SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA KAMER SURESİ 23 VE 32. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
23- Semudoğulları da uyarıları yalanlamışlardı.
24- Dediler ki: “İçimizden bir insanın peşinden mi gideceğiz? Öyle yaparsak sapıtmış ve kendimizi ateşe atmış oluruz.”
25- “Bizler dururken vahiy ona indirildi, öyle mi? Hayır, o şımarık bir yalancıdır:”
26- Onlar yarın kimin şımarık bir yalancı olduğunu öğreneceklerdir.
27- Biz onları sınavdan geçirmek için dişi deveyi göndereceğiz. Sabret de gör bakalım, ne yapacaklar?
28- Onlara suyun deve ile aralarında bölüştürüldüğünü bildir. Kimin sırası ise gelir, su içer.
29- Ama onlar bir arkadaşlarını çağırdılar. O da kılıcını çekerek hayvanı cansız yere serdi.
30- Peki benim azabım ve uyarılarım nasılmış?
31- Onların üzerine bir tek çığlık saldık da ağıl bekçisinin biriktirdiği kuru ot yığınlarına dönüştüler.
32- Biz Kur’an’dan öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?
Semudoğulları, Adoğullarından sonra Arap yarımadasına egemen olan güçlü bir kabile idiler. Adoğullarının yurdu Yarımadanın güneyinde, Semudoğullarınki ise Yarımadanın kuzeyinde idi. Semudoğulları, tıpkı Adoğulları gibi peygamberlerinin uyarılarını yalanlamışlardı. Yarımadanın her tarafına yayılan Adoğullarının yokedilişlerine ilişkin afetten hiç ders almamışlardı. Okuyalım:
“Dediler ki; `İçimizden bir insanın peşinden mi gideceğiz? Öyle yaparsak sapıtmış ve kendimizi ateşe atmış oluruz’.`
Bizler dururken vahiy ona indirildi, öyle mi? Hayır, o şımarık bir yalancıdır.”
Bu kuşaklar boyunca sürekli tekrarlanan ve inkarcıların kalplerini kemiren bir kuşkudur: “Bizler dururken vahiy ona indirildi, öyle mi?” Bu kuşkunun altında çağrının özüne, içeriğine değil de çağrıyı kimin seslendirdiğine bakan kof bir gurur yatar; “İçimizden bir insanın peşinden mi gideceğiz?”
Yüce Allah kulları arasından birini seçer. O peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir ve belirlediği kişiye vahyi ve bu vahyin içerdiği düşündürücü ve irdeleyici direktifleri indirir. Peki yüce Allah tüm varlıkların yaratıcısı ve vahyin indiricisi olduğuna göre vahyi algılamaya hazırlık ve yetenekli olduğu bir kulunu seçmesinde ne gibi bir tuhaflık olabilir? Bu ancak sapık vicdanlarda belirebilecek olan saçma bir kuşkudur. Bu tür vicdanlar çağrının içeriğine bakıp onun doğruluk ve haklılık derecesini görmek istemezler. Bunun yerine çağrıyı seslendirenin kim olduğuna bakarak insanlardan birinin peşinden gitmeyi gururlarına yediremezler. Eğer o insanın peşinden giderlerse ona saygı göstereceklerinden, böylece bencilliklerinden fedakârlık edeceklerinden korkarlar. Bu yüzden o seçilmiş insana uymak, bağlanmak ağırlarına gider.
Bu gerekçe ile birbirlerine “İçimizden bir insanın peşinden mi gideceğiz? Öyle yaparsak sapıtmış ve kendimizi ateşe atmış oluruz” derler. Yani eğer böyle tuhaf bir iş yaparsak, eğer bizim gibi bir insanın sözünü dinlersek sapıtmış, çılgınca bir tutum benimsemişiz demektir! Ne kadar tuhaf değil mi? Adamlar eğer doğru yola girseler kendilerini sapıtmış kabul ediyorlar; eğer imanın ışığına kavuşsalar kendilerini -bir tek çılgınlığın değil- “çılgınlıklar”ın pençesine düşmüş sayıyorlar.
Bundan dolayı kendilerini doğru yola, düz yola iletsin diye yüce Allah tarafından seçilmiş olan peygamberlerini yalancılıkla ve kişisel ihtiras sahibi olmakla suçluyorlar. Okuyoruz:
“Hayır, o şımarık bir yalancıdır.
“Yalancıdır”, yani kendisine vahiy gelmiş değildir. “Şımarıktır”, yani muhteristir, şöhret ve mevki peşinde koşmaktadır. Bu suçlama her dava adamına yöneltilir. Her hakikat önderinin davasını maske olarak kullandığı, aslında kişisel çıkarlarını ve şahsi amaçlarını gerçekleştirmek istediği ileri sürülür. Bu iddiayı vicdanları coşturan ve kalpleri harekete geçiren iç faktörlerden habersiz nasipsizler seslendirirler.
Ayetlerin akışı içinde tarihin derinliklerine gömülmüş bir hikaye anlatılırken birden bire sözün yönü değişiyor. Sanki şimdiki zamana dönülmüştür. Sanki şu anda olmakta olan olaylar anlatılıyor. Arkasından ilerde neler olacağı gündeme getiriliyor ve bu “ilerde olacak olanlar” tehdit üslubu ile sunuluyor. Okuyalım:
“Onlar yarın kimin şımarık bir yalancı olduğunu öğreneceklerdir
Bu üslup Kur’an’ın hikaye anlatırken başvurduğu bir anlatım yöntemidir. Bu yöntemde hikayelere ruh üflenir, canlılık kazandırılır. Böylece hikayeler geçmişte olup biten işler olmaktan çıkarılarak gözler önüne serilen canlı olaylara dönüşürler. Öyle ki okuyucunun bakışları bu olayları okurken “şu anda ne oluyor?” ya da “ilerde ne olacak” diye beklemeye koyulur.
Evet “Onlar yarın kimin şımarık bir yalancı olduğunu öğreneceklerdir.” Yarınlar onlara gerçeği gösterecektir ve bu gerçeğin pençesinden yakayı kurtaramayacaklardır. Yakında şımarık yalancıların başlarına gelecek yokedici belâ ile, sınavla yüzyüze geleceklerdir. Devam edelim:
“Biz onları sınavdan geçirmek için dişi deveyi göndereceğiz. Sabret de gör bakalım, ne yapacaklar?
Onlara suyun deve ile aralarında bölüştürüldüğünü bildir. Kimin sırası gelir, su içer.”
Yüce Allah, Semudoğullarını sınavdan geçirmek için, nasıl adamlar olduklarını ortaya çıkarmak amacı ile onlara dişi bir deve gönderdiğinde okuyucu neler olacağını merakla beklemeye koyuluyor. Aynı zamanda peygamberleri Hz. Salih de neler olacağını beklemektedir. Çünkü yüce Allah kendisine sabrederek beklemeyi, sınavın sonucunu görmeyi, imtihanın sonunu gözlemeyi emretmiştir. Sınava ilişkin talimat Salih Peygamberdedir. Bu talimata göre kabilenin suyu Semudoğulları ile dişi deve arasında bölüştürülmüştür. -Sözkonusu deve, mucize ve belirti olmasını sağlayacak özel nitelikleri olan farklı bir deve olmalıdır-. Su içme sırası birgün devenin, ertesi günü Semudoğullarının olacaktır. Onlar da deve de suyun başına sadece nöbet günlerinde gelecekler ve sadece o günlerde su içebileceklerdir.
Bunun arkasından, yine hikaye üslubuna dönülerek bundan sonra neler olduğu anlatılıyor. Okuyoruz:
“Ama onlar bir arkadaşlarını çağırdılar. O da kılıcını çekerek hayvanı cansız yere serdi.”
Ayette sözü edilen “arkadaşları” o şehirde bozgunculuk yapan anarşist çetenin bir üyesi idi. Bu çeteden Neml suresinde “O şehirde toplumda kargaşa çıkaran, yapıcı hiçbir davranışları görülmeyen dokuz i vardı şeklinde sözedilirken Şems suresinde de “İçlerinden en azgını ileri atılınca” diye bahsediliyor.(Neml Suresi, 48 – Şems Suresi, 12) Verilen bilgiye göre bu azgın adam yapacağı kötü işe girişmeden önce cesaretini güçlendirmek amacı ile içki içip sarhoş olmuştu. Yapmaya hazırlandığı çirkin iş yüce Allah’ın Semudoğullarına bir mucize, bir sınav belirtisi olarak gönderdiği dişi deveyi ayaklarını keserek öldürmektir. Oysa Salih peygamber onları bu dişi deveye kötülük yapmamaları konusunda uyarmış, aksi halde acıklı bir azaba uğrayacaklarını haber vermişti. “Ama onlar bir arkadaşlarını çağırdılar. O da kılıcını çekerek hayvanı cansız yere serdi.” Böylece sınav sonuçlanmış, belânın geleceği kesinleşmişti. Devam edelim:
“Peki benim azabım ve uyarılarım nasılmış?”
Burada Semudoğullarına yönelik uyarıları izleyen azabın anlatılmasından önce yine o hayret ve aşağılama-paylama içerikli soru soruluyor. Okumaya devam ediyoruz:
“Onların üzerine birtek çığlık saldık da ağıl bekçisinin biriktirdiği kuru ot yığınına dönüştüler.”
Burada bu çığlığın niteliğine ilişkin ayrıntılı bilgi verilmiyor. Oysa Kur’an’ın başka bir yerinde, “Fussilet” suresinde bu çığlık “kasırga gibi” diye niteleniyor. Sözünü ettiğimiz ayette şöyle buyurulmuştu:
“Eğer sana yüz çevirirlerse onlara de ki: `Ben sizi Adoğullarının ve Semudoğullarının başlarına gelenin benzeri olan bir kasırga konusunda uyardım.” (Fussilet Suresi, 13)
Bu ayetin orjinalinde geçen “saika (kasırga)” sözcüğü çığlığı niteleyen bir sıfat olabilir. O zaman deyimin anlamı “kasırga gibi bir çığlık” şeklinde olur. Ya da bu sözcük çığlığın özünü tanımlayabilir. O zaman da kasırga ve çığlık aynı şey demek olabilir. Ayrıca kasırga, sahibinin kim olduğunu bilmediğimiz çığlığın bir etkisi, bir sonucu da olabilir.
Her neyse, yüce Allah Semudoğullarının üzerine bir çığlık saldı ve bu çığlık onlara yapacağını yaptı, onları “ağıl bekçisinin biriktirdiği kuru ot yığınına dönüştürdü.”
Ayetin orjinalinde geçen “muhtezir” sözcüğü hayvanlarına barınak olsun diye ağıl yapan çoban anlamına gelir. Çoban bu ağılı kuru otlardan ve çalılardan yapar. Buna göre o adamlar kuruyup kırılarak yere yığılmış çalı-çırpı birikimi haline gelmişlerdir. “Muhtezir” sözcüğü, bunun yanısıra güttüğü hayvanlara yedirmek üzere kuru ot ve dökülmüş ağaç yaprağı toplayan çoban anlamına da gelir. Bu durumda da o zavallılar sözkonusu tek çığlığın arkasından kuru ot ve yaprak yığınına dönüşmüşlerdir.
Sahne son derece dehşetli ve korkunçtur. Adamların büyüklenmelerine ve gururlanmalarına verilmiş bir karşılık biçiminde sunuluyor. Bir de bakıyoruz ki, o kendini beğenmişler, o burnundan kıl aldırmayan mağrurlar, yerde yatan ot yığını olmuşlar, hayvan yemine dönüşmüşlerdir.
Bu çarpıcı ve tüyler ürpertici sahnenin arkasından insanların dikkatleri hemen Kur’an’a çevriliyor, onun üzerinde düşünüp gerçekleri irdelemeye özendiriliyorlar. Okuyoruz:
“Bu Kur’an’dan öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?”
Derken perde yere serilmiş ot yığınları üzerine iniyor. Bu sahnenin gözlerdeki imajı ve kalplerdeki izi silinmeden varlığını sürdürüyor. Zaten Kur an düşünenlere ve öğüt alanlara yönelik bir çağrı değil midir?
Arkasından perde yine açılıyor ve tarihin başka bir sahnesi ile yüzyüze geliyoruz. Sahnedeki olaylar yine Arap yarımadasında geçiyor. Okuyalım: