sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA İBRAHİM SURESİ 24 ve 27. AYETLER

SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA İBRAHİM SURESİ 24 ve 27. AYETLER
05.07.2021
688
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

24- Allah’ın güzel sözü neye benzettiğini görmüyor musun? O, onu yerin derinliklerine kök salmış ve dalları göğe tırmanan yararlı bir ağaca benzetiyor.

25- O ağaç sürekli olarak meyva verir. İnsanlar öğüt alsınlar diye Allah onlara çeşitli öğütler verir.

26- İğrenç söz de kökü yerden kesilmiş, dik duramayan acı meyvalı bir ağaca benzer.

27- Allah, gerek dünya hayatında, gerekse ahirette mü’minleri değişmez söze bağlı tutar. Allah zalimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar.

Kökü sağlam, dalları göklere tırmanan güzel bir ağaca benzeyen güzel söz ile dik duramayan ve kökü de yerden kesilmiş iğrenç bir ağaca benzeyen iğrenç sözün oluşturduğu sahne, genelde surenin atmosferinden, peygamberler ile onları yalanlayanların hikâyesinden, özelde de her iki grubun akıbetinden alınmış bir sahnedir. Burada peygamberlik ağacı ve bu ağaca yansımış peygamberlerin babası Hz. İbrahim’in gölgesi net bir şekilde görülmektedir. Bu ağaç her dönemde güzel ve tatlı meyveleri vermektedir… Peygamberlerden biridir bu meyve… İman, iyilik ve canlılık meyvesini vermektedir…

Fakat bu örnek, surenin ve surede ele alınan hikâyenin atmosferi ile uyuşmakla birlikte, bundan daha engin ufukları; daha geniş bir alanı, daha derin bir gerçeği ifade etmektedir.

Hiç kuşkusuz güzel söz -yani gerçek söz- tıpkı güzel bir ağaç gibidir. Sağlam, görkemli ve bol meyvelidir. Sağlamdır, kasırgalar ne kadar amansız olurlarsa olsunlar onu yerinden sökemez. Batıl rüzgârları onu sarsamaz. Tağutların balyozları onu etkilemez. Kimi dönemlerde bazılarınca yokolma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığı zannedilse bile sağlamdır, uludur. Kötülükten, zulümden ve azgınlıktan hep yüksektir. Kimi zamanlar onun batıl tarafından yerinden sökülüp boşluğa atıldığı sanılsa bile meyvesini vermeye devam eder. Bu ağaç ve meyveleri hiç eksik olmaz. Çünkü bu ağacın tohumları gün geçtikçe artan ruhlarda yeşermektedir.

Aynı şekilde iğrenç söz -yani batıl söz- tıpkı iğrenç bir ağaç gibidir. Kabarır, yükselir, dal-budak salar. Bu yüzden bazı insanlar onun güzel ağaçtan daha iri, daha güçlü olduğunu sanabilirler. Hatta toprağın dışındadır. Onun bu görkemi geçici bir süre içindir, sonra tekrar yere yıkılacaktır. Sağlamlığı, kalıcılığı sözkonusu değildir.

Bunlar salt birer örnek değildirler. Sırf iyileri desteklemek, onları yüreklendirmek amacına yönelik olarak söylenmiş sözler değildir bunlar. Kimi dönemlerde gerçekleşmesi gecikse de hayatta yaşanan bir realitedir bu.

İyilik kalıcıdır, kötülük onu sıkıştırsa da, yoluna engel olsa da ölmez, solmaz. Kötülük ise uzun süre yaşayamaz. İçine karışmış kimi iyilik kalıntıları yok olana kadar yaşayabilir. -Zaten saf kötülük çok az bulunabilir- İçindeki kimi iyilik kalıntıları yok olunca, kötülük de yok olup gider. Geride bir şey kalmaz. Bu durumda görkemli ve üstün gibi görünse de içten içe yok oluyor, dağılıp gidiyordur.

Unutulmamalıdır ki, iyiliğin karşılığı iyilik, kötülüğün karşılığı da kötülüktür.

“İnsanlar öğüt alsınlar diye Allah onlara çeşitli örnekler verir.”

Bunlar, doğrulayıcı kanıtlarına yeryüzünün pratik hayatında her zaman karşılaşılabilinecek örneklerdir. Ama insanlar hayatın yoğunluğu içinde çoğu zaman banları görememekte, unutup gitmektedirler.

İfadede ve ifadenin oluşturduğu atmosferde sağlamlık anlamını tasvir için katkıda bulunan ve kökü sağlam ve toprağın derinliklerine uzanmış, dalları ise alabildiğine boşluğa doğru uzanmış, görkemli olarak tasvir edilen, gözönünde sağlamlık ve güçlülük örneği olarak duran ve sağlam ağacın gölgesinde…

Evet güzel söze örnek oluşturan bu güzel ağacın gölgesinde:

“Allah gerek dünya hayatında, gerekse ahirette mü’minleri değişmez söze bağlı tutar”…

Toprağın üstünde dik duramayan, sağlamlığı ve dayanıklılığı sözkonusu olmayan iğrenç ağacın gölgesinde… “Allah zalimleri ‘ise saptırır.” İfadelerin ve anlamların gölgeleri ayetin akışı içinde birbirleriyle bir ahenk oluşturmaktadırlar.

Yüce Allah gerek dünya hayatında, gerekse ahirette mü’minleri vicdanlara yerleşmiş, fıtratlarda sağlamlaşmış, salih amelle meyve veren, hayatta hep yenilenen ve her zaman kalıcı olan iman sözüne bağlı tutar. Onları Kur’an’ın ve peygamberin sözü ile, hak için dünyada zafer, ahirette de kurtuluş olarak verdiği sözle sağlamlaştırır. Bunların tümü sağlam, doğru ve gerçek sözlerdir. Bu sözlere bağlı kalanların yolları ayrılmaz, farklılaşmaz. Bu sözlere bağlananlar bunalıma girmezler, şaşkınlık ve kararsızlık içinde bocalamazlar.

Zalimleri ise yüce Allah, zalimliklerinden müşrikliklerinden (zulmün Kur’an’da genellikle şirk anlamında kullanıldığına çokça rastlanır) yol gösterici aydınlıktan uzak oluşlarından, karanlıkların, efsane ve hurafelerin bataklığında yüzüyor olduklarından, Allah’ın seçtiği değil, arzu ve heveslerin öngördüğü sistemlere, kanunlara uyduklarından dolayı saptırır. Zulmedeni, aydınlığı görmezlikten geleni, arzu ve hevesine uyanı sapıklığa, bataklığa ve bedbahtlığa mahkûm eden değişmez yasası uyarınca onları saptırır…

“Allah dilediğini yapar.”

Mutlak iradesi ile kanunları seçer. O kanunları seçer, bu kanunlar kendisini bağlayıcı değildïrler, sadece onlardan hoşnut olur. Hikmeti bu kanunların değişmesini öngörürse, hiçbir kuvvetin karşı koyamadığı, hiçbir engelin yolunu kesemediği ve varlık aleminde meydana gelen her şeyin dilemesi uyarınca meydana geldiği iradesinin çerçevesi içinde değiştirir bu kanunları.

Bununla peygamberlik ve davet hareketlerini konu alan büyük hikâyenin sonunda yapılan değerlendirme sona eriyor. Bu hikâye, peygamberlerin babası Hz. İbrahim’in adını alan bu surenin ilk ve en büyük bölümünü kaplamıştı. Koyu gölgeli ve her zaman iyi meyveler veren peygamberlik ağacına, ardarda gelen nesillerde yenilenen ve her zaman büyük gerçeği içeren güzel sözde değinilmişti. Hiçbir zaman değişmeyen tek gerçek olan peygamberlik gerçeğinden, hep aynı çizgiyi izleyen ve değişmez davet gerçeğinden, bir ve ezici güce sahip olan Allah’ın ortaksız birliğinden söz edilmişti.

PEYGAMBERLERİN ORTAK DAVETİ

Şimdi peygamberlerin cahiliye toplumları ile mücadelelerini konu alan bu hikâyenin, gözler önüne serdiği belirgin gerçeklere kısaca değinmek istiyoruz.

Bu gerçeklere ayetleri teker teker ele alırken bazı işaretlerde bulunmuştuk. Ama gördük ki, bu gerçekleri fırsat varken biraz daha irdelemek gerekmektedir.

1- Her şeyi hikmetle yapan ve her şeyden haberdar olan yüce Allah’ın sunduğu bu hikâyeden, en başta gelen ve son derece açık olan bir gerçeği algılıyoruz. İnsanlık tarihinin başlangıcından bu yana yol alan iman kafilesi tek ve birbirine bağlı bir kafiledir. Bu kafilenin başını, tek bir gerçeğe çağıran, aynı davayı açığa vuran ve aynı hareket metodunu takip eden seçkin peygamberler çekmektedir. Bütün peygamberler tek ve ortaksız İlahlığa ve Rabblığa boyun eğmeye çağırmaktadır insanları. Hiçbiri Allah’ın yanında bir başkasına davet etmez, O’nun dışında hiç kimseye dayanamaz, O’ndan başka birine sığınmaz, Allah’dan başka bir dayanak tanımaz kendisi için.

O halde tek Allah’a inanma olgusu “Karşılaştırmalı Din Bilginlerinin” iddia ettikleri gibi, çok tanrıcılıktan, iki tanrı inancına, ondan da tevhid inancına doğru bir gelişmenin, ilerlemenin sonucu ortaya çıkmış bir inanç biçimi değildir. Önce Totemlere, ruhlara, yıldızlara ve gezegenlere yönelik ibadetten tek Allah’a yönelik kulluğa geçilmiş değildir. Bu iddialara göre insanların deneyim kazanmasına, insan ürünü bilimlerin gelişip ilerlemesine, siyasal düzenlerin tek bir merkezden yönetilen birleştirici rejimlere dönüşmesine paralel olarak inanç da tek tanrıcılığa doğru gelişip ilerlemiştir.

Tek Allah inancı, insanlık tarihinin başlangıcından bu yana gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin getirdikleri mesajların ana konusunu oluşturmuştur. Bu gerçek herhangi bir peygamberin mesajında veya herhangi bir semavi dinde değişmemiş, farklılık arz etmemiştir. Her yaptığı yerinde ve bir hikmete dayanan ve her şeyden haberdar olan yüce Allah böyle anlatmaktadır.

Şayet bu “Karşılaştırmalı Din Bilginleri” “insanların, tüm peygamberlerin getirdiği tevhid inancına yatkınlığının her peygamberin döneminde biraz daha geliştiğini, dönem dönem ardarda gelen peygamberlere karşı koyduğu cahiliye putçuluğunun bu tevhid inancından etkilendiğini, zamanla tevhid inancının halk kitlelerinin yanında eskisinden daha çok kabul gördüğünü, bu değişimin peygamberlerin ardarda sunduğu mesajların ve başka etkenlerin sonucu gerçekleştiğini” söyleselerdi. Evet şayet bu “bilginler” böyle bir şey söyleselerdi, buna biraz olsun itibar edilebilirdi. Ne var ki, bunlar eskiden beri Avrupa’da kiliseye karşı başgöstéren gizli düşmanlığa, -çağdaş bilginler bu gerçeği gözönünde bulundurmasalar da- bilinçli ya da bilinçsiz olarak dini düşünce yöntemini yıkmaya ilişkin gizli arzuya, dinin hiçbir zaman Allah’dan gelen vahiy olmadığını, insanların ürünü olduğunu isbat etme arzusuna, dolayısıyla düşünce, deney, bilgi ve bilimsel gelişmeler karşısında takınılan tavrın aynen dine karşı da takınılacağı düşüncesine dayalı araştırma yönteminin etkisinde kalmaktadırlar. İşte “Karşılaştırmalı Dinler Bilimi” bu eski düşmanlıktan, bu gizli arzudan kaynaklanmaktadır. Buna rağmen “Bilim” diye adlandırılıp birçoğunu kandırmaktadır.

Herhangi bir insanın bu “Bilim”e aldanması normal sayılsa bile, dinine inanan, bunun gibi bir gerçeğin belirlenmesi açısından dininin metoduna saygı duyan bir müslümanın bir an bile bu sözde “Bilim”e kanması, doğrudan doğruya dinin ilkeleriyle, böylesine tehlikeli bir sorunda dinin apaçık hareket metoduyla çelişen biz söze aldanması normal değildir.

2- O halde peygamberlerin oluşturduğu bu saygın ve seçkin kafile, yoldan sapmış insanlığı tek bir davet ile, değişmez bir inanç ile karşı karşıya getirmişlerdir. Ayrıca cahiliye toplumu da bu saygın kafileyi, bu değişmez inanca yapılan tek daveti değişmez bir tutumla karşılamıştır. -Nitekim Kur’an-ı Kerim zaman ve mekânın ötesinde değişmezliğini koruyan tek gerçeği iyice vurgulamak, gözler önüne sermek için bu mücadeleyi zaman ve mekan kavramlarından soyutlâyarak sunmaktadır. Peygamberlerin daveti değişmediği gibi, cahiliyenin bu davete tepkisi de değişmiyor.

Hiç kuşkusuz bu, gereği gibi düşünülmesi, her zaman gözönünde bulundurulması gereken bir gerçektir. Çünkü cahiliye zaman boyunca hep aynı cahiliyedir. Çünkü cahiliye tarihinin belli bir döneminde ortaya çıkıp, kaybolan bir olgu değildir. O, belirtilen ilkelere dayalı bir rejim, bir inanç, bir düşünce ve bir organik yapıdır.

Cahiliye en başta kulların kullara itaat etmesi, boyun eğmesi, Allah’dan başkasının İlahlaştırılması ya da Allah’dan başkasının Rabblığı -ki cahiliyenin yapısında bunların ikisi birbirinden farksızdır- ilkesine dayanır. İnancın çok ilahlı bir temele dayanması ile tek İlahlı bunun yanında çok Rabbli -yani iktidar sahibi egemenler- bir temele dayanması arasında bir fark yoktur. Bu yaklaşım bütün özellikleriyle tam bir cahiliye hayatına kaynaklık eder.

Peygamberlerin -Allah’ın salât ve selâmı üzerlerine olsun- daveti, Allah’ın birliği, sahte Rabblerin ortadan kaldırılması, dinin Allah’a özgü kılınması -yani sadece Allah’a itaat edilmesi, Rabb olarak, yani hakimiyet ve iktidar bakımından onun bir kabul edilmesi- ilkesine dayanmaktadır. Bunun için bu davet, doğrudan doğruya cahiliyenin temel dayanağı ile çarpışmakta ve cahiliyenin varlığına yönelik bir tehlike unsuru oluşturmaktadır. Özellikle İslâm davası, üyelerini cahiliye toplumundan çekip çıkaran, onları inanç, önderlik ve yönetim noktasında cahiliyeden tamamen ayıran kendine özgü bir toplumun varlığında somutlaştığı zaman cahiliyeye yönelik bu tehdit daha bir belirginleşmektedir. Hiç kuşkusuz bu durum her çağda ve her yerdeki İslâma davet hareketi için zorunludur.

Birbirleriyle dayanışmalı, birlik ve beraberlik içinde organik bir oluşum olarak cahiliye toplumu inanç açısından varoluşunun temeline, aynı şekilde İslâm inancının kendisinden ayrı ve kendisine karşı bağımsız bir toplum tarafından temsil edilmesi ile bizzat varlığına yönelik tehditi sezdiği zaman İslâma davet hareketi karşısındaki gerçek tavrını ortaya koyacaktır.

Birarada ve barış içinde yaşamaları mümkün olmayan iki varlık arasındaki çarpışmadır bu. Bu çarpışma herbiri karşı tarafın dayandığı temel ilkelerle çelişen ilkelere dayalı organik iki toplum arasında baş göstermektedir. Çünkü cahiliye toplumu çok İlahlı, çok Rabblı, bir inanç temeline dayanmaktadır, bu yüzden cahiliye toplumunda kullar, kullara itaat etmektedir, kullara kulluk etmektedir. İslâm toplumu ise ilahlığın ve Rabblığın tek ve ortaksızlığı ilkesine dayanmaktadır. Bu yüzden İslâm toplumunda kulların kullara kulluğu, kulların kullara boyun eğmesi mümkün değildir.

İslâm cemaati, daha işin başında iken ve henüz oluşumunu gerçekleştirmişken her geçen gün cahiliye toplumunun yapısını kemirdiğine göre, bundan sonra da yönetimi elinden almak, bütün insanları kula kulluktan kurtarıp yüce Allah’ın tek ve ortaksız kulluğuna yükseltmek için cahiliye toplumuna karşı koymak zorunda olduğu için,… İslâm daveti doğru yolunda ilerlediği andan itibaren bütün bunları yerine getirmek kaçınılmaz olduğu için cahiliye daha baştan itibaren İslâma çağrı hareketine katlanamayacaktır. Bu noktadan hareketle cahiliyenin neden peygamberlerin çağrısına karşı hep aynı ve değişmez tavrını sergilediğini kavrayabiliriz. Bu, yokoluş tehlikesi ile karşı karşıya kalmanın verdiği bir dürtü ile başgösteren varlığını savunma hareketidir. Cahiliye toplumlarında kulların gaspettiği İlahlığın en başta gelen özelliklerinden olan gaspedilmiş hakimiyeti koruma hareketidir.

3- Cahiliye toplumu İslâm çağrısının kendi varlığına yönelik tehdidini bu şekilde sezince, bu çağrıya karşı bir ölüm-kalım savaşına girişir. Birarada barış içinde yaşamaya imkân vermeyen, bir an olsun duraksamayan, kesintisiz bir savaş başlatır. Cahiliye, savaşın gerçek mahiyeti noktasında kendisini kandırmaya çalışmaz. Aynı şekilde yüce peygamberler kafilèsi ve onlara inanan kimseler de bu savaşın gerçek mahiyeti ve niteliği noktasında kendilerini kandırmamışlardır.

“Kâfirler, peygamberlerine “Ya dinimize dönersiniz, ya da sizi yurdumuzdan kovarız” (İbrahim Suresi 13)

Onlar peygamberlerin ve onlara uyan mü’minlerin ortaya çıkmalarını, inançları, yönetimleri ve kendilerine özgü toplumları ile ayrılmalarını kabul etmiyorlar. Onların kendi dinlerine dönmelerini, toplumlarına karışmalarını, bu toplum içinde eriyip gitmelerini istiyorlar. Yoksa onları uzaklaştırıp, yurtlarından sürgün edeceklerdir.

Ama peygamberler cahiliye toplumuna karışmayı, bu toplum içinde erimeyi, kendilerine özgü toplumlarının kişiliğini kaybetmeyi kabul etmemişlerdir. Çünkü bu toplum cahiliye toplumunun dayandığından farklı bir temele dayanmaktadır. Yine bu seçkin peygamberler ne İslâmın ne de toplumların organik bileşimlerinin gerçek mahiyetini kavramayan kimi insanlar gibi “Tamam! .. onların arasında davetimizi sürdürmek ve inancımıza hizmet etmek için toplumlarına katılalım” demişlerdir.

Kuşkusuz müslümanın cahiliye toplumu içinde inancıyla belirginleşmesinin ardından zorunlu olarak İslâm toplumu ile, önderlik kadrosu ile, yönetimi ile belirginleşmesi kaçınılmazdır. Bu durum isteğe bırakılmış değildir. Bu, toplumun organik bileşimlerinin gerektirdiği kaçınılmazlıklardan biridir. İşte cahiliye toplumunun insanların tek başına yüce Allah’a kul olmaları, sahte Rabblerin önderlik ve iktidar makamından indirilmeleri esasına dayanan İslâma çağrı hareketi karşısındaki duyarlılıkları bu organik bileşimden kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde bu organik yapı cahiliye toplumuna karışan her müslüman unsuru cahiliye toplumuna hizmet etmeye zorlayacaktır, bazı aldanmışların sandığı gibi İslâma değil…

Bundan sonra, Allah’a davet edenlerin hiçbir zaman unutmamaları gereken, yüce Allah’ın takdirine ilişkin bir gerçek kalıyor. Buna göre, yüce Allah’ın dostlarına yönelik olarak zafer ve egemenlik vermeye, onlarla kavimlerinin arasındaki çatışmayı hak lehine çözümlemeye ilişkin vaadi, ancak dava adamlarının iyice belirginleşip cahiliyeden iyice uzaklaşmalarından, ellerindeki gerçeğe dayanarak kavimlerinden kesinlikle ayrılmalarından sonra gerçekleşmektedir. Dava adamları cahiliye toplumunun koşullarına göre tavizkâr tavır aldıkları, cahiliye rejiminin çarkları arasında eriyip gittikleri, onun kurumlarında çalıştıkları sürece, yüce Allah onlarla kavimlerinin arasını ayırıp onlara zafer vermeyecektir. Bu şekilde taviz verilen, bu cahiliyenin belirlediği koşullara göre hareket edilen her dönem yüce Allah’ın zafer ve egemenliğe ilişkin vaadinin geciktiği, ertelendiği dönemdir. Bu ise, bilinçli ve değerlendirme yeteneğine sahip İslâm davetçilerinin uzun uzadıya düşünmek zorunda oldukları müthiş ve dayanılmaz bir sorumluluktur.

4- Son olarak Kur’an-ı Kerim’in zaman boyunca sapık cahiliyeye karşı koyan iman kafilesini sunduğu, göz kamaştırıcı güzelliğe değineceğiz… Anlaşılır, net, köklü, sağlam, güven verici, kalıcı ve sarsılmaz fıtri gerçeğin güzelliğidir bu…

Peygamberleri onlara “Göklerin ve yerin yoktan varedicisi olan Allah hakkında şüphe olur mu hiç? O günahlarınızı bağışlamak için sizi doğru yola çağırıyor, bu konuda size belirli bir sürenin sonuna kadar mühlet tanıyor” dediler.

“Peygamberleri onlara dediler ki; “Evet biz de sizin gibi birer insanız, fakat Allah dilediği kuluna bağışta bulunur, Allah’ın izni olmadıkça biz size mucize gösteremeyiz. Mü’minler sırf Allah’a dayanmalıdırlar.”

“Allah bizi doğru yola ilettiğine göre, niye O’na dayanmayalım ki? Bize edeceğiniz eziyetlere kesinlikle katlanacağız. Dayanak arayanlar sırf Allah’a dayanmalıdırlar.” (İbrahim Suresi 10-12)

Bu göl kamaştırıcı görkem, peygamberleri, birlik halindeki cahiliye toplumlarına karşı tek bir kafile halinde gösteren, değişken koşulların ötesinde her zaman kalıcılığını koruyan gerçeği tasvir eden, peygamberlerin taşıdıkları mesajın ayırıcı işaretleri ile zaman ve mekânın, ırklar ve kavimlerin ötesinden onlara karşı koyan cahiliyenin ayırıcı işaretlerini gözler önüne seren Kur’an’ın bu sunuş tarzından kaynaklanmaktadır.

Sonra bu görkem, seçkin peygamberlerin taşıdığı mesajın içerdiği gerçek ile şu varlık bütününün özünde gizli olan gerçek arasındaki bağın ortaya çıkarılması ile daha bir belirginleşmektedir:

“Peygamberleri onlara “Göklerin ve yerin yoktan varedicisi olan Allah hakkında şüphe olur mu hiç?” dediler.”

“Allah bizi doğru yola ilettiğine göre, niye O’na dayanmayalım ki?” “Allah’ın gökleri ve yeri hak ilkesine dayalı olarak yarattığını görmüyor musun? O eğer dilerse sizi yokedip yerinize yeni bir canlı türü geçirebilir.”

“Bu Allah için zor bir iş değildir.”

Böylece, bu davanın içerdiği hak ile varlık bütününün özünde gizli olan hak arasındaki köklü ilgi ortaya çıkmış oluyor. Bunun hak olan Allah’a bağlı tek bir hak olduğu vurgulanmış oluyor. Sağlam, sarsılmaz ve derin köklü hak… “Tıpkı yerin derinliklerine kök salmış ve dalları göğe tırmanan yararlı bir ağaç gibi”... Bu gerçeğin, dışındakilerin de batıl ve geçici oldukları ortaya çıkmış oluyor böylece… “Tıpkı kökü yerden kesilmiş, dik duramayan acı meyvalı bir ağaç gibi”.

Aynı şekilde bu görkem, peygamberlerin, Rabbleri olan Allah gerçeğini algılayışlarında; Rabblik gerçeğinde somutlaşmaktadır. Kulları arasından seçtiği bu topluluğun gönüllerinde belirginleştiği gibi..

“Allah bizi doğru yola ilettiğine göre, niye O’na dayanmayalım ki? Bize edeceğiniz eziyetlere kesinlikle katlanacağız. Dayanak arayanlar sırf Allah’a dayanmalıdırlar.”

Bütün bunlar, o göz kamaştırıcı güzellikten parıltılardır. İnsanın ifade yeteneği tıpkı gökyüzünde uzak bir yıldıza işaret eder gibi işaret edebilir ancak. Bu işaret de onu olanca güzelliği ile gösteremez, sadece bakışları parlaklığına yöneltebilir.

Surenin bu ikinci bölümü birinci bölümün bittiği yerden başlıyor; birinci bölüme dayalı olarak, onunla uyumlu bir şekilde ve onun uzantısı olarak sürüyor.

Birinci bölüm, Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- insanları Rabblerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için sunduğu mesaj ile Hz. Musa’nın -selâm üzerine olsun- soydaşlarını karanlıklardan aydınlığa çıkarmak, onlara yüce Allah’ın (tarihlerinde iz bırakmış) günlerini hatırlatmak, onlara Allah’ın ayetlerini açıklamak, kendilerine yönelik nimetlerini hatırlatmak için getirdiği mesajı içermişti. Hz. Musa, soydaşlarına yüce Allah’ın kendilerine bildirdiği mesajı şu şekilde duyurmuştu: “Eğer şükrederseniz, kuşkusuz size yönelik nimetlerimi arttırırım. Nankörlük ederseniz, biliniz ki, azabım çetindir.” Sonra Hz. Musa onlara peygamberler-ile onları yalanlayanların hikâyesini sunmuştu. Hz. Musa hikâyeye başlamış kendisi bir kenara çekilmişti. Hikâye, dönemleri ile sahneleri ile kâfirlerin şeytandan gayet beliğ bir vaaz dinledikleri, ama öğütlerin yarar sağlamadığı bu noktaya kadar sürmüştü.

Surenin akışı şimdi de Hz. Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun kavmi içindeki yalanlayanlara dönüyor. Bu uzun film şeridini sunduktan sonra, yüce Allah’ın kendilerine çeşitli nimetler verdiği, bu nimetlerden olmak üzere kendilerini karanlıklardan aydınlığa çıkardığı, onları Allah’ın bağışlamasına çağırması için bir peygamber gönderdiği Kureyşliler’e dönüyor. Ama onların nimeti inkâr ettiklerini, onu reddettiklerini, ona küfürle karşılık verdiklerini, küfrü peygambere, davete ve imana tercih ettiklerini anlatıyor.

Bu yüzden surenin ikinci bölümü, Allah’ın nimetine küfürle karşılık verenlerin, daha önce anlatılan peygamberler ve onlara karşı çıkan kâfirlerin hikâyesinde vurgulandığı üzere öncekilerin kendilerine uyanları ateşe sürükledikleri gibi kavimlerini helak yurduna sürükleyenlerin bu tutumunun garipliğini, anormalliğini vurgulayan bir ifadeyle başlıyor.

Sonra yeniden yüce Allah’ın insanlara yönelik nimetlerinin evrenin en görkemli, en belirgin sahnelerinde açıklanmasına geçiliyor. Mü’minlere nimete şükretmenin çeşitli şekilleri gösterildikten, namaz ve Allah’ın kullarına iyilikte bulunma emredildikten sonra mal arttırma, alış-veriş yapma ve dostluğun sözkonusu olmadığı gün gelip çatmadan önce… Allah’ın verdiği nimetlere şükür için bir örnek sunuluyor. Allah’ın dostu İbrahim’dir bu.

Kâfirlere gelince, ihmalden ya da unutmaktan dolayı kendi hallerine bırakılmış değildirler. Yüce Allah onlara gözlerin faltaşı gibi açıldığı güne kadar süre tanıyor, onları cezalandırmayı o güne bırakıyor. Yüce Allah’ın peygamberlere yönelik vaadi ise mutlaka gerçekleşecektir. Kâfirler istedikleri kadar komplo kursalar ve komploları dağları yerinden oynatsa bile…

İkinci bölüm bu şekilde birinci bölüme bağlı olarak, onunla uyum içinde sürüp gidiyor.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.