileştirme anlamındaki egemenliği,O’nun tekelindedir. Devam ediyoruz:
“O hiç evlat edinmemiştir.”
Üreme, yüce Allah’ın hayatın devamı için yarattığı doğal kanunlardan biridir. Oysa yüce Allah’ın varlığı geçici değil, kalıcı ve süreklidir. O’nun gücü her şeye yeter, hiç bir şeye muhtaç değildir. Devam edelim:
“Egemenlikte ortağı yoktur.”
Göklerde ve yerdeki bütün varlıklar ve gelişmeler ortada bir karar birliğinin, bir yasal birliğinin, bir yönetim birliğinin olduğunu kanıtlar. Devam ediyoruz:
“O her şeyi yaratmış ve bir ön tasarıya göre düzenlemiştir.”
Yüce Allah, bu koca evrendeki her varlık biriminin hacmini, biçimini, fonksiyonunu, işini, zamanını, yerini, diğer varlıklarla uyumlu ilişkisini düzenlemiştir.
Gerek evrenin kendisinin ve gerekse evrende yeralan tüm varlıkların bileşimleri; insanı gerçekten hayrete düşürür, “rastlantı” düşüncesini kökünden çürütür. İnsanoğlunun bilgisi geliştikçe, evrenin yasalarına, işleyişine ve varlık birimlerine egemen olan uyumun yeni örneklerini keşfettikçe bu çarpıcı ayetin anlamını daha iyi anlıyor, onun kapsamını kavramaya çalışanın ufku biraz daha genişliyor. Tekrarlayalım:
“O her şeyi yaratmış ve bir ön tasarıya göre düzenlemiştir.”
Bakın Newyork bilimler akademisinin eski başkanlarından O’Crasy Morisson “İnsan Yalnız Değildir” adlı eserinde ne diyor?
“İnsanı dehşete düşüren bir başka nokta, tabiatın bu günkü biçimde düzenlenmiş olması, bu düzenin bu kadar üstün bir inceliğe ermiş olmasıdır. Mesela yer kabuğu şimdikinden bir kaç metre daha kalın olsaydı, karbondioksid’in oksijen atomlarından birini emecek, bunun sonucunda bitkilerin yaşaması mümkün olmayacaktı.
Eğer atmosfer, şimdikinden daha kalın olsaydı, atmosfer dışında yanan milyonlarca meteor, yerkürenin değişik yerlerine çarpacaktı. Bu meteorlar altı mil ile kırk mil arasında değişen bir hızla düşerler. Bu durumda yanabilen her şeyi tutuşturabilirlerdi. Eğer bu meteorlar kurşun hızı ile düşseler yere çakılırlar ve bundan korkunç sonuçlar doğardı. Eğer kurşun hızından doksan kat daha hızla düşen bir meteor parçası insana çarparak geçse sadece ısı etkisi ile onu paramparça ederdi.
Atmosfer, gerektiği kadar kalındır. Bu ölçülü kalınlık, bitkilerin muhtaç oldukları kimyasal etkili ışınları sızdırmaya elverişlidir. Ayrıca mikropları öldürür ve besinlerin gelişmesine imkan verir. Üstelik eğer insan gereğinden daha uzun bir süre güneşte kalmazsa bu ışınlardan zarar görmez. Uzun yüzyıllardan beri yeryüzü, çoğu zehirli olan gazlar yaydığı halde hava kirlenmiyor, temiz kalabiliyor, insanın yaşaması için gerekli olan dengeli oranını koruyabiliyor. Bu büyük dengeyi yerkabuğunu saran su kütleleri, okyanuslar sağlıyor. Hayat, besin maddeleri, yağmurlar, yaşamaya uygun iklim, bitkiler ve son olarak insanın kendisi varlıklarını bu su kitlesine borçludurlar.”
Yazar, kitabının bir başka bölümünde şöyle diyar:
“Eğer havadaki oksijenin oranı şimdiki gibi yüzde yirmibir değil de yüzde elli, ya da daha yüksek olsaydı, dünyadaki bütün yanabilen maddeler her an tutuşabilirlerdi. O zaman çakan şimşekten çıkan ilk kıvılcım bir ağaca çarpsa bütün bir ormanı patlamaları küle çevirirdi. Buna karşılık eğer havadaki oksijenin oranı yüzde on’a, ya da daha aşağıya düşse belki hayat, uzun yüzyıllar içinde kendini bu şartlara adapte ederdi, ama bu durumda şimdi insanın varlığına alıştığı uygarlık imkanlarının bir çoğundan mesela ateşten-yoksun olurduk.”
Yazar, adı geçen eserinin üçüncü bölümünde ise şöyle diyor:
“Tabiatta ne hayret verici bir denge,bir denetim mekanizması vardır. Bu denge sert kabuklu hayvanların döneminden beri her hangi bir hayvan türünün dünyaya egemen olmasına meydan vermemiştir. Hiç bir hayvan türü ne kadar yırtıcı, ne kadar iri gövdeli ve ne kadar kurnaz olursa olsun dünyayı ele geçirememiştir. Yalnız insan bitkilerin ve hayvanların yaşama alanlarını değiştirerek bu doğal dengeyi bozmuştur. Fakat çok geçmeden hayvan, böcek ve bitki kaynaklı çeşitli afetlere uğrayarak bu yanlış uygulamanın ağır cezasını çekmiştir.
Şimdi anlatacağımız olay, bu kuralların insan varlığı açısından ne kadar önemli olduklarının canlı örneğidir.
Birkaç yıl önce Avustralya’da erozyonu önleme amacı ile başka yerden,getirtilen kaktüs türünde bir bitki geliştirildi. Fakat bu bitki türü o kadar hızlı bir şekilde yayıldı ki çok geçmeden tüm İngiltere’nin yüzölçümüne eş bir alan kapladı. Şehirlilerin de, köylülerin de hayatlarını zorlaştırmaya başladı, ékinleri yoketti, tarıma darbe indirdi. Ama Avusturyalılar yine de bu bitkinin hızlı yayılışını önleyecek bir çare bulamadılar. Tüm Avusturya hiç bir engel tanımadan yayılışını sürdüren, bu yabancı kaynaklı başıboş bitki ordusunun istilasına uğrama tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.
Bunun üzerine böcek uzmanları dünyanın çeşitli yerlerinde yaptıkları araştırmalar sonunda sadece bu kaktüs bitkisi üzerinde yaşayan, sırf onun yapraklarını yiyerek beslenen bir böcek buldular. Bu böcek hızlı ürüyordu. Ayni zamanda Avustralya’da, düşmanı olan bir başka böcek türü yoktu. Bu yüzden çok geçmeden sözkonusu kaktüs türü bitkinin yayılmasını durdurdu. Arkasından kendi üremesi de yavaşladı. Günün birinde sözkonusu kaktüs türü bitkinin, sürekli yayılışını önlemeye yetecek kadar az bir nesli kaldı.
Görüldüğü gibi tabiatta her zaman kurallar ve dengeler egemendir ve dengeler her zaman faydalıdır.
Sıtma hastalığının taşıyıcısı olan sivrisinek neden bütün dünyaya yayılmayı başaramadı? Oysa atalarımız ya onun aşıladığı hastalıktan ölüyor, ya da aşıladığı mikroba karşı bağışıklık kazanıyorlardı. Ayni soruyu sarı hummayı yayan sinek için sorabiliriz. Oysa bu sinek bir zamanlar o kadar kuzeye doğru ilerledi ki, bir mevsimde Newyork şehrine kadar sokulabilmişti. Soğuk bölgelerde sık rastlanan sinek türleri için ayni sözü söyleyebiliriz. Niçin gece sineği asıl yurdu olan sıcak bölgeler dışında yaşayacak biçimde gelişerek insan türünü kökünden yok edebilecek bir etkinlik düzeyine erememiştir? Düne kadar insan koleranın, vebanın ve daha bir çok öldürücü mikrobun karşısında herhangi bir koruyucu önlemden yoksundu. Koruyucu aşılardan tamamen habersiz bir cahillik dönemi yaşıyordu. Bütün bunları hatırladığı takdirde bu aleyhte faktörlere rağmen insan soyunun varlığının devam etmesinin gerçekten hayret verici bir olgu olduğunu anlamakta gecikmez.
Böceklerin, insanlar gibi akciğerleri yoktur. Solunumlarını borucuklar aracılığı ile gerçekleştirirler. Fakat böcekler gelişip vucudları irileşince söz konusu borucuklar irileşen vucudları oranındaki oksijen akışını sağlayamazlar. Bu yüzden tabiatta bir kaç santimden uzun böcek türüne rastlanmaz. Böceklerin kanatları da fazla uzamaz. İşte böceklerin organik yapılarının bu özellikleri ve solunum yollarının sınırlı fonksiyonu yüzünden iri gövdeli bir böcek türünün varlığı mümkün değildir. Bu sınırlı gelişmişlik düzeyi tüm böcek türlerini frenlemiş; onlara dünyaya egemen olma imkanı vermemiştir. Eğer bu doğal engel olmasaydı, yeryüzünde insan soyu varolamazdı. Arslan kadar iri bir eşek arısı ile ya da o kadar kocaman bir örümcek ile normal bir insanın karşılaştığını düşününüz. Acaba o insanın hali nice olur?
Bunlar dışında hayvan fizyolojisinde öyle müthiş, öyle şaşırtıcı düzenlemeler var ki, pek az insan bunların farkındadır. Ama eğer bu düzenlemeler olmasaydı, hiç bir hayvan, hatta hiç bir bitki varlığını sürdüremezdi.
Görülüyor ki, insan bilgisi gün geçtikçe yüce Allah’ın yaratıklarına ilişkin tasarlayıcılığının hayret verici yeni bir belirtisini, evrene ilişkin ince bir düzenlemesini keşfediyor; böylece O’nun sevgili “kul”una indirdiği Kur’anda yeralan “O her şeyi yaratmış ve bir ön-tasarıya göre düzenlemiştir.” şeklindeki buyruğunun her gün yeni bir anlamını kavramaktadır.
Gerçek böyle olmakla birlikte şu müşrikler bütün bunlardan hiç bir şey anlamıyorlar. Okuyalım:
“Müşrikler Allah’ı bir yana bırakarak hiç bir şey yaratamayan, kendileri birer yaratık olan, kendilerine ne fayda ve ne de zarar dokunduramayan; öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltmeye güçleri yetmeyen ilahlar edindiler.”
Görüldüğü gibi, müşriklerin sözde ilahları, bütün ilahlık vasıflarından soyutlanıyorlar. Çünkü “Onlar hiç bir şey yaratamıyorlar.” Oysa Allah her şeyi yaratmıştır. Üstelik onların “kendileri birer yaratıktır.” Eğer put ve heykel türü şeyler ise onları kendilerine tapanlar “yaratıyor” yani yapıyor. Eğer bu düzmece ilahlar melek, cinn, insan, taş ve ağaç ise o zaman onları yüce Allah “yaratıyor” yani yoktan varediyor. Yine bu düzmece ilahlar, değil bağlılarına “bizzat kendilerine ne fayda ve ne de zarar dokunduramazlar.” Kendisine faydası olmayanın, zararlı olması kolay olabilir. Fakat bu düzmece ilahların buna bile güçleri yetmez. “Zarar vermek” bir insanın kendine kolaylıkla yapabileceği bir şey olduğu için ayette “fayda”nın önüne geçirilmiştir. Arkasında sadece yüce Allah’ın tekelinde olan vasıflara tırmanılıyor. Okuyoruz:
“Öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltmeye güçleri yetmeyen ilahlar edindiler.”
Bu düzmece ilahla ne diriyi öldürebilirler, ne yeni bir canlı meydana getirebilirler ve ne de ölüyü diriltebilirler. Peki geride ne kaldı? Hangi ilahlık sıfatına sahiptirler? Şu müşrikler hangi kuşkuya kapılarak bu putları ilah ediniyorlar?
Sözkonusu olan açık ve koyu bir sapıklıktır. İnsan bu kadar sapıtınca Peygamberimiz hakkında o adamların ileri sürdükleri saçma iddiaları ağzına alabilir. Bu sözler onlara çok görülmez. Çünkü Peygamberimize yönelik bu iddiaların daha çirkinlerini, daha ağza alınmazlarını yüce Allah hakkında ileri sürmüşlerdir. Bir insanın yüce Allah’a ortak yakıştırmasından daha çirkin bir iddia olabilir mi? Nitekim Peygamberimiz “En büyük günah nedir?” sorusuna “seni yaratan Allah’a eş koşmaktır.” diye cevap vermiştir. (Buhari, Müslim)
MÜŞRİKLERİN KÜSTAHÇA TAVIRLARI
Yüce Allah’a yönelik bu edep dışı iddiaların sunulmasından sonra Peygamberimize yöneltilen küstahça iddialar gündeme getiriliyor, hemen arkasından bunların ne kadar saçma ve ne kadar yalan sözler olduğu vurgulanıyor. Okuyoruz: