sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA HUCURAT SURESİ 14 VE 18. AYETLER

SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA HUCURAT SURESİ 14 VE 18. AYETLER
23.02.2024
192
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

14- Ey Muhammed! Bedeviler: “İnandık ” dediler, de ki: “İnanmadık fakat islam olduk deyin; inanç henüz gönüllerinize yerleşmedi; eğer Allah a ve Peygamberine itaat ederseniz yaptıklarınızdan birşey eksilmez; doğrusu Allah, bağışlar, merhamet eder.”

15- Gerçek mü’minler ancak Allah’a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte iman sözlerinde doğru olanlar onlardır.

16- De ki: “Siz mi Allah’a dininizi öğreteceksiniz? Allah, göklerde ve yerde olanları bilir, Allah, herşeyi bilendir.”

17- Ey Muhammed! Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak isterler de ki: “Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın. Tersine, size imanı nasip ettiği için Allah sizi minnet altında bırakır.”

18- Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizlisini bilir. Allah yaptıklarınızı görmektedir.

Rivayete göre bu ayetler, Esed oğulları kabilesinin bedevileri hakkında nazil olmuştur. Bu bedeviler islama girer girmez, Resulullah’a: “Ya Resulallah! Bizler islama girdik. Araplar sana karşı savaşırken bizler savaşmadık” diyerek, islama girmelerini onun başına kakmışlardı.

Bunun üzerine yüce Allah, onlar bu sözü söylerken kalplerindeki olanın gerçek yüzünü, ortaya çıkarmakta ve onların islama teslim olma anlamında girdiklerini fakat kalplerinin henüz “iman mertebesi”ne erişmediğini bildirmekte ve bununla, imanın aslının onların kalplerine yerleşmediğini ve ruhlarının bu gerçeği sindiremediğini ifade etmektedir: “De ki: `İnanmadınız fakat islam olduk deyin; inanç henüz gönüllerinize yerleşmedi.”

Bununla birlikte, yüce Allah’ın lütfu, onların yaptıkları her iyi amele, kendilerinden hiçbir kısıntı yapılmayarak karşılığının verilmesini gerektirmiştir. Kalbe nüfuz etmemiş ve dolayısı ile güven ve huzur verici iman olması imkansızlaşmış böyle göstermelik bir islam, onların yaptıkları iyi amellerin kendi lehlerine kaydedilmesine yeterlidir. Dolayısı ile onların iyi amelleri kafirlerin amelleri gibi boşa gitmez. Ve onlar itaat ve teslimiyet içinde oldukları müddetçe amellerinin karşılığından hiçbir şey eksiltilmez. “Şayet Allah’a ve Peygamberine itaat ederseniz yaptıklarınızdan birşey eksilmez.”

Çünkü Allah bağışlama ve rahmeti daha çok sever. Dolayısı ile, kulu hak yoluna ilk adımını atar atmaz, onu kabul eder, kulun kalbi imanın aslını, özünü hissedene kadar onun itaat ve teslimiyetinden hoşnut olur. “Doğrusu Allah bağışlar, merhamet eder.”

Sonra yüce Allah onlara imanın aslını açıklıyor:

“Gerçek mü’minler ancak Allah’a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte iman sözlerinde doğru olanlar onlardır.”

İman; Allah’ı ve Resulullah’ı sözlerinde doğrulamaktır. Bu öyle bir doğrulamaktır ki; içine hiçbir şüphe ve kuşku karışmaz. Sarsılmayan, kararsızlık kabul etmeyen, duygu ve heveslerin sesinin duyulmadığı kalbin ve hislerin tereddüt duymadığı yerleşik, değişmez ve güven verici bir doğrulamadır bu iman… Mal ve can ile Allah yolunda cihadın kaynaklandığı bir imandır bu… Bir kalp bu imanın tadını tattığı ve onda huzur duyup da o iman üzerinde değişmeden kaldığı zaman, kalbin dışında, hayat sahnesinde, insanların dünyasında o imanın gerçek karekterini hayata geçirmek için mutlaka bir atılım olması kaçınılmazdır. İnsan bu durumda, içinde hissettiği gerçek iman ile, dışardan kendini çevreleyen gelişmeler ve hayatın akışı arasında bir birlik kurmayı isteyecektir. Ve hissindeki iman şekli ile çevresindeki gerçek şekil arasında bir ayırıma asla sabredemeyecektir. Çünkü bu ayrılık, sürekli onu rahatsız edecek ve içinde çatışmaya yol açacaktır. Ve dolayısı ile, bu noktadan, Allah yolunda malı ile ve canı ile cihada atılma aslında mü’minin içinden fışkıran kişisel bir atılımdır. Mü’min cihadı ile, kalbinde yaşattığı parlak şekili hayat sahnesinde ve insanların arasında da uygulanmış görmek için gerçekleştirmek ister. Şu halde mü’min ile, çevresindeki cahiliyet hayatı arasındaki çatışma özünde kaynaklanır. Müslümanın iman düşüncesi ile mü’minin karşılaştığı pratik gerçek arasındaki çifte standartlı hayata tahammül edememesinden kaynaklanır. Ve yine, bu çatışma, mü’minin eksik, kötü ve sapık olan pratik hayat uğruna, kendi doğru, mükemmel iman düşüncesinden taviz vermemesinden kaynaklanır. O halde bir mü’minle kendisini çevreleyen cahiliyet arasında bu cahiliyet iman düşüncesine ve imani hayata boyun eğinceye kadar savaş olması kaçınılmazdır.

“İşte iman sözlerinde doğru olanlar onlardır.”

İşte onlar inançlarında sadık olanların ta kendileridir. İşte onlar kendilerinin mü’min olduklarını söylerken doğru söyleyenlerin ta kendileridir. Bu duygular kalpte yer etmedikçe, bu duyguların izi gerçek hayatta uygulanmadıkça, iman gerçekleşmiş olmaz. İnançta doğruluktan ve inancın olduğu iddiasından söz edilemez.

Bu ayette söz arası olarak gelmiş olan şu ifade üzerinde bir nebze duralım: “Gerçek mü’minler ancak Allah’a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır İşte iman sözlerinde doğru olanlar onlardır.” Bu ifade sadece gelişigüzel söylenmiş bir ifade değildir. Bu ifade, gerçekçi ve psikolojik bir deneyime parmak basmakta ve insanın nefsine hatta imandan sonra meydana gelen aksaklığı tedavi eden bir ifadedir. “Sonra asla şüpheye düşmeyen.” Bu ara cümle tıpkı “Şüphesiz Rabbim Allah’tır deyip sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin…” (Fussilet Suresi, 30) ayetindeki ara cümlenin benzeridir. Birinci ayette, “şüpheye düşmemek” ikinci ayette ise Rabb’imiz Allah’tır deyip de sonra da “dosdoğru yürümek”, mü’min olan bir kimsenin acı tecrübelerin ve şiddetli imtihanların etkisi ile bazen şüpheye düşüp sarsıntı duyabileceğine işaret etmektedir. Bir mü’min hayatında kendisini titreten zorluklara, sarsan musibetlere çarpabilir. İşte bütün bu engeller karşısında kararlı kalıp sarsılmayan, yüce Allah’a güvenip şüpheye düşmeyen dosdoğru olan ve yüce Allah ile bağlarını koparmayan kimse Allah katında böyle bir dereceyi hak eder.

Ayetin ifadesinin bu şekilde gelmesi, yolun kaygan noktaları ve yolculuğun tehlikeleri hakkında mü’min kalplerin dikkatlerini çekmektedir. Bundan hedef ise mü’minlerin işlerini sıkı tutmalarını, ölçülü ve dürüst olmalarını sağlamak ve ufuk belirsizleşip de hava iyice karardığı ve fırtına ve rüzgarlarla karşılaştığı zaman şüpheye düşmemesini temin etmektir.

İlahi ifadenin bundan sonraki akışı, bedevilere dönmekte ve onlara kalplerini ve içinde olanı yüce Allah’ın en iyi bilen olduğunu ve kalplerinden geçeni onlara kendisinin haber verdiğini ve kalpleri hakkında kendilerinden bilgi almadığını belirtmektedir:

“De ki: `Siz mi Allah’a dininizi öğreteceksiniz? Allah, göklerde ve yerde olanları bilir, Allah, herşeyi bilendir.”

İnsanoğlu kendi nefsini ve kalbinde olan duyguları nefsinin özünü ve duygularının gerçek niteliğini bilmediği halde bilgiçlik taslar durur. Akıl kendisi bile nasıl çalıştığını bilemez. Çünkü akıl çalışırken kendi kendini kontrol edemez. Kendisini kontrol ederken de normal çalışmasını yapamaz. O halde ortada aklı kontrol edecek bir mekanizma yoktur. Akıl normal çalışmasını yaparken aynı anda kontrol görevi yapamaz. Dolayısı ile akıl, kendisinin nasıl bir özellikte olduğunu, nasıl çalıştığını anlamaktan acizdir. İnsanın kendisi ile böbürlendiği araç budur işte…

“Allah göklerde ve yerde olanları bilir.”

Yüce Allah göklerde ve yerde olanları gerçek anlamda bilir, dış görünüşleri ve neticeleri ile değil, onların asılları ve gerçek kimlikleri ile bilir. Hem de sınırlı ve süreli olmayan kapsamlı ve kuşatıcı bir bilgi ile bilir. “Allah, herşeyi bilendir.” Yüce Allah herşeyi bu kapsamlı ve kuşatıcı genelleme ile birlikte bilir.

Yüce Allah bedevilerin kavrayamadıkları ve ulaşamadıkları imanın gerçeğini açıkladıktan sonra, Resulullah’a yöneliyor ve onların müslüman olduklarından dolayı bunu Peygamberin başına kakmalarını anlatıyor. Bu başa kakma bile, imanın henüz onların kalplerinde yer etmemiş olduğuna ve bu kişilerin daha henüz imanın tadını almadıklarını başlı başına bir delildir.

“Ey Muhammed! Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak isterler de ki: `Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın. Tersine, size imanı nasip, ettiği için Allah sizi minnet altında bırakır.”

Bedeviler, islama girmelerini Resulullah’ın başına kakıyorlar sonra da iman ettiklerini iddia ediyorlardı. Onlara cevap olarak, islama girmelerini başa kakmaları, eğer iman iddialarında doğru sözlü iseler asıl lütfun, nimetin yüce Allah’a ait olduğu bildirilmektedir.

Biz, birçoklarının gözden kaçırdıkları ve birçok mü’minin de bazen dikkat edemediği büyük bir gerçeği içeren bu cevap üzerinde bir nebze durmak istiyoruz. Şüphesiz ki iman, yüce Allah’ın yeryüzünde kullarına bahşettiği en büyük nimettir. Yüce Allah’ın daha başlangıçta bu kula bahşetmiş olduğu varlık nimeti ve varlıkla ilgili olan rızık, sağlık hayat ve geçim nimetinden daha büyüktür bu iman nimeti.

Bu iman nimeti öyle bir nimettir ki insan varlığına apayrı bir gerçeklik vermekte ve insana kainat sisteminde köklü ve büyük bir fonksiyon kazandırmaktadır. İmanın gerçek cevheri insanın kalbine yer eder etmez, insan denen varlıkta yapmış olduğu ilk şey, şu varlık konusunda düşüncesine getirmiş olduğu enginliktir. İnsanın varlıkla ilişkisine ve varlık aleminde insanın fonksiyonuna, bir genişlik getirmesidir. İnsanın çevresinde bulunan eşyayı, kişileri olayları ve değerleri doğru algılaması için genişlik getirmesidir. İmanın bu yeryüzü yolculuğunda yüce Allah’a kavuşana dek, geniş bir iç huzuru bahşetmesi, kendisini çevreleyen herşeyle ve kendisinin ve şu varlık aleminin yaratıcısı yüce Allah ile dostluk kurmasının sağlaması ve bunun değerini ve şerefini kendisine hissettirmesidir. Ve iman nimetinin kula, yüce Allah’ın hoşnut olacağı üstün bir rol oynayabileceğini ve bu varlık alemi için, içinde olan her şeyle ve herkesle hayrı gerçekleştirebileceğini kendisine hissettirmesidir.

İmanın, insanı zaman ve mekan ile sınırlı, küçük ve güçsüz bünyesini çerçevesinden çıkarıp sonuç olarak içinde saklanmış güçlerin, gizli sırların ve sınır kayıt tanımaz bir enginliğin olduğu bu varlık alemine kavuşturması insana verdiği düşünce enginliğinin ürünüdür.

Mü’min türü açısından bir tek köke bağlı insanlık ailesinin bir ferdidir. Bu kök insanlık özelliğini ilk başta yüce Allah’ın ruhundan, yani çamurdan yapılmış olan bu varlığı ilahi nura kavuşturan yüce soluktan elde etmiştir. Bu kutsal nur yere ve göğe sığmayan, başı sonu olmayan, zaman ve yer sınırı ile sınırlanamayan uçsuz bucaksız bir nurdur. İşte beşer suretinde yaratılan bu mahluku insan haline getiren unsur bu yüce olan nurdur. İmanın bir insanı kendi nazarında yüceltebilmesi ve kendi hissinde şereflendirebilmesi için, insana aydınlık ve enginlik hissettirebilmesi için bu düşüncenin kalbinde yer etmesi yeterlidir. O zaman insanın ayakları yeryüzünde gezinirken, kalbi nurun kanatları ile, kendisine bu hayat tarzını bahşeden ilk nur kaynağına doğru kanat çırpar, uçar..

Mü’min, üyesi olduğu topluluk açısından, ümmetin bir ferdidir. Zamanın akışı boyunca uzanan, Hz. Nuh, İbrahim, Musa ve Hz. Muhammed ve bunların peygamber kardeşlerinin önderlik ettiği şerefli bir kervanda yol alan biricik bir ümmetin ferdidir mü’min… Bu düşüncenin insanın kalbinde yer etmesi, o insanın derinlere kök salmış, dalları çevreyi kaplayan, uzun ömründe boyu göklere ulaşan, etrafa kanat geren upuzun ve hoş bir ağacın bir dalı olduğunu hissetmesi için yeterlidir… Evet insanın hayatının daha başka bir tadı olduğunu hissetmesi için, hayatı yeniden hissetmesi için ve şu hayatına bu köklü üyelik bağından kaynaklanan şerefli bir hayat katabilmesi için, bu duyguyu hissetmesi yeterlidir.

Sonra insanın düşüncesi genişler, genişler nihayet mü’minin şahsını, ümmetini, insan olan hemcinslerini aşar ve mü’min bütün şu varlık alemini görür. Yüce Allah’ın yaratması ile meydana gelen, ondan kaynaklanan, ruhunun bir soluğu ile insan haline geldiği yüce Allah’tan kaynaklanan, varlık alemini görür. Ve imanı kendisine, bütün bu varlık aleminin canlı bir varlık olduğunu ve canlı varlıklardan oluştuğunu öğretir… Ve yine imanı kendine, bütün şu kainatın bir ruhu olduğunu ve herşeyin ruhu ile birlikte, bu koca kainatın ruhunun -tıpkı kendi ruhu gibi- dualarla ve tesbihlerle yüce yaratıcısına yöneldiğini, hamd ve taatla O’nun çağrısına uyduğunu, teslimiyet ve boyun eğerek O’na yöneldiğini öğretir. Ve bir de bakar ki mü’min, bu kainatın ortasında, bütünün, ayrılmaz ve kopmaz bir parçasıdır, yüce yaratıcısından gelmekte ve ruhu ile ona yönelmekte ve sonunda da ona dönmektedir… İşte o zaman mü’min bir de ne görsün, sınırlı varlığından çok daha büyüktür, bu korkunç kainatın büyüklüğünü canlandırması oranında, kendi sınırlı varlığından daha büyüktür. Bir de bakar ki, kendisini çevreleyen ruhlarla dosttur, sonra bütün bunların ardından, kendisini koruyan yüce Allah’ın ruhu ile dost olmuştur. İşte o zaman kendisinin bütün şu varlık alemi ile ilişki kurabileceğini ve bu alemde enine ve boyuna uzanabileceğini, çok şeyler yapabileceğini ve büyük olaylar ortaya çıkarabileceğini, herşeye etki edip herşeyden etkilenebileceğini hisseder. Sonra da, kendisini yaratan ve kainattaki tüm güç ve enerjileri yoktan var eden bu büyük güçten, kaybolmayan, tükenmeyen, zayıflamayan büyük güçten direkt olarak güç alabileceğini hisseder.

Bu geniş ve engin düşünce sayesinde mü’min, eşyalarla, olaylar, şahıslarla değerler, önem verme ve hedeflerle ilgili yeni ve gerçek ölçüler edinir. Ve mü’min şu kainattaki gerçek fonksiyonunu ve şu hayattaki gerçek görevini görür ve anlar. Kendisinin kainatta yüce Allah’ın planlayıp yarattığı şeylerden birisi olduğunu, yüce Allah’ın dilediği şeyleri kendisi vasıtası ile ve kendisinde gerçekleştirmek için kendisini yönlendirdiğini fark eder. Ve şu gezegen üzerinde, yolculuğuna kararlı adımlarla, gözü açık ve vicdanı rahat olarak devam eder.

İşte mü’min, varlık aleminin aslına dair, kendisine biçilen fonksiyonun ve şu fonksiyonunu yerine getirmek için kendisine verilen gücün aslına dair bütün bu bilgilerden, çevresinde olup biten ve başına gelen şeylere karşı rahatlık, iç huzuru ve sükunet kazanır. Çünkü o, nereden geldiğini, niçin geldiğini ve nereye gideceğini ve kendisi orada niçin bulunmaktadır bütün bunları bilir. Ve bilir ki kendisi bu dünyada bir sebepten dolayı bulunmaktadır ve başına gelen herşey bu durumun tamamlanması için planlanmıştır. Ve bilir ki, dünya ahiretin tarlasıdır ve kendisi büyük küçük hep yaptığının karşılığını görecektir, kendisi boşuna yaratılmamıştır ve asla kendi haline bırakılmayacaktır ve asla tek başına kalmayacak ve gitmeyecektir.

Bütün bu gerçekleri bilince, nereden gelip nereye gideceğini bilmemekten yolun gizli yönlerini görmemekten geliş ve gidişleri ile bu yoldaki yolculuğunun gerisinde gizli olan hikmetlere güvenmemekten kaynaklanan şaşkınlık, şüphe ve endişe gibi duygular kaybolur gider.

Ömer Hayyam’ın dile getirdiği ve benim tercüme ettiğim duygular kaybolur gider.

Görüşüm alınmadan hayat elbisesini giydim. Bir yığın düşünce arasında şaşırdım kaldım, Bir gün gelecek atacağım elbiseyi,Bilmeden nereden geldiğimi nereye gideceğimi.

Mü’min kalp huzuru, vicdan rahatı ve ruh sükuneti içinde bilir ki, hayat elbisesini, bütün varlığı, üstün hikmet ve bilgelikle çekip çeviren yüce Allah’ın takdiri uyarınca giymiştir. Ve kendisine elbiseyi giydiren kimsenin kendisinden daha iyi hüküm verdiğini ve kendisine karşı çok daha şefkatli olduğunu bilir. O halde kendisine danışılmaya, görüşünün alınmasına gerek yoktur. Çünkü kendisi, şu herşeyi bilen ve gören el sahibinin görüşü gibi görüş ileri süremez. Ve bu güç sahibi olan yüce Allah, bu kainatta içinde herşeyden etkilenerek ve herşeye de etki ederek belirli bir fonksiyonu yerine getirsin diye bu elbiseyi giydirmiştir kendisine… Ve yine bilir ki mü’min bu fonksiyon, başlangıcından sonuna kadar, eşya ve canlıların tüm fonksiyonları ile ahenk içindedir.

O halde mü’min bu dünyaya niçin geldiğini bildiği gibi nereye gideceğini de bilir. Değişik düşünceler arasında şaşırıp kalmaz. Aksine mü’min, kendisine verilen bağışın güzelliğini ve armağanın yüceliğini hissederek yolculuğunu sürdürür ve fonksiyonunu rahat içinde, atılım ve huzur içinde yerine getirir.

Mü’min bu yolculuğunu şerefli, lütuf sahibi, güzel, latif, çok seven. ve merhametli elin kendisine sunduğu hayat nimetini veya elbisesinin güzelliğini ve ne kadar çekici olursa olsun yerine getirmiş olduğunu fonksiyon nimetinin yüceliğini hissederek, yüce Rabb’ine sevimli bir özlem içinde kavuşmak için bu yolculuğu sürdürür ve fonksiyonunu yerine getirir.

Kur’an’ın ışığı altında dirilişim gerçekleşmeden ve yüce Allah benim elimden tutup da lütufkâr himayesine almadan önce endişe ve başıboşluk içinde yuvarlanıp durduğum zamanlar da duyduğum duygu gibi düşünceler kaybolur o zaman. Yorgun ruhumun bütün kainata giydirdiği bu düşünceyi o zamanlar şöyle dile getirmiştim:

Şaşmış kalmış kainat bilmez nereye gidiyor? Eğer isteyerek gidiyorsa niçin nereye gidiyor? Boşuna oyalanma ve boşa gitmiş bir çabadır. Ve en sonunda sevimsiz belirsiz bir akıbet…

Ama bugün ben -yüce Allah’a sonsuz hamd ve minnet olsun- biliyorum ki, boşa giden bir çaba yoktur ve her çabanın bir karşılığı vardır. ve ortada kaybolup giden bir yorgunluk yoktur ve her yorgunluğun mutlaka bir meyvesi olacaktır. Ve akıbet sevindiricidir ve bu akıbet Adil ve Merhametli olan yüce Allah’ın huzurunda olacaktır. Yüce Allah’a hamd ve minnet olsun ki bugün ben, eskiden düşündüğüm gibi kainatın o sefil duruşu ile şaşkınlık içinde durduğunu asla hissetmiyor ve kabul etmiyorum. Kainatın ruhu Rabb’ine inanmakta, O’na yönelmekte ve O’na hamd ederek O’nu tesbih etmektedir. Kainat yüce Allah’ın kendisi için koymuş olduğu kanunlar uyarınca itaat, hoşnutluk ve teslimiyet içinde yoluna devam ediyor.

Bu duygu ve düşünce dünyasında büyük bir kazanç olduğu gibi, yapılan işin faaliyetin, etkilenme ve etki etmenin güzelliği konusunda büyük bir kazançtır. Buna ek olarak vücut ve sinir dünyasında da büyük bir kazançtır.

Öte yandan iman -halâ- itici bir güç ve potansiyel bir enerjidir. İmanın cevheri kalplere yerleşir yerleşmez etkinliğini yapmak ve olaylarda kendi etkisini göstermek için harekete geçer. Kapalı olan asıl şekli ile görünen şekli arasında bir uyum olması için hemen harekete geçer iman… Ayrıca insan bünyesindeki bütün hareket mekanizmasını hakimiyeti altına alır ve onu yolunda ileriye doğru iter. “Ruhlarda yer eden inancın gücü ile ruhların inanç sayesinde güçlenmesinin sırrı burada yatar. İnancın yeryüzünde meydana getirdiği ve her gün de meydana getirmeye devam ettiği harikanın (mucizenin) sırrı budur işte. Bu mucizedir ki, günden güne hayatın çehresini değiştirmiş, fert olsun toplum olsun bütün herkesin sonsuz ve büyük bir hayat uğruna fani ve sınırlı ömründe fedakarlıklara sevk etmiş güçsüz, kuvvetsiz bir kişiyi otorite gücü, paranın, demirin ve ateşin gücü karşısında baş kaldırtmıştır. En sonunda bir de bakılmış ki, bütün bunlar inanan bir ferdin ruhundaki itici inanç gücü karşısında yenilgiye mahkum olmuştur. Aslında bütün bu kuvvetleri yenen, gücü sınırlı fani olan fert değildir. aksine, mü’minin ruhunun kendisinden güç alıp yararlandığı akıl almaz büyük güç ve asla bitip tükenmek nedir bilmeyen zayıflayıp azalmayan ve daima fışkırıp duran o kaynaktır, mü’mine bu gücü sağlayan” (“Dünya Barışı ve İslam” isimli kitabın “İnanç ve hayat” bölümünden alıntıdır)

“Fertlerin ve toplumların hayatlarında dini inancın meydana getirdiği bu mucizeler (harikalar) gizli kapalı hurafe üzerinde kurulu değildir, öcülere ve rüyalara dayanmaz. Aksine akılla kavranabilen sebepler ve değişmez sabit temeller üzerine kuruludur. Gerçekten dini inanç, insanı gizli ve açık kainat kuvvetlerine bağlayan, ruhuna güven, iç huzurunu aşılayan ve mü’mine kesin zafer inancının gücü ve yüce Allah’a dayanmanın verdiği güç ile gelip geçici güçler ve batıl sistemlerin karşısında dikilme gücü bahşeden evrensel bir düşünce sistemidir. Bu sistem, kişinin çevresindeki insanlar, olaylar ve eşya ile olan ilgisini yorumlamakta ona gayesini, yöneleceği istikameti ve yolunu göstermekte bütün kuvvet ve enerjisini toplayarak bütün enerji ve gücünü bir yöne kanalize etmektedir. İşte imanın gücü buradan gelmektedir. İmanın bütün güç ve enerjileri bir tek eksen etrafında toplama ve bir tek yöne kanalize etme gücü buradan gelmektedir. İman bu yöne doğru güç, güven ve kesin kanaatle birlikte hedefi aydınlık olarak yoluna devam eder.”

İmanın gücünü artıran bir faktör de, bütün kainatın görünen ve görünmeyen kısmı ile birlikte yürümüş olduğu değişmez doğrultuyu izlemesinden ve kainatta var olan bütün gizli güçlerin iman yönüne doğru hareket etmesi ve mü minin yolunda o güçlerle buluşması ve onların Hakk’ın batıla galip getirilmesi uğrunda akıllara durgunluk veren hücumlarına, ortaklaşa katılmasıdır. Batılın ne kadar gözleri kamaştıran ve dışa vuran gücü olsa da yine de bu hak yanlışı güçler karşısında mağlup olması kaçınılmazdır.

Ne kadar doğru söylüyor yüce Allah: “Ey Muhammed! Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak isterler; de ki: `Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın. Tersine, size imanı nasip ettiği için Allah sizi minnet altında bırakır.”

Gerçekten bu, yüce Allah’tan başka hiçbir kimsenin sahip olmadığı ve ancak bu büyük ihsanı hakkettiğini bildiği kimselere bahşettiği, büyük bir ihsandır. Ne kadar doğru söylüyor yüce Allah. Bu gerçekler, anlaşılan gerçekler ve bu anlam ve duygularla dost olan ve bunların yardımı ile ve bunlarla birlikte yaşayıp da bu gezegen üzerinde bu gerçeklerin gölgesinde ve yol göstericiliği ile yolculuğuna devam edenler ne kaybederler? Öte yandan nimetler içinde yüzseler ve hayvanlar gibi yiyip içip eğlenseler bile bu gerçekleri ve bu duyguları yitirenler ne kazanırlar? Hayvanlar onlardan daha doğru yoldadırlar. Çünkü onlar fıtratları ile imanı bilirler ve bu imanla yüce yaratıcılarını bulurlar…

“Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizlisini bilir. Allah yaptıklarınızı görmektedir.”

Göklerin ve yerin gizlisini bilen kimse, ruhların sırrını ve vicdanların derinliğini, duyguların iç yüzünü bilir. İnsanların yaptıklarını görür ve onlar hakkındaki bilgisi dillerinin söylediği sözlere dayanmaz. Aksine kalplerinden coşup gelen duygulara ve kalplerindeki duyguları doğrulayan amellere dayanır.

Şimdi… İşte bu sure en büyük gerçekleri gözler önüne sererken ve bu gerçeklerin köklerini vicdanların derinliklerine yerleştirirken, onsekiz ayeti ile nerede ise şerefli, tertemiz yüce ve kurtulmuş bir dünyanın ana çizgilerini tek başına vermektedir.

HUCURAT SURESİNÏN SONU

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.