SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA KALEM SURESİ 1-16. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
1- Nun. Kaleme ve onunla yazdıranlara And olsun.
2- Sen, Rabbinin nimetiyle cinlenmiş değilsin.
3- Senin için kesintisiz bir mükafat vardır.
4- Ve sen yüce bir ahlaka sahipsin.
5- Sen de göreceksin, onlar da görecekler.
6- Hanginizin sınandığın:.
7-Şüphesiz Rabbin, kimlerin kendi yolundan saptığına ve kimlerin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir.
8- Öyleyse yalanlayanlara itaat etme.
9- Onlar istediler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.
10-Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık.
11- Herkesi kınayan, söz götürüp getiren.
12- Hayra engel olan, saldırgan, günahkar.
13- Kaba, sonra da soysuz, alçak.
14- Mal ve oğullar sahibi olmuş diye (yolunu şaşırmış)
15- Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: “Eskilerin masalları” dedi.
16- Biz yakında onun burnuna damga vuracağız.
Yüce Allah burada “Nun” harfine, Kaleme ve yazıya yemin ediyor. Alfabe harflerinden biri olması bakımından, “Nun” harfi ile, Kalem ve yazı arasındaki ilgi son derece açıktır. Fakat bunlara yemin edilmiş olması değerlerini arttırıyor, bu yolla öğrenmeye önem vermeyen bir toplumda dikkatleri onlara çekiyor. O günkü Arap toplumunda okur-yazarlık oranı sıfır denecek kadar düşüktü ve okuryazar olanların sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Oysa yüce Allah’ın bilgisi kapsamında onların hayatında okur-yazarlığa önemli bir rol biçilmişti ve bunun geliştirilmesi, aralarında yaygınlaştırılması planlanmıştı. Bu inanç sistemini ve ona dayalı hayat sistemini dünyanın dört bir yanına taşımaları için yazı gerekliydi. Ayrıca insanlığa önderlik etme görevini eksiksiz yerine getirmeleri için bu durum kaçınılmazdı. Böylesine büyük bir görevi yerine getirmek için gerekli olan temel unsurlardan birinin yazı olduğu kuşku götürmez bir gerçektir.
Nitekim Peygamber Efendimize inen ilk vahyin içeriği de bu anlamı pekiştirmektedir: “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı embriyodan yarattı. Oku. Rabbin en büyük kerem sahibidir. O, insana kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.”(Kalem suresi 1-5)
Ayrıca bu kitabın okuma yazma bilmeyen bir peygambere yönelik olması da bu hususu desteklemektedir. (Yüce Allah belli bir hikmetten dolayı Peygamber Efendimizin okuma yazma bilmeyen biri olmasını öngörmüştür). Fakat yüce Allah okuma yazma bilmeyen bu peygamberine indirdiği ilk vahiyde okumaya, kalem ile öğrenmeye teşvik edici ifadeler kullanmıştır. Aynı şekilde bu surede de “Nun” harfine, kaleme ve kalemle yazılanlara yemin edilerek bu husus yine pekiştirilmiştir. Bu durum, yüce Allah’ın sonsuz ilminin kapsamında planladığı büyük ve evrensel rolü üstlenmek üzere hazırladığı bu ümmete yönelik eğitim metodunun bir aşamasıdır.
Yüce Allah, müşriklerin Peygamber Efendimize yönelik yalan ve iftiralarını çürütmek, böyle bir şeyin olamayacağını vurgulamak, Peygamberine yönelik lütfunu ve nimetini dile getirmek için, biraz önce de belirttiğimiz gibi yazının değerini büyütücü, önemini pekiştirici bir üslupla “Nun” harfine, kaleme ve onunla yazılanlara yemin ediyor:
“Sen Rabbinin nimetiyle cinlenmiş değilsin.”
Bu kısa ayet bir açıdan olumluluk, bir diğer açıdan da olumsuzluk ifade ediyor… Yüce Allah’ın peygamberine yönelik nimetini yakınlık ve sevgi ifade eden bir üslupla vurgularken olumludur. Çünkü yüce Allah, “Rabbin” ifadesiyle O’nu yüce zatına bağlıyor. Öte yandan yüce Allah’ın kendisine yakın olduğunu bildirdiği ve seçkin kıldığı bir kula yönelik nimetiyle bağdaşmayan mesnetsiz yakıştırmayı, iftirayı reddederken de olumsuzluk ifade ediyor.
Peygamber Efendimizin soydaşlarının arasında geçirdiği peygamberliğinin ilk yıllarını inceleyenler, soydaşlarının ona yönelttikleri “o bir delidir” suçlamaları karşısında şaşkına dönerler. Oysa, aklı üstünlüğünü dile getiren bizzat kendileridir. Nitekim, Peygamberlik görevlendirilmesinden yıllar önce Kâbe’deki Haceru’l Esved’in (Kara taşın) yerine konulması hususunda aralarında baş gösteren görüş ayrılıklarında O’nun hakemliğini kabul etmişlerdi. O’na güvenilir kişi anlamına gelen “el-Emin” lakabını takan kendileridir. Kendisine düşman olduklarını sert tavırlarla ortaya koyduktan sonra bile O’nun Medine’ye hicret ettiği güne kadar kıymetli eşyalarını, paralarını ona emanet etmeye devam ediyorlardı. Nitekim, Hz. Ali’nin Peygamber Efendimizin yanındaki emanetleri sahiplerine geri vermek amacıyla, Hz. Peygamberden sonra birkaç gün Mekke’de kaldığı kesinlik kazanmıştır. Ama aynı sırada adı geçen adamlar, O’na karşı bu kadar sert bir tavır içindeydiler, amansız düşmanlarıydılar. Yine onlar, Peygamber Efendimizin peygamberlikle görevlendirilmeden önce bir kez olsun yalan söylediğine tanık olmamışlardı. Bizans imparatoru Heraklius Peygamberimizle ilgili olarak Ebu Sufyan’a şöyle sormuştu: “Peygamber olmadan önce onu yalancılıkla suçladığınız olmuş muydu?” Ebu Süfyan -Müslüman olmadığı zamanlar onun baş düşmanıydı- “Hayır” demişti. Bunun üzerine Heraklıus: “insanlara yalan söylemeyen birinin Allah adına yalan söylemesi mümkün değildir” demişti.
Öfkenin, kinin insanları, Kureyş müşriklerinin yaptığı gibi aralarında akli üstünlükle, güzel ahlakla şöhret bulan bu üstün ve saygın insan hakkında bu ve benzeri mesnetsiz suçlamalarda bulunmaya yöneltmesi insanı hayrete düşüren bir durumdur. Fakat kin, insanı köreltir, sağırlaştırır; art niyetlilik, insanı sıkılmadan iftira atmaya iter. Fakat herkesten önce bizzat bu iftirayı atan kendisinin yalancı bir günahkar olduğunu bilir!
“Sen, Rabbinin nimetiyle cinlenmiş değilsin.”
İşte yüce Allah bu şekilde şefkat ve yakınlık taşıyan bir ifadeyle, onurlandırıcı bir üslupla, peygamberine yönelik bu kafirce kine, bu çirkin iftiraya cevap veriyor:
“Senin için kesintisiz bir mükafat vardır.”
Senin için sürekli ve kesintisiz bir mükafat vardır. Bitmez, tükenmez bir ödüldür bu. Sana peygamberlik görevini ve O’nun saygın makamını bahşeden Rabbinin katındaki bir mükafat vardır. Bu da her türlü yoksunluğu gideren, her türlü boşluğu dolduran, müşriklerin tüm suçlamalarını silip süpüren engin bir karşılık, bir yakınlık ifadesi, bir yüreklendirici tesellidir. Yüce rabbinin, şefkatle, sevgiyle ve onurlandırıcı bir üslupla hakkında “Senin için kesintisiz bir mükafat vardır.” dediği kimse ne kaybeder ki?
Sonra Peygamber Efendimizin kişiliği hakkındaki en büyük şahitliğe ve bu şahitliğin onurlandırıcı ifadesine yer veriliyor:
“Ve sen yüce bir ahlâka sahipsin.”
Seçkin peygamber hakkındaki bu eşsiz övgü varlıklar aleminin dört bir yanında yankılanıyor; yüceler aleminden gelen bu övgü varlıklar aleminin temel planına yerleştiriyor.
Hiçbir kalem, hiçbir düşünce varlıklar aleminin Rabbinin söylediği bu sözün ifade ettiği anlamı anlatamaz. Bu, Allah’ın şahitliğidir. Allah’ın terazisinde bir kula verilen değerdir. Hakkında “Sen yüce bir ahlâka sahipsin” denilen bir kula yönelik eşsiz bir övgüdür. Yüce ahlakın Allah katında ifade ettiği anlamın boyutlarını hiçbir canlı kavrayamaz.
Hz. Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- yüceliğine ilişkin bu yüce sözün anlamı değişik açılardan bakıldığında son derece belirgindir, açıktır. Yüce Allah’ın söylediği, evrenin vicdanının tescil ettiği, varlıklar aleminin özünün pekiştirildiği, ayrıca Allah’ın dilediği bir zamana kadar yüceler aleminde yankılanan bir söz olması bakımından önemlidir.
Bu söz bir başka açıdan da önemlidir. Hz. Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- bu sözü algılayabilmesi de, buna güç yetirebilmesi de üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. O, bu sözü söyleyenin Rabbi olduğunu biliyor. O, Rabbinin kim olduğunu, O’nun yüceliğini, sözlerinin ne anlama geldiğini, bu sözlerin boyutlarını, yankılarını çok iyi biliyor. O, bu sınırsız yücelik karşısında, hiç kimsenin kavrayamadığı şeyler kavramış olmasına rağmen kendisinin de kim olduğunu çok iyi biliyor.
Hz. Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- bu sözü, hem de bu yüce kaynaktan algılaması, buna rağmen sarsılmaması, -bir övgü bile olsa- bu sözün dehşet verici ağırlığı altında ezilmemesi, baskısı altında kişiliğini yitirmemesi, kendini kaybetmemesi… Bu sözü derin bir güven duygusu, sağlam bir iradeyle ve dengeli bir kişilikle karşılaması… Bütün deliller bir yana, bu durum bile başlı başına O’nun kişiliğinin yüceliğinin kanıtıdır.
Siyer kitaplarında O’nun ahlâkının yüceliği anlatılmış, bu hususta birçok arkadaşın sözleri aktarılmıştır. Bununla beraber onun hayatının ortaya koyduğu realite, onunla ilgili olarak aktarılan tüm rivayetlerden daha etkili bir tanıktır. Fakat bu söz ifade ettiği anlam bakımından öbürlerinden daha yüce, daha etkileyicidir. Ulu ve büyük Allah’tan kaynaklanması bakımından yücedir. Hz. Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- bu sözü söyleyen ulu ve büyük Rabbinin kim olduğunu bildiği halde algılayabilmesi, buna rağmen derin bir güvenle, sağlam bir ifadeyle ayakta kalabilmesi, yüce Allah’tan böyle bir söz dinlemiş olmasına rağmen Allah’ın kullarına karşı büyüklük kompleksine kapılmaması, kibirlenmemesi, üstünlük taslamaması bakımından da bu söz son derece önemlidir.
Hiç kuşkusuz yüce Allah Peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir. Bütün evrensel büyüklüğü ile bu son peygamberlik misyonunu (bu yüce kişiliği ile) Hz. Muhammed’den başkası taşıyamazdı. Ondan başkası bu olağanüstü misyonun üstesinden gelemezdi. O’na denk olamazdı, onun canlı bir tablosu olamazdı.
Güzelliğin, kusursuzluğun, büyüklüğün, evrenselliğin, doğruluk ve gerçekliğin doruklarında olan bir misyonu, ancak yüce Allah’ın bu övgüsüne muhatap olan biri taşıyabilirdi. Ancak O’nun kişiliği, sağlam bir iradeyle, dengeli bir psikolojik durumla ve sarsılmaz bir güvenle bu övgüyü karşılayabilirdi. Onun sahip olduğu bu özgüven duygusu, peygamberlik misyonunu ve bu yüce övgünün ifade ettiği gerçeği kapsayan büyük kalbinden kaynaklanıyordu. Öte yandan bu kalp -aynı zamanda- bazı davranışlarından dolayı Rabbinin kendisine yönelttiği azarlamalara, kınamalara da muhatap oluyordu. Ama aynı irade sağlamlığını, aynı dengeli psikolojik durumunu ve Aynı sarsılmaz özgüvenini koruyordu. Kendisine yönelik özgüyü açıkça duyurduğu gibi Rabbinden işittiği azarları da açıkça duyuruyordu. İkisini de kesinlikle gizlemezdi. O, her iki durumda da insanlık tarihinin tanık olduğu o saygın peygamberdi. O itaatkâr kuldu. O güvenilir tebliğciydi.
Bu ruhun gerçekliği, taşıdığı peygamberlik misyonunun gerçekliğinden kaynaklanıyordu. Bu ruhun büyüklüğü, omuzladığı peygamberlik görevinin büyüklüğünden ileri geliyordu. Tıpkı İslam gerçeği gibi Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- gerçeği de insanlara sahip bulundukları herhangi bir büyütecin boyutlarını aşacak büyüklüktedir. Birbiriyle bütünleşmiş bu iki büyük gerçeği gözlemleyen birinin yapabileceği şey sadece bu gerçeği görmektir, ama onu bütün yönleriyle açıklayıp, gözler önüne sermesi mümkün değildir. Sadece bu gerçeğin evren içindeki yörüngesine uzaktan işaret edebilir, ama kesinlikle bu yörüngeyi her yönüyle kavrayamaz!
Bir kez daha kendimi Peygamber Efendimizin sağlam bir iradeyle, dengeli bir psikolojik durumla ve derin bir özgüvenle sarsılmadan Rabbinden gelen bu övgüyü karşılamasının ifade ettiği büyük anlamın karşısında durup hayretler içinde düşünmek zorunda hissediyorum. Peygamber Efendimiz bazen arkadaşlarından birini övdüğü olurdu. Bunun üzerine onun yüce övgüsüne muhatap olan arkadaşı kendilerinden geçercesine sarsılır, bütün arkadaşları titrerlerdi. Oysa o, bir insandı. Arkadaşı da O’nun bir insan olduğunu biliyordu. Arkadaşları onun bir insan olduğunun bilincindeydi. Evet O, bir peygamberdi ama, sınırları belirlenmiş bir dairede; sınırlı insanlık dairesinde hareket eden bir peygamberdi. Ama O’nun yüce Allah’tan gelen böyle bir övgüye muhatap olması… Üstelik O, Allah’ın kim olduğunu da biliyor… Özellikle O, Allah’ın kim olduğunu herkesten çok iyi biliyor… Çünkü O, başkasının bilmesine imkan olmayan şeyleri Allah’tan öğreniyordu… Buna rağmen O’nun bu övgünün ağırlığına katlanabilmesi, sağlam bir iradeyle ayakta durabilmesi, bu övgüyü karşılaması ve normal hayatına devam etmesi her türlü düşüncenin, her türlü değerlendirmenin üstünde bir olgudur.
Sadece Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- bu yüce ufka yükselebildi… Yalnızca Hz. Muhammed insanın içine üflenmiş Allah’ın ruhu ile aynı cinsten olan insani kusursuzluk zirvesine ulaşabildi. Sadece Hz. Muhammed tüm insanlığa hitap eden, bütün dünyaya yönelik bu evrensel peygamberlik misyonunun hakkından gelebilirdi, yeryüzünde dolaşan bir insan kılığında onun canlı bir temsilcisi olurdu. Kuşkusuz yüce Allah, sadece Hz. Muhammed’in bu makama layık olduğunu biliyordu. Çünkü yüce Allah, peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir. Ve O bu surede peygamberinin yüce bir ahlaka sahip olduğunu duyurmuştur. Bir başka surede de, O’nun şanının yüce, zatının ve sıfatlarının ulu olduğunu, hem kendisinin hem de meleklerin ona esenlik dilediğini duyurmuştur: `Şüphesiz Allah ve melekleri peygamberi överler.”(Ahzab suresi 56) Sadece yüce Allah kullarından birine bu büyük lütfu bahşedebilir…
Bir yandan da bu mesaj ahlâk unsurunun Allah’ın terazisinde son derece önemli bir övgüye değer olduğunu, İslam’da tıpkı Hz. Muhammed gerçeği gibi köklü olduğunu vurguluyor.
Bu inanç sistemine bakan biri, tıpkı bu inanç sisteminin peygamberinin hayatına bakan birisi gibi ahlâk unsurunun çok belirgin ve köklü olduğunu görür. Bu inanç sisteminde hem yasal düzenlemelere ilişkin temeller hem de ruhsal arınmaya ilişkin temeller ahlak unsuruna dayanır. Bu inanç sisteminde en büyük çağrı, arınmaya, temizliğe, güvenliliğe, doğruluğa, adalete, merhamete, verilen sözü tutmaya, söz ile davranışın birbirini tutmasına, her ikisinin niyet ve vicdan ile uyuşmasına, zorbalığın, zulmün, hile ve aldatmanın, insanların mallarını haksız yere yemenin, dokunulması yasak olan başkalarının ırz ve namusuna tecavüz etmenin, her türlü kötülüğün ve fuhşun önlenmesine ilişkindir… Bu inanç sisteminin öngördüğü yasal düzenlemeler, bu temellerin, duygu ve davranışta, vicdanın derinliklerinde ve toplumun pratik hayatında, bireysel, toplumsal ve uluslararası ilişkilerde ahlâk unsurunun korunması amacına yöneliktir.
Allah’ın seçkin peygamberi şöyle buyuruyor: “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim: ‘ Böylece peygamberlik görevini bu soylu hedefle özetliyor. Güzel ahlâka teşvik edici bir çok hadisi dilden dile dolaşmaktadır. O’nun kişisel hayatı da yüce Allah’ın ölümsüz kitabında “Sen yüce bir ahlâka sahipsin.” övgüsünü hakkedecek canlı bir örnek, tertemiz bir sayfa ve yüce bir tablo olarak gözler önünde duruyor. Yüce Allah bu sözle peygamberini övdüğü gibi, seçkin peygamberinin getirdiği hayat sistemindeki ahlâk unsurunu da övüyor. Bununla yeri göğe bağlıyor. Kendisini arayan, arzulayan gönülleri bu unsura yöneltiyor. Sevdiği ve hoşnut olduğu yüce ahlâkın ne olduğunu gösteriyor.
Hiç kuşkusuz bu, İslam ahlâkına özgü eşsiz bir anlayıştır. Bu ahlâk toplumdan, çevreden doğmamıştır. Kesinlikle yeryüzü değerlerinden kaynaklanmamıştır. İslam ahlâkı herhangi bir geleneksel anlayışa veya çıkara yahut herhangi bir kuşakta geçerli olan insanlar arası ilişkilere dayanmaz, onlardan kaynaklanmaz. İslam ahlâkı gökten kaynaklanır, göğe dayanır. İnsanlar yüce ufuklara yönelsinler diye gökten yere yöneltilen çağrıdan kaynaklanır. İnsanlar güçleri oranında gerçekleştirsinler, istenen yüce insanlığı yaşasınlar, yüce Allah’ın kendilerine biçtiği değere ve yeryüzü halifeliğine layık olsunlar ve “Güçlü padişahın huzurunda doğruluk koltuklarında”(Kalem suresi 55) ahiretteki üstün hayatı hakketsinler diye vurgulanan Allah’ın sınırsız, sonsuz sıfatlarına dayanır. Bu yüzden İslam ahlâkı yeryüzünde geçerli olan herhangi bir anlayışla sınırlı değildir, hiçbir bağla kayıtlı değildir. İslam ahlâkı sınırsızdır, insanı ulaşabildiği en yüksek zirveye çıkarır. İnsanı yüce Allah’ın her türlü bağdan, her türlü sınırlandırmadan uzak sıfatlarını gerçekleştirmeye, yaşamaya yöneltir.
Öte yandan İslam ahlâkı sadece, doğruluk, güvenirlilik, adalet, merhamet ve iyilik gibi bireysel üstün niteliklerden ibaret değildir. İslam ahlâkı kusursuz ve insanın her türlü ihtiyacına cevap veren yeterli bir hayat sistemidir. Bu sistemde ruhsal arınmaya yönelik terbiye ile yasal düzenlemeler dayanışmalı olarak işlerler. Tüm hayat düşüncesi, hayata ilişkin tüm amaçlar buna dayanır ve en sonunda yüce Allah’a bağlanır, dünya hayatında geçerli olan herhangi bir anlayışa değil.
İşte bu İslam ahlâkı, bütün kusursuzluğu ile, bütün güzelliği ile, bütün dengeliliği ile, bütün doğruluğu ile, bütün sürekliliği ile ve bütün kalıcılığı ile Hz. Muhammed’in kişiliğinde somutlaşmıştı. Yüce Allah’ın şu yüce övgüsünde ifadesini bulmuştu:
“Ve sen yüce bir ahlâka sahipsin.”
ALLAH TARAFINDAN MÜŞRİKLERE TEHDİT
Bu onurlandırıcı övgüden sonra yüce Allah, peygamberine, kendisine bu iğrenç iftirayı atan müşriklerle gelecekteki durumları ile ilgili güvence veriyor. Ayrıca müşrikleri, durumlarını ortaya çıkarmakla, batıl oluşlarını gözler önüne sermekle, apaçık sapıklıklarını herkese duyurmakla tehdit ediyor:
“Sen de göreceksin, onlar da görecekler. Hanginizin aklından zoru olduğunu, şüphesiz Rabbin, kimlerin kendi yolundan saptığını ve kimlerin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir.”
