SEYYİD KUTUB’UN (RH.A) BAKIŞ AÇISIYLA MUTAFFİFİN SURESİ 29. VE 36. AYETLER
29- Suçlular, şüphesiz inanmış olanlara gülerlerdi.
30- Yanlarından geçtikleri zaman da birbirlerine göz kırparlardı.
31- Ailelerinin yanına döndükleri zaman da eğlenmeye başlarlardı.
32- İnananları gördüklerinde “Bunlar sapıklardır” derlerdi.
33- Oysa kendileri, onların üzerine bekçi olarak gönderilmemişlerdi.
34- İşte bugünde inananlar kafirlere gülerler.
35- Tahtlar üzerinde kurulup bakarlar;
36- “Kafirler, yaptıklarının cezasını gördüler mi?” diye.
Kur’an-ı Kerim’in suçluların müminlerle alay edişlerini, bunlara karşı terbiyesizlik yapmalarını, büyüklük taslamalarını ve müminleri sapıklar diye lanse etmelerini ortaya koymak için sergilediği sahneler, Mekke toplumunda bizatihi yaşanmış sosyal gerçeklikten bir kesittir. Fakat bu sahneler tüm nesillerde gözlenebilmekte ve çeşitli yerlerde gün yüzüne çıkabilmektedir. Bugün çağdaş olan pek çok insanı zihnimizde canlandırdığımızda bu ayetlerin sanki onların hallerini tasvir edip canlandırdığını görmekteyiz. Bu da kötü ve suçlu insanların iyi insanlara karşı tutumlarının tüm toplumlarda ve tüm asırlarda aynı olduğunu, karakterlerinin değişmediğini göstermektedir.
“Suçlular iman edenlere gülerlerdi.”
Onlar böyleydiler… Geçici ve değersiz dünya herşeyiyle dürülmüştür artık. Bir de bakmışsınız ki onunla muhatab olan insanlar ahirettedir. iman eden iyi insanların nimetlerini görmektedirler. Ve onlara dünyada yaptıkları burada hatırlatılmaktadır.
İnkarcılar iman edenlerle, alay edip onlara gülüyorlardı, onlarla eğleniyorlardı. Ya fakir oldukları sebebiyle perişan bir halde yaşadıkları için ya zayıf olduklarından uygulanan işkencelere karşılık veremedikleri için ya da ekonomik ve sosyal statüsü düşük insanlarla muhatab olmaktan kaçındıkları için. İşte bütün bunlar suçluların eğlenme dürtüsünü harekete geçiriyordu. Onlar müminleri alay konusu ediyorlardı. çirkin duygularını tatmin etme aracı kılıyorlardı. Onlara işkence ve eziyet ediyorlardı. Ardından kalkıp alçak ve çirkin bir şekilde alay konusu ediyor, gülüp eğleniyorlardı. inanmış müminlerin başlarına gelenlere sabredişlerini, yüce ahlaki ilkelere bağlılıklarını islamın ahlakı ile donanmalarını hafife alıyorlardı.
“Onların yanlarından geçtiklerinde birbirlerine göz kırparlardı.” Birbirlerine göz, kaş işareti yaparlardı. Elleri ile birtakım alayları ifade ederlerdi. Veya kendi aralarında bilinen bir hareket türü ile müminleri alaya Alıyorlardı. Bu gerçekten, terbiyeden uzak hayasızca ve alçakça bir hareketti. Düzeysizlikti, edepsizlikti, basitlikti. Amaç müminlerin kalplerini kırmak, onları utandırmak ve bıktırmaktı. Bu azgınlar birbirlerine göz kaş işaretleri yaparak onları alaya Alıyorlardı.
“Kendi ailelerine döndüklerinde” basit düşük ve alçak olan isteklerini müminlerle alay ederek, onlara eziyet ederek doyurduktan sonra “rahat içinde dönerlerdi”. Kendilerinden razı olarak yaptıkları ile böbürlenerek bu küçük, değersiz, kötülükle sevinerek, rahatlayarak. Üzülmeyerek, pişman olmayarak yaptıklarının aşağılık bir iş, pis bir eylem olduğunu hissetmeyerek. İşte bu insanın, insan ruhunun düşebileceği en alçak seviye vicdanın ölümü idi.
“Müminleri gördükleri zaman `bunlar kesin sapıklardır’ diyorlardı.”
Bu daha ilginç bir durumdur. Bu kötü ve suçlu insanların, hidayet ve sapıklıktan söz etmelerinden, müminleri gördüklerinde onları sapık diye nitelemelerinden, onları topluma teşhir ederken, onları aşağılarken, bu özelliği, bu vasfı vurgulayarak dikkatleri bu noktaya çekmelerinden daha Hayret verici ne olabilir? “Bunlar kesin sapıklardır!”
Kötülük hiçbir sınır tanımaz, hiçbir sözü söylemekten alıkoymaz. Yaptığı hiçbir İşten pişmanlık duymaz. Gerçekten inanmış insanların önünde durup onları sapıklıkla itham eden bu kötülerin ve suçluların tutumu, kötülüğün karakterini somutlaştırmaktadır. Çünkü kötülük gerçekten hiçbir sınır tanımamaktır.
Kur’an-ı Kerim inanmışları savunmak için veya bu iftiranın yapısını tartışmak için az da olsa. bu konuya eğilmez. Çünkü bu tartışmaya değmeyecek çirkin bir sözdür. Fakat Kur’an kendisini ilgilendirmeyen ve boylarını aşan, her meseleye burnunu sokan bu toplulukla ince ve düzeyli bir alaya girişmektedir. Bu konuda hiç kimseden davet almadan gelip sokulanla gülüp eğlenmektedir. “Onlar müminlerin başına bekçi gönderilmemişlerdi.” Yani onlar bu müminlerin başına vekil tayin edilmemişlerdir. Onların başına gözetleme ve kontrol için dikilmemişlerdir. Onların durumlarını ölçme ve değerlendirme ile yükümlü değillerdi. Peki onlara ne oluyordu ki böyle nitelemelere ve bu tür açıklamalara kalkışıyorlardı!
Bu yüce alay ile Kur’an-ı Kerim kötülerin dünyada yaptıklarını aktarmayı sona erdiriyor. Olan olmuştur artık ve sona eren bu sahne dürülüp kapatılıyor. Şimdiki sahneye, müminlerin nimetler içindeki sahnesine geçilmek için…
“Bugün iman edenler kafirlere güleceklerdir. Tahtlar üzerinde kurularak seyredeceklerdir.”
Bugün kafirler Rabblerinin rahmetinden mahrumdurlar. Beraberinde insanlıklarını da Alıp götüren bu perdenin bu mahrumluğun acısı ile kınanmaktadırlar. Azarlarla ve aşağılamalarla cehenneme sürüleceklerdir. “İşte inkar ettiğiniz cehennem budur” denilecektir.
Bugün iman edenler tahtlar üzerine kurularak seyrederler. Sürekli nimetler içinde. Misk ile damgalanmış tesnim ile karıştırılmış rahiki, arı, duru tertemiz içeceği yudumlamaktadırlar.
Bugün iman edenler, inkar edenlere güleceklerdir.
Kur’an bir defa daha üstün ve ince alayını yöneltmekte ve şu soruyu sormaktadır:
“Kafirler yaptıklarının mükafatını aldılar mı?”
Evet, evet! Ödüllendirildiler mi? Yaptıklarının sevabını buldular mı? Onlar gerçek anlamıyla “sevabı” bulamadılar. Şimdi biz onları cehennemde görüyoruz. Fakat şüphesiz onlar yaptıklarının karşılığını bulmuşlardır. Öyle ise onların sevabı da budur. Burada sevap kelimesine yüklenen gizli alay o kadar güzeldir ki!
Kur’an-ı Kerimin manzaralarını ve hareketlerini uzun uzadıya açıkladığı bu sahne, suçluların dünyada iman edenlerle alay etmeleri sahnesi önünde biraz durup düşünmek istiyoruz. Nitekim Kur’an daha önce de iyilerin elde ettikleri nimetler ve bunların manzaraları ile güzelliklerini sergilerken de böyle uzun açıklama yapmıştır. Bu uzun anlatım üslubu etkileme ve tesir açısından ifade sanatının en üstün yöntemlerinden biridir. Duygu ve bilinç açısından tedavi için de üstün bir sanattır. O sıralarda Mekke’de Müslüman azınlık müşriklerin zulümlerine ve eziyetlerine maruz kalıyordu. Bunlar insanın ruhu ve psikolojik hali üzerinde derin ve onarılmaz etkiler bırakan olgulardır. İşte bu sırada Rabbleri onları yardımsız bırakmıyordu. Sürekli onları direnmeye çağırıyor, sevindiriyor ve onlara umut veriyordu.
Müminlerin müşriklerden gördükleri bu eziyetlerin böyle detaylı bir biçimde tasvir edilmesi onların gönüllerine merhem oluyordu. Zira bu acılarını dile getiren bizzat kendi Rableriydi. O bunları görüyordu. Kafirlere bir süre tanısa da eziyetlere karşı asla duyarsız değildi. Mümin olan gönüllere Allah’ın bu şekilde kendileriyle ilgilenmesi dahi yetiyordu. Onların acılarına ve yaralarına merhem oluyordu. Çünkü yüce Allah alaycıların müminlerle nasıl alay ettiklerini müşahede ediyordu. Onların acıları ve üzüntüleri karşısında sadistlerin nasıl sevinçlerinden dört köşe olduklarını biliyordu. Bu alçak insanların üzülmediklerini ve pişman olmadıklarını gözetliyordu! Onların Rabbleri bunların tümünü görüyordu. Kitabında bunları tasvir ediyordu. Demek ki O’nun ölçüsünde bunun bir değeri vardı. Bu da yetiyordu zaten! Evet inanmış kalbler ne kadar yaralı ve acı içinde olurlarsa olsunlar bu ilahi gözetimi hissettiklerinde gerçekten bu kendilerine yeter.
Sonra onların Rabbleri bu suçlularla yüce ve üstün bir üslup içinde alay ediyor. Bu da acı bir işareti ifade ediyor. Bu acı işareti suçluların körelmiş, günahlardan kaynaklanan yoğun sis tabakası ile örtülmüş bulunan kalpleri hissetmeyebilir. Fakat müminlerin hassas ve duyarlı kalpleri onu hisseder ve takdir eder, onunla rahata kavuşur ve yatışırlar. ‘
Sonra bu kalbler, Rabbleri katındaki hallerini de görüyorlar. Onun cennetlerinde nimetlerini ve yüceler alemindeki ikramını seyrediyorlar. Öbür yandan kendi düşmanlarının da hallerini, yüceler alemindeki aşağılanmalarını, cehennemdeki azaplarını, bunun yanında horlanmalarını ve perişan hallerini de gözleriyle görmektedirler. Hem bunu hem de onu detaylı ve uzun uzadıya gözlemektedirler. Tüm bunları hisseder, duyar ve şu andaki bir gerçekten zevk Alıyormuş gibi neşelenirler. Hiç şüphe yok ki bu zevk eziyetin, alayın, azlığın ve zayıflığın verdiği acıları kapatabilecek güçtedir. Bu zevk bazı farklarla bu acıyı tatlı bir zevke dönüştürebilir. Bu yüce sözdeki sahneleri seyreden insanın acıları tatlı bir zevke dönüşebilir.
Öyle anlaşılıyor ki zalimlerin alçakça işkenceleri, had safhaya varan eziyetleri ve alçakça alayları ile işkence gören, acı çeken müminlerin Allah tarafından gelen tek teselli kaynakları buydu. Yani cennet müminlerin, cehennem kafirlerin dünya ve ahiret arasındaki hallerin tamamen değişmesi. Hz. Peygamber’in kendisi ile beyatlaştığı insanlara tek vaadi de budur. Onlar mallarını ve canlarını ortaya koyarak cennete kavuşacaklardır.
Dünya zaferi ve yeryüzündeki üstünlük ise Mekke’de asla söz konusu edilmemiştir. Teselli ve yüreklendirme çizgisinde Mekke’de inen Kur’an ayetlerini somut bir zaferden söz etmiyordu.
Kur’an-ı Kerim emaneti yüklenebilecek hazırlığı olan kalpleri inşa etmeye çalışıyordu. Kur’an-ı Kerim kalbler onarıyordu. Onları emaneti yüklenmeye hazırlıyordu. Bu kalplerin dayanıklı ve güçlü bir şekilde yetiştirilmesi gerekiyordu.
Yaptığı her şeyde ve yüklendiği her sorumlulukta bu dünya değerlerinin hiçbirini elde etmeyi düşünmeyecek kadar ondan soyutlanmalı idi. Umudu ve beklentisi sadece ahiret olmalı idi. Allah’ın rızası dışında başka bir beklentisi olmamalı idi. Kur’an’ın yetiştirdiği bu kalbler yeryüzündeki yaşamlarının tümünü zorluk, sıkıntı, mahrumiyet, işkence, fedakarlık ve tahammülle geçirmeye hazırdı. Hem de bu dünyada hiçbir karşılık ve ödül almaksızın. İsterse bu ödül davanın zaferi, islamın galibiyeti ve Müslümanların üstünlüğü olsun.
Bu kalbler bulunana kadar… Önündeki dünya hayatında karşılıksız olarak vermekten başka bir yol bulunmadığını bilen, ceza ve mükafat yurdu olarak sadece ahireti bekleyen, hak ile batılın ayrışma yerinin orası olduğunu kavrayan… Evet İşte bu kalbler bulunana kadar ve yüce Allah, ahdinde ve sözleşmesinde samimi niyetini görene kadar bu böyle devam etmiştir. Ancak bu durumda onlara yeryüzü zaferini vermiştir. Bu zafere onu memur etmiştir. Kendileri için değil, ilahi sistemin emanetini yürürlüğe koysun diye. Zira artık o emaneti yerine getirmeye ehliyetlidir. Zira bu kalbler oluşturulurken onlara verilecek dünya nimetlerinden hiçbiri vaad edilmemiştir. Kendisi de yeryüzü ganimetlerinin hiçbirini elde etmek istememiştir. Bu kalbler Allah’ın rızasından başka hiçbir mükafatın bulunmadığını bildikleri anda kendilerine ona adamışlardır.
Dünyadaki zaferden söz eden bütün ayetler daha sonraları Medine’de gelmiştir. Yani bu zafer olayı, başta müminin proğramı, beklentisi ve arzuları dışında tutulmuştur. Zaferin kendisi de Allah’ın dilemesi ile gelmiştir. Çünkü Allah’ın dilemesi bu sistemin insanın hayatında bir realite olarak yaşanmasını belirlenmiş, uygulanmış bir şekilde yerleşmesini ve diğer nesillerin onu görmesini dilemiştir. Yani bu zafer yorgunluğun, zorluğun, özverinin ve acıların karşılığı değildir. Sadece Allah’ın takdiri ve bağışından biridir. Başlangıcında ve sonucunda bir hikmet gizlidir. Şimdi biz bu hikmeti görmeye çalışıyoruz.