Burada yüce Allah’ın ortaya çıkarıp herkesin dikkatine sunacağına ilişkin peygamberine güvence verdiği yoldan çıkmış olan kişi sapıklardan birisidir. Veya gerçek kimliği ortaya çıkacak şekilde sınanan kimsedir. Bunların ikisi de konunun içeriğine yakın anlamlardır. Bu vaad, Peygamberimizin kişiliğine dil uzatan, ona mesnetsiz iftiralar atan müşriklere yönelik bir tehdit anlamına geldiği kadar Peygamber Efendimize ve beraberindeki müminlere de bir güvence anlamındadır. Acaba müşrikler Peygamberimiz için o, cinlenmiş biridir derken neyi kastediyorlardı? Zannımca bununla onun aklını kaybettiğini vurgulamak istemiyorlardı. Çünkü ortadaki realite bu sözü yalanlamaktadır. Cinlerle iletişim halinde olduğunu onların bu garip ve olağanüstü sözleri ona ilham ettiklerini anlatmak istiyorlardı. Nitekim her şairin bir şeytanının olduğunu ve bu şeytanın güzel söz söylemede o şaire yardımcı olduğunu sanıyorlardı. Oysa bu anlam, Peygamber Efendimizin gerçek durumundan uzaktır. Kendisine vahyedilen kalıcı, doğru ve tutarlı sözlerin önüne yabancı bir yaklaşımdır.
Yüce Allah’ın bu vaadi, gelecekte Peygamber Efendimizin gerçek durumu ile onu yalanlayanların gerçek durumlarının ortaya çıkacağına işaret ediyor. içinde bulunduğu durumla kimin sınandığını ve kimin davasında sapık olduğunun belirleneceğini vurguluyor. Ve yüce Allah Peygamber Efendimize şu güvenceyi veriyor: “Şüphesiz Rabbin, kimlerin kendi yolundan saptığını ve kimlerin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir.” Ona bu güvenceyi veren, kendisine vahiy indiren yüce Allah’tır. Ve yüce Allah O’nun ve beraberindeki mü’minlerin doğru yolda olduğunu biliyor. Bu ayet Peygamber Efendimize gelecekle ilgili güvence verirken, düşmanlarının içine korku düşürüyor. Gelecek hakkında kalplerini endişenin, sıkıntının girdabına atıyor.
Daha sonra yüce Allah, Peygamberimize karşı çıkan, getirdiği hak içerikli davet hakkında onunla tartışan, bu amaçla mesnetsiz iftiralar atan müşriklerin gerçek durumlarını, gerçek düşüncelerini gözler önüne seriyor. içtenlikle inanıyor görünmelerine rağmen aslında onlar sahip bulundukları cahiliye düşüncesine pamuk ipliği ile bağlıdırlar. Peygamberimizin onları çağırdığı inanç sisteminin bazı ilkelerinden vazgeçmesi durumunda kendi inanç sistemlerinin bir çok ilkesinden vazgeçmeye hazırdırlar. Onlara karşı daha yumuşak ve daha uzlaşmacı bir tavır takınması durumunda uzlaşmaya, yumuşak davranmaya ve sadece meselenin dış görünümünü korumaya sırf zevahiri kurtarmaya dünden razıdırlar. Çünkü onlar gerçek olduğuna kesinlikle inandıkları bir inanç sistemine bağlı değildirler. Onlar dış görünüşe önem veren, inanmaksızın sadece öyle görünmek isteyen kimselerdirler:
“Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.”
Onlar tıpkı ticarette olduğu gibi pazarlık yapmaya, ortak bir nokta etrafında uzlaşmaya çalışıyorlar. Oysa inanç ile ticaret arasında büyük fark vardır. İnanç sahibi bir kimse inancının hiç bir prensibinden vazgeçmez. Onun gözünde büyük küçük bütün ilkeler aynı öneme sahiptir. Daha doğrusu inanç sisteminde büyük küçük diye bir ayırım olmaz. İnanç sistemi, her bir parçası birbirini bütünleyen bölünmez bir gerçektir. İnanç sistemine bağlı birisi, bir prensibe uyarken, bir diğerinden asla vazgeçemez.
İslam ile cahiliyenin yolun ortasında, daha doğrusu herhangi bir yolda buluşmaları mümkün değildir. Bu durum İslam ile her zaman ve her çağdaki cahiliye sistemleri arasında her zaman geçerli olan bir kuraldır. Bu kural dünkü cahiliye için olduğu gibi, bu günkü cahiliye içinde, yarınki cahiliye için de geçerlidir. İslam ile cahiliye arasındaki uçurum aşılmaz niteliktedir. İkisini bir noktada buluşturmak için bu uçurumun üzerine bir köprü kurmak imkansızdır. Bir şeyi paylaşmaları, iletişim kurmaları mümkün değildir. Aralarında sürekli bir çatışma vardır ve sonuçta uyuşmaları söz konusu değildir.
Peygamber Efendimizin uzlaşmaya yanaşması, daha yumuşak bir tutum içine girmesi, tanrılarına küfretmekten ve ibadetlerini saçmalık olarak nitelendirmekten vazgeçmesi veya bazı konularda kendilerine uyması, Dolayı siyle kendilerinin de onun dinine uymaları böylece Arap kitleleri karşısında onurlarını kurtarmaları için müşriklerin Peygamber Efendimize çeşitli tavizler vermeye çalıştıkları, uzlaşma önerilerinde bulundukları birçok rivayete konu olmuştur. En uygun çözüm yolunu bulmaya çabalayan pazarlıkçıların her zaman başvurdukları bir yöntemdir bu. Fakat Hz. Peygamber dininde kararlıydı, dininin ilkelerini pazarlık konusu yapmaz, taviz vermez bir tutum içindeydi. Ama dinle ilgili olmayan öteki konularda insanların en yumuşak huylusuydu. İnsanlar arası ilişkilerde en güzel davrananıydı. Akrabalarına en çok iyilikte bulunan, kolaylığı ve kolaylaştırmayı en çok isteyen bir insandı. Fakat din, dindi. O, bu konuda Rabbinin şu direktifine uymak zorundaydı: “Öyleyse yalanlayanlara itaat etme.”
Peygamber Efendimiz Mekke’de en zor şartlarda bile dinini pazarlık konusu yapmamıştı. Daveti dört bir yandan kuşatıldığı ve bir avuç arkadaşı da Allah yolunda dayanılmaz eziyetlere, işkencelere uğratılmak üzere yakalanıp zincirlere vuruldukları halde güçlü zorbaların yüzüne karşı söylenmesi gereken sözü gizlemeye yeltenmemişti. Kalplerini İslama ısındırmak veya baskı ve işkencelerini savmak için böyle bir manevraya gerek görmemişti. Aynı şekilde inanç sistemi ile uzaktan yakından ilgili bulunan herhangi bir gerçeği açıklamaktan da geri durmamıştı.
ibn-i Hişam siretinde ibn-i İshak’a dayanarak şöyle rivayet eder:
“Peygamber Efendimiz kavmini açıkça İslama çağırdığı, yüce Allah’ın kendisine emrettiği şekilde dini olduğu gibi anlatmaya başladığı ilk sıralarda, kavmine fazla bir tepki göstermedi, etrafından uzaklaşmadı. Fakat -bana ulaşan bilgilere göre- Peygamberimiz onların düzmece tanrılarını gündeme getirip, onlara yönelik ibadetlerinden dolayı onları kınamaya başlayınca büyük tepki gösterdiler. Böyle bir şeyi kabullenemeyeceklerini çeşitli vesilelerle ortaya koydular. Müslümanlıklarını gizleyen Allah’ın koruduğu mümin azınlık hariç hep birlikte O’na karşı çıktılar, düşmanca bir tutum içine girdiler. Müşriklerin bu tutumu karşısında Amcası Ebu Talip onu koruyucu kanatları altına alarak, savundu. Her zaman onun arkasında durdu. Peygamber Efendimiz de hiçbir şeye aldırmadan Allah’ın emrettiği şekilde O’nun dinini yaymaya çalıştı.
“Kureyş’liler, Peygamber Efendimizin kendilerinden, hayat biçimlerinden ayrılmak, düzmece tanrılarına dil uzatmak gibi hoşlanmadıkları birtakım davranışlardan vazgeçmediğini, yine Amcası Ebu Talib’in onu koruyucu kanatları altına aldığını, onu desteklediğini ve kendilerine teslim etmediğini görünce Rabia’nın oğulları Utbe ve Şeybe, Ebu Süfyan B. Harb B. Ümeyye, Ebu’l Buhteri (As B. Hişam), Esved B. Muttalip B. Esed, Ebu Cehil (Amr B. Hişam, künyesi Ebul Hakemdi), Velid B. Muğire, Haccac B. Amr’ın oğulları Nebih ve Münebbih gibi Kùreyş kabilesinin ileri gelenleri Ebu Talib’e gidip şöyle dediler: “Ey Ebu Talip, yeğenin Tanrılarımıza küfrediyor, dinimizi aşağılıyor, fikirlerimizi saçmalık olarak nitelendiriyor, geçmiş atalarımızı sapıklıkla suçluyor. Ya onu bu işten vazgeçir irsin, ya da aramızdan çekilirsin. Çünkü sen, ona karşı bizden farklı bir konumdasın. Aksi takdirde biz O’nun hakkından geliriz.” Ebu Talip onlara yumuşak sözler söyledi, onlara güzel karşılık verdi, onlar da çekip gittiler.
“Bu arada Peygamber Efendimiz aksatmadan faaliyetlerini sürdürüyordu, Allah’ın dininin öngördüğü hayat biçimini herkesin görebileceği şekilde uyguluyor, insanları bu hayat biçimine inanmaya, sonra da uymaya davet ediyordu. Sonra Peygamberimizle Kureyş’liler arasındaki ilişkiler gerginleşti. Gitgide birbirlerinden uzaklaştılar. Kızgınlık ta gittikçe arttı. Peygamber Efendimiz ve yaptıkları Kureyşlilerin gündeminden çıkmıyordu. O’na yönelik öfkeleri kabarıyor, birbirlerini ona karşı teşvik ediyorlardı. Kureyş’liler bir ara tekrar Ebu Talib’e gidip şöyle dediler: “Ey Ebu Talib, sen yaşlı başlı bir insansın. Aramızda saygın bir yerin var. Bundan önce yeğenini yaptıklarından vazgeçirmeni istemiştik, ama sen O’na engel olamadın. Vallahi artık, atalarımıza küfredilmesine, fikirlerimizin saçmalık olarak nitelendirilmesine, tanrılarımıza hakaret edilmesine katlanamayız. Ya O’na engel olursun, ya da iki gruptan biri helak olana kadar seninle ve onunla her türlü ilişkimizi keseriz”. -Veya buna benzer sözler söylediler-. Sonra da çekip gittiler. Kavminin kendisini terk etmesi, düşmanlığını ilan etmesi Ebu Talib’e ağır geldi. Ama Peygamber Efendimizi onlara teslim etmeye veya O’na verdiği desteği çekmeye de gönlü razı değildi. İbn-i ishak diyor ki: Bana Ya’kup B. Ukbe B. Muğire B. Ahnes şöyle anlattı: Kureyş’liler Ebu Talib’e bu sözleri söyleyince, Ebu Talip Peygamberimizi çağırıp şöyle dedi: “Ey Yeğenim, senin kavmin gelip bana şöyle şöyle diyor (Kureyşlilerin kendisine söyledikleri sözleri bir bir anlattı.) Bana ve kendine acı. Altından kalkamayacağım bir yükün altına salma beni:’ Bunun üzerine Peygamber Efendimiz amcasının kendisine karşı tutum değiştirdiğini, kendisine verdiği desteği çekeceğini, kendisini Kureyşlilere teslim edeceğini, artık kendisine yardım edecek gücünün kalmadığını sanarak amcasına şu karşılığı verdi: “Amcacığım, Vallahi bu işten vazgeçmem için güneşi sağıma, ayı da soluma koysalar yine de vazgeçmem. Allah bu dini üstün getirene veya ben bu uğurda ölene kadar bir an bile mücadeleden geri kalmam.” Daha sonra Peygamberimiz duygulandı ve ağlamaya başladı ve gitmek üzere ayağa kalktı. Tam gidecekken Ebu Talip; Peygamberimizi çağırdı. Peygamberimiz dönünce, Ebu Talip şöyle dedi: “Git istediğini konuş. Vallahi seni asla kimseye teslim etmeyeceğim.”
İşte, koruyucusu, güvencesi ve hakkından gelmek için pusuda bekleyen, kendisine diş bileyen düşmanlara karşı dünyadaki tek sığınağı amcasının kendisini yalnız bıraktığı bir sırada Peygamber Efendimizin davasına ısrarlı bağlılığının somut ifadesi olan bir tablo…
Bu tablo, manzara ve gölgeleri bakımından, kullanılan ifade ve sözcükleri bakımından ve somut gerçekliği bakımından kendi türü içinde son derece etkileyici, parlak ve şaheser bir tablodur. Tıpkı bu inanç sisteminin parlaklığı gibi. Tıpkı bu inanç sisteminin eşsizliği gibi. Tıpkı bu inanç sisteminin etkileyiciliği gibi… Bu tablo yüce Allah’ın şu sözünün somut kanıtıdır: “Sen yüce bir ahlâka sahipsin.”
Tarihçi İbn-i ishak’ın rivayet ettiği bir diğer tablo da doğrudan doğruya müşriklerden Peygamber Efendimize gelen uzlaşma önerileri ile ilgilidir. Bu öneri, müşriklerin Peygamber Efendimizin daveti karşısında çaresiz kalmalarından ve her kabilenin, Müslüman olan bireyini cezalandırma ve dininden döndürmek için işkenceye uğratma işini bizzat üstlendiği bir sırada gelmişti.
İbn-i İshak diyor ki: Bana Yezid B. Ziyad anlattı. O da Muhammed B. Ka’b el-Kurezi’nin şöyle dediğini duymuş: Utbe B. Rabia, lider konumunda bir kişiydi. Bir gün Kureyşlilerin meclisinde otururken Peygamber Efendimiz de yalnız başına mescitte oturuyordu. Utbe: Ey Kureyş topluluğu, ne diyorsunuz, Muhammed’e konuşmaya gidip ona bazı önerilerde bulunayım mı? Bakarsınız bazılarını kabul eder. Biz de ona dilediğini verir, böylece bizden vazgeçmiş olur dedi. Bu olay Hz. Hamza’nın Müslüman olduğu günlere denk geliyor. Peygamber Efendimizin arkadaşlarının günden güne arttığını görüyorlardı. Bu yüzden: Ey Ebu Velid, git ve konuş onunla dediler. Utbe kalktı Peygamberimizin yanına gidip oturdu. Ve şöyle dedi: Ey yeğenim, bildiğin gibi bizim aramızda aşiret ve soy bakımından saygın bir yere sahipsin. Sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Birliklerini parçaladın. Fikirlerini saçmalık olarak niteledin. Tanrılarının çokluğunu ve dinlerini ayıpladın. Geçmiş atalarını tekfir ettin. Beni dinle sana bazı önerilerde bulunacağım. Bak, belki bir kısmını kabul edersin. Peygamber Efendimiz “Söyle ey Ebu Velid, seni dinliyorum” dedi. Utbe şöyle dedi: “Ey yeğenim, eğer sen bu getirdiğin dini kullanarak mal elde etmek istiyorsan, senin için mal toplar ve en çok mala sahip olanınız olursun. Eğer bununla şeref kazanmak istiyorsan, seni başımıza lider tayin ederiz ve sensiz hiçbir şey yapmayız. Eğer kral olmak istiyorsan, seni kral yaparız. Yok eğer bu, sana musallat olmuş bir rüya ise ve sen bunun etkisinden kurtulamıyorsan. Senin için araştırır doktorlar buluruz ve senin tedavi olman için mallarımızı harcarız. Nitekim kişinin başına bazı dertler musallat olur da tedavi sonucu bundan kurtulabilir -veya buna benzer şeyler söyledi-. Utbe sözlerini tamamlayana kadar, Peygamber Efendimiz onu dinledi. Sonra “Ey Ebu Velid, sözlerini bitirdin mi?” dedi. Utbe “Evet” dedi. “O zaman, beni dinle” dedi. Utbe “Söyle” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Ha mim. Bu kitap merhamet eden, merhametli olan Allah katından indirilmedir; bilen bir millet için müjdeci ve uyarıcı olmak üzere Arapça bir Kur’an olarak ayetleri uzun uzun açıklanmıştır. Ama insanların çoğu yüz çevirmiştir, onlar işitmezler de; `Ey Muhammed! Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda ağırlık, bizimle senin aranda anlaşmamıza engel vardır; istediğini yap, biz de yapacağız’ derler. Ey Muhammed! Onlara söyle: `Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana tanrınızın tek bir tanrı olduğu vahyolunuyor. Artık ona yönelin. O’ndan bağışlanma dileyin; vay müşriklerin haline!:”(Fussilet suresi 1-6) Sonra Peygamberimiz okumaya devam etti. Utbe bunları dinleyince sessizce beklemeye başladı. Ellerini arkasından yere koydu ve onlara yaslanarak dinlemeye koyuldu. Sonra Peygamberimiz secde ayetine geldi ve secdeye gitti. Ardından şöyle buyurdu: “Ey Ebu Velid, dinleyeceğini dinledin, artık kararını sen ver” Bunun üzerine Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına gitti. Bazıları: Allah’a yemin ederiz Ebu Velid buradan ayrıldığı yüzle dönmüyor dediler. Utbe gelip yanlarına oturunca “Geride ne bıraktın ey Ebu Velid?” dediler. Utbe: Orada bundan önce bir benzerini duymadığım bir söz dinledim. Allah’a And olsun şiir değildi dinlediğim. Sihir veya kehanet de değil di. Ey Kureyş’liler, beni dinleyin ve benim dediğimi yapın. Bu adamı kendi durumuyla baş başa bırakın. Karışmayın ona. Vallahi ondan dinlediğim sözlerde büyük bir haber olmalı. Eğer Araplar onun hakkından gelirlerse, eliniz bulaşmadan ondan kurtulmuş olursunuz. Eğer O, Arapları yen erse onun egemenliği sizin egemenliğinizdir. Onun üstünlüğü sizin üstünlüğünüzdür. Onun sayesinde insanların en mutlusu olursunuz” dedi. “Ey Utbe, O, seni diliyle büyülemiş” dediler. Utbe: Bu, benim görüşümdü. Siz, istediğinizi yapın.
Bir başka rivayete göre Utbe, Peygamber Efendimizi: “Eğer yüz çevirirlerse de ki: Ad ve Semud kavminin başına gelen kasırga gibi bir kasırgayla uyardım sizi” ayetine kadar dinlemiş, sonra da dehşete kapılarak eliyle, Peygamber Efendimizin ağzını kapatmıştır. “Allah aşkına ve akrabalık hatırına sus ey Muhammed” demiştir. Çünkü uyarının gerçekleşmesinden korkmuştur. Bundan sonra gidip kavmine duyduklarını anlatmıştır.
Her halükârda bu da bir tür pazarlık girişimidir. Yine güzel ahlâkın somut örneklerinden biridir. Bu ahlâk Peygamber Efendimizin tutumunda belirginleşiyor. Peygamberimiz, Utbe’nin dinlemeye değmez sözlerini sonuna kadar dinliyor, Hz. Muhammed gibi evrensel değerlendirmede, hakkın ölçüsünde, yeryüzünün tüm genişliğince bir değere sahip bir zatın Utbe’yi dinlemesi saçma önerilerini sessizce karşılaması üstün bir ahlâk örneğidir. Onun üstün ahlâkı onu tutuyor, sözünü kesmesine, acele etmesine, öfkelenmesine, sıkılmasına müsaade etmiyor. Sonuna kadar onu dinliyor, sonra da ona soruyor: “Bitti mi ey Ebu Velid?” fazlasıyla süre tanıyor, içindekiler ini döksün istiyor. Hiç kuşkusuz bu, muhatabın sözünü dinlemede uyulması gereken üstün bir edep tavrı olduğu gibi, gerçeğe duyulan şaşmaz güvenin de bir ifadesidir. ikisi birlikte güzel ahlakın belirtileridirler.
Pazarlık yapma girişimlerinin üçüncüsünü de İbn-i İshak şöyle anlatıyor: ‘ Bana ulaşan bilgilere göre, bir gün peygamberimiz Kâbe yi tavaf ederken, Esved B. Muttalip B. Esed B. Abduluzza, Velid B. Muğire, Umeyye B. Halef ve As B. Vail es-Sehmi ile karşılaştı. Bunlar kabileleri arasında dişli kimselerdi. “Ya Muhammed, gel biz senin taptığına tapalım, sen de bizim taptığımıza tap. Böylece seninle ortak bir noktada buluşalım. Eğer senin taptığın bizimkinden daha hayırlı ise biz ondan nasibimizi almış oluruz. Eğer bizim taptığımız sizinkinden hayırlı ise o zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun. Bunun üzerine yüce Allah şu ayetleri indirdi: “Ey Muhammed de ki: `Ey kafirler. Ben sizin taptığınıza kulluk sunmam. Benim taptığıma da siz kulluk sunmazsınız. Ben de sizin taptığınıza kulluk sunacak değilim. Benim taptığıma da sizler kulluk sunacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”(Kâfirun suresi 1-6)
Böylece yüce Allah bu kesin ve net ifadelerle bu komik pazarlık girişimini kestirip atıyor Ardından Peygamberimiz Rabbinin emrini onlara açıkça bildiriyor. Ardından, ahlâk unsuru, Peygamber Efendimizin doğrudan doğruya Allah’ın ayetlerini yalanlayanlardan birine uymaktan men edilmesinde de bir kez daha ön plana çıkıyor. Uyulması yasaklanan bu adam iğrenç ve aşağılık sıfatlarla nitelendiriliyor, ayrıca aşağılanıp horlanacağı vurgulanıyor:
MÜŞRİKLERİN HZ. PEYGAMBERDEN İSTEKLERİ
“Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık; Herkesi kınayan, söz götürüp getiren; Hayra engel olan, saldırgan, günahkar; Kaba, sonra da soysuz, alçak; Mal ve oğullar sahibi olmuş diye (yolunu şaşırmış) Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: `Eskilerin masalları’ dedi. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız: ‘
Bu ayetlerde nitelikleri anlatılan adamın Velid B. Muğire olduğu, yine Müddessir suresindeki şu ayetlerin de O’nun hakkında indiği söylenmektedir:
“Ey Muhammed, tek olarak yaratıp, kendisine bol bol mal, çevresinde bulunan oğullar verdiğim ve nimetleri yaydıkça yaydığım o kimseyi bana bırak, cezasını ben vereyim. Bir de verdiğim nimetten arttırmamı umar, hayır, çünkü o, bizim ayetlerimize karşı son derece inatçıdır. Onu sarp bir yokuşa sardıracağım. Çünkü o düşündü, ölçüp biçti; canı çıkası ne biçim ölçtü biçti. Cam çıkası yine ne biçim ölçüp biçti. Sonra baktı; sonra kaşlarını çattı, suratını astı. Sonra da sırt çevirip büyüklük tasladı. `Bu sadece öğretile gelen bir sihirdir. Bu Kur’an yalnızca bir insan sözüdür’ dedi. İşte bu adamı yakıcı bir ateşe yaslayacağım:”(Müddesir suresi 11-26)
Velid B. Muğire’nin, Peygamber Efendimize çeşitli komplolar kurması İslam davetinin karşısına dikilmesi, insanları Allah’ın yolundan alıkoyması ile ilgili birçok rivayet vardır. Ayrıca bu suredeki ayetlerin de Ahnes B. Şureyk hakkında indiği de rivayet edilmiştir. Bilindiği gibi bu iki adam Peygamber Efendimizin baş düşmanıydılar. Sürekli ona karşı savaş kışkırtıcılığı yapıyor, insanları O’nun aleyhinde birleşmeye çağırıyorlardı.
Bu suredeki sert saldırı ve öteki (Müddessir) suredeki korkunç tehditler, ayrıca başka surelerde yer alan uyarılar, ister Velid olsun ister Ahnes olsun -birincisi olma ihtimali yüksektir- burada işaret edilen adamın Peygamber efendimizin ve davet hareketinin aleyhine başlatılan savaşta ne kadar önemli bir rol üstlendiğinin kanıtıdır. Aynı şekilde bu saldırı ve tehditler söz konusu kişinin kötü hareketini, bozuk kişiliğini, iyilikten uzak ahlaksız bir tip olduğunu ortaya koyuyor.
Burada Kur’an-ı Kerim söz konusu kişinin hepsi de iğrenç olmak üzere dokuz niteliğini sıralıyor:
“Bu adam aşırı yemincidir…”Çok yemin etmektedir. İnsanların kendisini yalanlayacaklarının, kendisine güvenmeyeceklerinin farkında olan yalancı insanlardan başkası sık sık yemine başvurmaz. Böylece bir insan yalanını gizlemek, insanların güvenini kazanmak için yemin eder.
Aşağılıktır, onursuzdur; Kendisine saygısı yoktur. Bu yüzden insanlar sözlerine saygı göstermezler. Onun aşağılık oluşunun delili de yemine ihtiyaç duymasıdır, hem kendisinin hem de insanların kendisine güvenmemesidir. Mal, evlat ve mevki-makam sahibi olması bu durumu değiştirmez. Çünkü aşağılık kompleksi psikolojik bir niteliktir. Bir kişi azgın, zorba ve kudretli bir kişi dahi olsa bu niteliğe sahip olabilir. Şeref ve haysiyet de (izzetinefis) psikolojik bir sıfattır. Saygın bir ruh dünya hayatın tüm değerlerinden yoksun olsa bile bu nitelikten soyutlanmaz.
Sürekli başkasını çekiştirir: Sözle ve işaretle başkasını gerek yüzüne karşı gerekse arkasından çekiştirir, ayıplar. İslam dini başkasını çekiştirme ve ayıplama huyuna şiddetle karşı çıkar, yerer. Çünkü bu huy insanlığa yakışmaz, ruhsal edebe aykırıdır. insanlar arası ilişkilerde, büyük küçük herkesin onurunu korumada uyulması zorunlu olan edep tavrına ters düşer. Kur’an-ı Kerimin birçok yerinde bu iğrenç huy kınanmıştır. Nitekim yüce Allah bir yerde şöyle buyurmaktadır: “Diliyle çekiştiren, kaş ve gözüyle işaretler yapıp alay eden her fesat kişinin vay haline.”(Hümeze suresi 1) Yine başka bir yerde de şöyle buyurmaktadır: “Ey inananlar, bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki alay ettikleri kimseler kendilerinden iyidirler. Kadınlar da diğer kadınlarla alay etmesinler. Belki onlar, kendilerinden iyidirler. Birbirinizde kusur aramayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.”(Hucurat suresi 11) Bunların her biri iğrenç bir karakter olan alaycılığın, başkasını arkasından çekiştirmenin değişik şekillerinden biridir.
İnsanlar arasında söz götürüp getirir: İnsanlar arasında kalplerini bozacak, ilişkilerini koparacak, sevgilerini giderecek sözler götürüp getirir. Bu sıfat iğrenç olduğu kadar, aşağılıktır da. Kendine saygı duyan ve başka insanlar nezdinde saygı görmek isteyen bir insan böyle bir huyla nitelenmek istemez. Çünkü, koğucu, laf götürüp getiren, birbirini seven insanların arasını bozmaya çalışan kişilerin sözlerine kulak verenler bile aslında bu tür insanlara saygı göstermezler, onları sevmezler.
Peygamber Efendimiz herhangi bir arkadaşına yönelik iyi duygularını değiştirecek nitelikte sözlerin kendisine aktarılmasını yasaklamıştı. Şöyle diyordu Peygamber efendimiz: “Hiç kimse arkadaşlarından biri hakkında bana herhangi bir şey ulaştırmasın. Çünkü ben karşınıza iyi duygularla dolu rahat bir kalp ile çıkmak isterim:'”(Ebu Davut ve Tirmizi İbn-i Mesut`tan rivayet edilmiştir)
Buhari ve Müslim’de yer alan Mücahid’in Tavus’tan, onun da İbni Abbas’tan aktardığı bir hadiste şöyle buyurulur: “Bir gün Peygamber Efendimiz, iki kabrin yanından geçerken şöyle buyurdu: Şu iki kabirde yatanlar azap görmektedirler. Ama bu azapları büyük günahlardan dolayı değildir. Birisi küçük abdest ini yaparken sidikten korunmazdı, ötekisi de insanlar arasında söz götürüp getirirdi.”
İmam Ahmed Hz. Huzeyfe’den şöyle rivayet eder: Peygamber Efendimizin şöyle dediğini duydum: “İnsanlar arasında söz götürüp getiren cennete giremez:’ (İbn-i Mace’nin dışında bir grup sahabe tarafından rivayet edilmiştir.)
Yine İmam Ahmed -kendi ravi zinciri ile- Yezid B. Seken’den şöyle rivayet eder: Bir gün Peygamber Efendimiz: “En iyinizin kim olduğunu söyleyeyim mi?” buyurdu. Oradakiler: “Evet, ya Resulallah” dedi. Sonra şöyle buyurdu: “En kötünüzün kim olduğunu haber vereyim mi? Söz götürüp getirerek birbirini sevenlerin arasını bozan, suçsuz insanlara haksızlık edenlerdir.”
İslam dininin bu iğrenç, bu aşağılık huyu bu denli sıkı tutarak yasaklaması kaçınılmazdı. Çünkü bu aşağılık davranış kalbi bozduğu gibi arkadaşlıkları da bozar. Toplumsal ilişkileri bozmadan önce bizzat söz götürüp getiren kişiyi alçaltır. Toplumun düzenini, güvenliğini kemirmeden önce O’nun kalbini kemirir, ahlâkını bozar. Bu çirkin davranış yüzünden insanların birbirlerine güvenleri kalmaz. Çoğu zaman suçsuz insanları günaha bulaştırır.
İyiliğin amansız düşmanıdır, her zaman iyiliğin karşısına dikilir: Hem kendisinin hem de başkasının iyiliğine engel olur. Bir kere, her türlü iyiliğin toplamı sayılan imanı engeller. Bu adamın çocuklarına ve akrabalarına, Peygamberimize eğilim gösterdiklerini sezdiği her seferinde “Sizden biriniz Muhammed’in dinine uyacak olursa, benden hiçbir fayda görmez olur” dediği bilinmektedir. Bu tehditle onların Müslüman olmalarına engel olurdu. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim onu sözleri ve davranışları ile “iyiliğin karşısına dikilen” biri olarak tescil etmiştir.
Saldırgandır: Hak, adalet nedir gözetmez, çiğner geçer. Ayrıca o, Peygamber Efendimize, Müslümanlara, ailesine ve doğru yolu bulmalarına engel olduğu, dini benimsemelerini önlediği aşiretine de saldırır, haksızlık eder. Saldırganlık, aşırılık, Kur’an-ı Kerim de ve Peygamber efendimizin sözlerinde üzerinde önemle durulan çirkin huylardan biridir. İslam saldırganlığın, aşırılığın her çeşidini yasaklamıştır. Hatta yeme-içmede bile buna dikkat edilmesini öğütlemiştir.
“Size sunduğumuz temiz rızklardan yiyiniz. Yiyeceklere ilişkin sınırlarımızı çiğnemeyiniz.” (Taha suresi 81) Çünkü adalet ve dengelilik İslam’ın temel karakteridir.
Sürekli günah işler: “Günahkar” sıfatını kalıcı bir sıfat olacak kadar günah işler. Burada işlediği günahın türü belirtilmiyor. Çünkü bu ifade ile güdülen amaç sıfatın kalıcılığını vurgulamak, ruhun değişmez bir karakteri olduğunu belirtmektir.
Bu adam bütün bunların yanı sıra “kaba”dır. Bu söz, vurgusu ile, oluşturduğu hava birçok sıfatı, karakteristik özelliği anlatıyor. Bunun yerine birçok söz ve sıfat kullanılsa bile aynı anlam verilemezdi. Bu kelimenin, aşırı derecede kaba, çok yiyip içen obur, aç gözlü anlamına geldiği söylenmektedir. Bu adam kaba karakterli, iğrenç huylu ve insanlar arası ilişkilerde çirkin tutumludur.
Ebu Derda’nın -Allah ondan razı olsun- şöyle dediği rivayet edilir: “Kaba”, büyük karınlı, kötü ahlâklı,ç ok yiyip içen obur, çok mal toplayan, ama başkalarına vermeyen kimse demektir:’ Ne var ki “Kaba” kelimesi bütün bunları kapsayan, bununla beraber bu karaktere sahip kişinin iğrençliğini her yönüyle tasvir eden geniş bir kavram olarak zihinlerde yer ediyor.
Ayrıca bu adam, soysuzdur, alçaktır: İşte İslam düşmanlarından birinin kişiliğinde toplanan çirkin, iğrenç sıfatların sonuncusu budur. Zaten, bu tür iğrenç karakterlere sahip insanlardan başkası İslama düşman olmaz, düşmanlığında ısrar etmez. “Zenim” kelimesinin anlamlarından biri, “aralarında soy birliği olmadığı halde bir kavme bağlanan veya a kavmin içinde soyu belirsiz olan kimse”dir. Bu kelimenin anlamlarından biri de “insanlar arasında iğrençliği ile, pisliği ile, aşırı derecede kötülüğü ile ün salmış kimsedir. Bu kelimenin ifade ettiği ikinci anlam Velid B. Muğire’nin durumuna daha uygundur. Bununla beraber kelimenin söylenişi, kavmi arasında kibirlenip böbürlenen bu adamı aşağılık sıfatı ile damgalamaktadır.
Sonra surenin akışı bu kişisel sıfatlar üzerine, O’nun Allah’ın ayetleri karşısındaki tutumunu belirterek bir değerlendirme yapıyor. Bunun yanı sıra yüce Allah’ın mal ve evlad bahşettiği bu adamın böyle bir tutum sergilemesi ayıplanıyor:
“Mal ve oğullar sahibi olmuş diye, kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman `eskilerin masalları’ dedi.”
Bir insanın yüce Allah’ın kendisine bahşettiği mal ve evlad nimetlerine karşılık, Allah’ın ayetlerini ve peygamberini alaya alması ne çirkin bir davranıştır. Bu bile tek başına biraz önce anlatılan çirkin sıfatlara denk bir tutumdur.
Bu yüzden karşı konulmaz, caydırıcı güce sahip ulu Allah’tan bir tehdit geliyor. Burada yüce Allah onun ruhundaki büyüklük kompleksinin, mal ve evlatla övünmenin kaynaklandığı noktaya temas ediyor. Nitekim bundan önce de onun toplum içindeki yeri ve soyu ile övünmesine kaynaklık eden sıfatına değinmişti. Ve bu adam yüce Allah’ın şu kesin vaadini dinliyor:
“Biz yakında O’nun burnuna damga vuracağız.”
Ayetin orijinalinde geçen “Hortum” kelimesinin anlamlarından biri kara domuzunun burnunun bir tarafıdır. Herhalde bununla Velid’in burnu kastedilmiştir. Arap dilinde burun büyüklüğü onurluluğu sembolize eder. Bu yüzden büyüklenen için “burnu havada”, gururu kırılan, alçalan için de “burnu yerde” denir. Birisi gururlanarak kızdığı zaman “burnu şişti burnu kızardı” derler. Arapların izzetinefsi (onur ve saygınlığı) “Enfetu” -Burun- olarak tanımlamaları da bu yüzdendir. Onun burnunun damgalanması ile tehdit edilmesi iki tür aşağılanmayı, horlanmayı ifade eder. Birincisi, bir köle gibi damgalanması. ikincisi burnunun domuz burnu olarak nitelendirilmesi.
Hiç kuşkusuz bu ayetler Velid B. Muğire’nin üzerinde büyük etki bırakmışlardır. Çünkü Velid saygın insanların -asılsız da olsa- bir şairin hicvinden her zaman sakındığı bir millete mensuptu. Ya gerçekten göklerin ve yerin yaratıcısı tarafından damgalanmayı, hem de boşuna söylenmeyen böyle bir ifadeyle karşı karşıya kalmayı nasıl karşılamıştır. Bu sözler varlık aleminin her tarafında yankılanmış, sonra da varlığın özüne yerleşerek tescil edilmiştir. Hem de sonsuza dek…
İşte İslam’ın düşmanı, yüce ahlâka sahip saygın peygamberin düşmanı olan bu adam böylesine kesin bir hakareti hakketmekteydi.
Mal ve evlada, Allah’ın ayetlerini yalanlayanların şımarmasına neden olan dünya nimetlerine işaret edilmesi münasebetiyle yüce Allah burada örnek olarak onlara bir kıssa sunuyor. Öyle anlaşılıyor ki bu kıssa onlar tarafından biliniyordu, aralarında yaygın olarak anlatılıyordu. Yüce Allah bu kıssa aracılığı ile onlara nimetle şımarmanın, iyiliğe engel olmanın, başkalarının haklarına tecavüz etmenin akıbetini hatırlatıyor. Bu arada kendilerine bahşedilen mal ve evlad nimetlerinin aslında onlar açısından bir sınav aracı olduğunu vurguluyor. Tıpkı bu kıssanın kahramanlarının sınanması gibi. Ayrıca bu sınavın devamı da var. Onlar bununla da bırakılacak değildirler: