SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA SAD SURESİ 4 VE 7. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
4- Aralarından bir uyarıcı gelmesine şaşırdılar. İnkârcılar; “bu yalancı bir sihirbazdır” dediler.
5- Tanrıları bir tek tanrı mı yapıyor? Bu, cidden tuhaf bir şeydir.
6- Onlardan ileri gelenler; “yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. “
7- Biz bunun söylediğini babalarımızın bağlı olduğu son dinde de işitmedik. Bu uydurmadan başka bir şey değildir.
İşte üstünlük taslama budur: “Kur’an aramızda O’na mı indirilmeliydi?” Zorluk çıkarmaları ise şudur: “Tanrıları bir tek tanrı mı yapıyor?” “Biz bunun söylediğini babalarımızın bağlı olduğu son dinde de işitmedik…!” “Bu yalancı bir sihirbazdır” “Bu uydurmadan başka bir şey değildir.” Ve buna benzer nice bahaneler…
Peygamberin, bir insan olmasına akıl erdirememe hikâyesi çok eskidir. İnsanlık dönüp dolaşıp buna takılmıştır. Her millet, bunu bir gerekçe olarak ileri sürmüştür. İlk günden beri bütün peygamberlere yöneltilen bir itirazdır. Buna rağmen her zaman peygamber, insanlar arasından seçilmiştir. İnsanlar da her seferinde bu itirazlarında tekrar edip durmuşlardır.
“Aralarından bir uyarıcı gelmesine şaşırdılar.”
Halbuki akla ve mantığa en uygun, en yatkın şey, uyarıcının (peygamberin) insanlardan olmasıdır. İnsanların nasıl düşündüklerini, nasıl hissettiklerini bilen, anlayan, içlerinde neler dolaştığını, bünyelerinde nelerin hareket ettiğini, ne gibi eksiklikler ve zaaflarla mücadele ettiklerini, ne tür eğilimleri, arzuları istekleri olduğunu anlayabilen, hangi işe, hangi çabaya güçlerinin yettiğini, hangilerine yetmediğini, ne gibi sorunlarla ve problemlerle karşı karşıya bulunduklarını, nelerin etkisinde kaldıklarını, nelere karşı hassas olduklarını bilen bir insan…
Kendisi de insanlardan biri iken, insanların arasında yaşayan, pratik hayatı ile onlara örnek olan, insanların, onun hayatını örnek almalarını sağlayan bir insan. İnsanların onu kendilerinden biri olduğunu ve onunla kendileri arasında bir bağ, bir benzerlik bulunduğunu hissettikleri bir insan. Bu durumda o insanlar, onların uymalarını istediği, kendisinden de uyduğu, uymaları için çağrıda bulunduğu bu hayat sistemini, yaşam tarzını rahatlıkla benimseyebilirler. Bu sistemi uygulama imkânı bulabilirler. Zira bu programı kendilerinden olan bir insan, onların gözleri önünde bizzat hayatında uygulamış bulunmaktadır…
Kendilerinden bir insan. Aynı kuşaktan olan, aynı dili konuşan. Kavramlarını, alışkanlıklarını, geleneklerini ve hayatlarının detaylarını bilen, onların da onun dilini bildikleri, dediklerini anladıkları, kendisiyle anlaşabildikleri, onunla karşılıklı ilişki içinde bulundukları, bir insan… Bu nedenle türlerinin ayrılığı, dillerinin ayrılığı, hayatlarının tabiatı (doğası) ya da detaylarının farklılığı yüzünden kendileri ile onun arasında bir kopukluğun bulunmadığı bir insan…
Ne yazık ki, olması en uygun ve en zorunlu olan şey, sürekli olarak hayret konusu, kabul etmemenin ekseni ve yalan saymanın ana gerekçesi yapılmıştır! Zira onlar peygamberin insanlar arasından seçilmesinin hikmetini bir türlü kavrayamadıkları gibi, peygamberliğin temel özelliklerine ilişkin düşüncelerinde de yanılgıya düşmüşlerdir. Peygamberliği Allah’a giden yolda, insanlığın gerçek bir önderliği, liderliği kabul edecekleri yerde, onu, insanlara yakın olması, rahat anlaşılması gereken, sırlarla çevrili gizemli bir hayal olarak düşünmüşlerdir! Peygamberliği, elle tutulmayan, aydınlıkta gözükmeyen, açıkça anlaşılmayan, insanların dünyasında bir realite olarak yaşamayan, etrafta uçuşan hayalı bir önderlik biçiminde görmek istemişlerdir! Bu durumda ise, saçma-tutarsız olan kendi inançlarını oluşturan efsaneleri kabul ettikleri gibi, onu da, gizemli bir efsane olarak kabul etmekten başka çare bulamamışlardır.
Ne var ki, yüce Allah özellikle, bu son peygamberlik ile insanlığın gerçekliği olan, tertemiz bir hayat yaşamasını dilemiştir. Arı-duru, tertemiz ve üstün bir hayat olmakla beraber, şu yeryüzünde gerçekliği bulunan bir hayat. Kuruntu değil! Hayal değil! Efsaneler ve ütopyaların semasında uçuşan bir ideal değil! Gerçekleşmesi mümkün olmayan ve bu nedenle hayallerin ve kuruntuların kuytu dehlizlerine kaçan bir hayat değil!
“İnkârcılar: `Bu yalancı bir sihirbazdır’ dediler.”
Onlar, yüce Allah’ın kendilerinden bir adama vahiy göndermesini imkânsız gördükleri için böyle söylediler. Kamuoyunu Hz. Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- aleyhine çevirmek, onun sözlerindeki apaçık gerçeği ve kişiliğinden belli olan doğruluğu gölgelemek için böyle dediler.
Şüphe götürmeyen bir gerçektir ki, Kureyş’in ileri gelenleri gerçek anlamda tanıdıkları Abdullah’ın oğlu Muhammed’e -salât ve selâm üzerine olsun- “Bu bir sihirbazdır” “Bu bir yalancıdır” gibi yakıştırmalarda bulunurken, kendileri bir an dahi bu söylediklerinin doğruluğuna inanmamışladır! Bu gölgeleme, saptırma ve ileri gelenlerin büyük bir ustalıkla kotardıkları aldatma savaşının silahlarından başka bir şey değildi. Onlar, bu savaş ile, İslam inancıyla somutlaşan ve bu ileri gelenlerin kendilerine basamak, dayanak yaptıkları çürük değerleri ve temelsiz makamları-mevkileri sarsan, gerçeğin karşısında kendilerini ve konumlarını korumaya çalışıyorlardı!
Daha önce, Kureyş büyüklerinin Mekke’de kendi çıkarlarını, kitleler arasında konumlarını korumak-Hacc mevsiminde Mekke’ye gelen kabileleri, yeni dine ve bu dinin önderi olan Hz. Muhammed’e -salât ve selâm üzerine olsun karşı şartlandırmak için O’na ve O’nun önderlik yaptığı gerçeğe karşı menfi propaganda savayı kullanma konusunda, nasıl anlaştıklarını açıklamıştık. Burada da aynı olayı aktarıyoruz.
İbn-i İshak der ki: Hac mevsimi geldiğinde, Kureyş’in ileri gelenleri, yaşlı ve deneyimli olan Velid İbn-i Muğire etrafında toplandılar. Velid onlara dedi ki: Hac mevsimi yaklaştı. Bu sezonda Arapların elçileri size geleceklerdir. Onlar şimdi Muhammed’in yaptıklarını duymuşlardır. Siz, onun hakkında görüş birliğine varın. Ayrılığa düşüp birbirinizi yalanlamayın. Sözleriniz birbiriyle çelişmesin.
Onlar dediler ki: Ey Velid, sen buyur söyle. Tutarlı bir görüş ortaya at da, biz de öyle söyleyelim. Velid: Aslında siz söyleyin, ben sizi dinliyorum, dedi. Onlar dediler ki, “kâhin diyelim. Velid: Hayır. Allah’a yemin ederim ki, O kâhin değildir. Biz çok kâhin gördük. Bu, kâhinlerin uzaktan geldiği zannedilen, anlaşılmayan, kafiyeli sözleri değildir dedi. Onlar dediler ki: “cin çarpmış” diyelim. Velid: O deli değildir. Çok cin çarpmış gördük, onları biliyoruz. Onun sözleri boğuk seslerine, insanların içlerine nüfuz etmelerine ve vesveselerine benzemektedir dedi. Onlar dediler ki: “Şair” diyelim. Velid: Bu şiir değil. Biz beyitleriyle, kıtalarıyla, açığı-kapalısı ve uzunuyla şiirin her çeşidini biliyoruz. O yüzden bu şiir değildir, dedi. Onlar “Büyüdür” diyelim dediler. Velid: O büyücüleri de büyülerini de çok gördük. Bu, onların üfürüklerine ve düğümlerine benzememektedir, dedi. Bunun üzerine onlar; “Velid ya ne diyelim?” diye sordular. Velid: “O Allah’a yemin ederim ki, O’nun sözünün bir tatlılığı var. Kökü sağlam biçimde oturmuştur. Dalları meyve vermiştir. Siz, O’nun hakkında ne söylerseniz söyleyin, mutlaka bu, sözünüzün saçma olduğu ortaya çıkacaktır. Bu konuda söylenebilecek en yakın söz `Bu adam bir büyücüdür.’ Büyü gibi etki eden bir söz söylüyor, böylece oğul ile babasını, kardeş ile kardeşini, koca ile karısını, insan ile akrabalarını birbirinden ayırıyor, demenizdir” dedi. Bu konuda anlaşan Kureyş’in ileri gelenleri kalkıp gittiler. Hacc mevsiminde hacılar gelmeye başladığında insanların yollarına oturuyor, oradan gelip-geçen herkese Muhammed’in yaptıklarını anlatıp, ondan sakınmalarını söylüyorlardı…
İşte Kureyş büyüklerinin “O büyücüdür, yalancıdır” sözleri hakkındaki asıl görüşleri buydu. Onlar böyle derken aslında kendilerinin böyle demekle yalan söylediklerini biliyorlardı. Hz. Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- büyücü ve yalancı olmadığını çok iyi biliyorlardı.!
Müşrikler, Hz. Muhammed’in kendilerini bir olan Allah’a tapmaya çağırmasına da hayret etmişlerdir. Halbuki bu çağrı en doğru söz, ve kulak verilmeye en layık çağrıydı:
“Tanrıları bir tek tanrı mı yapıyor? Bu, cidden tuhaf bir şeydir. Onlardan ileri gelenler: Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur.” “Biz bunun söylediğini, babalarımızın bağlı olduğu son dinde de işitmedik. Bu, uydurmadan başka bir şey değildir.”
Kur’an’ın ifade üslubu, onların rahat anlaşılabilen ve doğuştan gelen bu gerçek karşısında nasıl irkildiklerini tasvir ediyor:
“Tanrıları bir tek tanrı mı yapıyor?” Bu sanki insanın aklına sığmayan bir iddiadır. “Bu cidden tuhaf bir şeydir.” Kelimenin söylenişi bile `Ucaab’ (tuhaf irkilişin şiddetini, çapını ve büyüklüğünü ortaya koymaktadır!
Kur’an’ın ifade tarzı müşriklerin kitlelerin kalbindeki bu gerçeğe karşı koymak ve onların atalarından kalma çürük inançlarına bağlı kalmalarını sağlamak, bu yeni dinin çağrısı ardında dış görünüşün ötesinde çirkin hesapların olduğu imajını vermek için nasıl bir yönteme baş vurduklarını da tasvir etmektedir. Onların işlerin iç yüzünü bilen ve yeni dinin bu çağrısının arkasında nelerin gizlendiğini anlayan büyükler olarak kendilerini halka tanıttıklarını ortaya koymaktadır. “Onlardan ileri gelenler, `yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur.”
Öyleyse bu yeni çağrı ile amaçlanan ne din ne de inançtır. Burada amaç, bunların ötesinde başka bir şeydir. Bu konuyu, halk kitleleri, ehliyetli olan uzmanlarına bırakmalıdır. Gizli-kapaklı hesaplardan anlayan ve yapılan manevraları kavrayabilen yetkili kişilere havale etmelidir. Kitleler, atalarından kalma geleneklerine bağlı kalmalı, bilinen ilahlarına tapmaya devam etmeli ve bu yeni çağrı ile ortaya konan manevranın perde arkasını düşünmemeli, onunla ilgilenmemelidir! Zira halkın bu çağrıya karşı direnebilecek yetenekli ve yeterli uzmanları vardır. Kitleler müsterih olmalıdır. Zira, sözde ileri gelen büyükler, onların ilahlarını inançlarını ve milletin çıkarını en güzel şekilde kollamaya çalışacaklardır!
Bu yöntem, zalim yöneticilerin kitleleri kamuoyunu ilgilendiren konularla ilgilenmekten, gerçekleri düşünmekten alıkoymak için sürekli olarak kullandıkları alışılagelen bir plandır. Zira, kitlelerin bizzat kendilerinin gerçekleri öğrenmek için uğraşmaları ilahi mesajı hesaba katmayan yöneticiler ve yine bu özelliği taşıyan ileri gelenler, büyükler için ciddi tehlike oluşturur. Onların, kitleleri içinde boğdukları saçma planlarını temelsiz planlarını deşifre eder. Zaten, gayri meşru yönetimler kitleleri ancak temelsiz planlar için de boğarak hayatlarını sürdürebilirler!
Sonra, kendilerine en yakın inanç sisteminin, yani Ehl-i Kitab’ın inanç sisteminin maskesini kullanarak insanları ikna etmeye çalışıyorlar. Tabii ki, bu inanç sistemine onu salt tevhid ilkesinden saptıracak bir takım efsaneler, mitolojiler karıştırdıktan sonra.
Müşrikler, bu oyunlarım gizlemek ve insanlara kabul ettirmek için kendilerine en yakın olan inanç sisteminin ana ilkelerini kullanıyorlar. Salt Tevhid’in çizgisinden saptırıcı bir takım hurafeler ve mitolojilerle karışan Ehl-i Kitab’ın inanç sistemini bu konuda kendileri için bir maske yaparak diyorlar ki:
“Biz, bunun söylediğini babalarımızın bağlı olduğu son dinde de işitmedik. Bu uydurmadan başka bir şey değildir.”
Bu sırada teslis (üçleme) Hristiyanlıkta, Üzeyr efsanesi de Yahudilik’te yaygın bir inanç haline gelmişti. İşte Kureyş’in büyükleri “Biz bunun söylediğini babalarımızın bağlı olduğu son dinde de işitmedik.” derken bu inançlara dikkatleri çekmek istiyorlardı. Yani Kureyş’in büyükleri Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- Allah’ı mutlak anlamda birleme (Tevhid) çağrısını şimdiye kadar hiç kimseden duymadık. Öyleyse onun bu çağrısı uydurma bir çağrıdan başka bir şey değildir, demek istiyorlardı.
İslam dini, Tevhid inancını net bir şekilde ortaya koymak ve daha önceki inanç sistemlerinde bulunan Tevhid’in etrafında meydana gelen sapmaları, uydurma anlayışları ve mitolojileri temizlemek için son derece özen göstermiştir.
İslam’ın bu konuya özen göstermesinin nedeni, Tevhid’in bütün kainatın temelini oluşturan en büyük ve en başta gelen gerçek olmasıdır. Bütün bir kainatın bu gerçeğe açık ve kesin bir şekilde tanıklık etmesidir. Aynı zamanda Tevhid, insan hayatının hem ana ilkelerinde hem de detaylarda kendisi üzerinde kurulmadığı müddetçe huzura kavuşamayacağı temel kaidedir.
Biz, Kureyş’in ilahlarının sayısını bire indirgeyen İslam inancına karşı direnmesinden, bu girişim karşısından hayrete ve dehşete düşüşünden… Kureyş’ten önceki müşriklerin asırlarca ve bu asırlarda kendilerine gönderilen ilahi mesajlar boyunca hep bu gerçeğe karşı durmalarından… Bunun yanında Allah tarafından gönderilen her peygamberin bu konuda telkinlerini yoğunlaştırmalarından, peygamberlik makamının bu gerçeğin temeli üzerine kurulmasından… Tarih boyunca bu gerçeğin yerleştirilmesi için insanlığın ne denli büyük zorlukları göğüslediğinden, sıkıntılara katlandığından söz ederken, evet işte bu konudan söz ederken, bu gerçeğin değerini, az da olsa, açıklamak, bu konuyu açmak istiyoruz.
Tevhid inancı her şeyin başında gelen, büyük ve önemli bir gerçektir. Bütün bir varlık onun temeli üzerinde durmaktadır. Evrendeki her şey, O’nun bir tanığı, bir belgesidir.
Gözlerimizle, apaçık olarak gördüğümüz bu evrende hükmeden evrensel (doğal) yasaların birliği, bu yasaları belirle~en, düzenleyen iradenin de tek olması gerektiğini haykırmaktadır. Nerede ve ne zaman bu evrene baksak bu gerçek ile yasaların birliği ile karşılaşırız. Bu, onlara hükmeden iradenin birliğini ön plana çıkaran bir birliktir.
Bu evrende bulunan her şey, sürekli ve düzenli bir hareket içindedir. Bu evrendeki canlı-cansız her şeyin ilk birimini (en küçük parçasını) oluşturan küçücük atom, sürekli bir hareket içindedir. Bu küçücük atom protonlardan oluşan, çekirdeğin etrafında hareket eden (dönen) elektronlardan oluşmaktadır.
Tıpkı, Güneş sistemindeki gezegenlerin Güneş etrafında döndükleri gibi. Nitekim Güneş sisteminden ve yıldızlara benzer kütlelerden oluşan Saman yolu da kendi ekseni etrafında dönmektedir.
Gezegenlerde, Güneşte ve Samanyolu’nda dönüş istikameti birdir. Batıdan doğuya doğru gitmektedir. Saat yelkovanının tersine!
Dünya ve diğer gezegenleri meydana getiren temel unsurlar aynıdır. Yıldızların temel elementleri Dünyanın temel elementleridir. Elementler atomlardan oluşmaktadır. Atomlar ise elektronlardan, protonlardan ve nötronlardan meydana gelmektedir… Hepsi istisnasız olarak bu üç teme1 yapıtaşından oluşmaktadır.
Maddenin üç temel unsura indirgendiği sırada bilginler de “enerjileri” bir tek asla indirgemektedirler. Işık ve ısı. Alfa, Beta ve Gama ışınları gibi Dünyadaki tüm ışınlar aslında bir tek enerjinin değişik şekillerinden öte bir şey değildir. Bunların hepsi aynı oranda hızlı bir şekilde yayılmaktadır. Tek farklı yönleri, dalga boylarının değişikliğidir.
Madde, üç temel yapı taşından oluşmaktadır: Enerjiler ise kesintisiz dalgalardan oluşmaktadır.
Einstein ileriye attığı özel izafiyet teorisinde madde ile enerji arasında bir özdeşlik kurmakta ve “Madde ile enerji tamamen aynıdır” demektedir. Yapılan bilimsel deneyler onun bu görüşünü doğrulamaktadır. Son bir deney, onun görüşünü, dünyanın duyabileceği en yüksek sesle haykırarak doğruladı. Bu da atomun bombasında parçalanması deneyiydi.
Buna göre medde (kütle) ile enerji aynı şeyin iki değişik biçimde ortaya çıkışını simgeleyen eş değerli iki kavramdır.
İşte bu evrenin oluşumundaki (birliğin) bütünlüğün ifadesidir. İnsanlar ancak gözleme dayanan son deneylerinde bunu öğrenebilmişlerdir . Evrenin düzeninde de apaçık gözlemlenen bir bütünlük (birlik) vardır. Nitekim sürekli hareket yasasını açıklarken buna değinmiştik. Sonra bu öyle düzenli-uyumlu bir harekettir ki, bu evrende onun dışında kalan hiçbir şey diğeri ile çekişmiyor. Bütün varlıklarda mevcut olan bu hareket biri, diğerini etkisiz bırakmayacak ve biri diğeri ile çatışmayacak biçimde düzenlenmiş, dengelenmiştir. Bu hareket ile birlikteki dengenin en güzel örneği uzayda dönüp giden gezegenler, yıldızlar, koca koca galaksilerdir:
“Hepsi belli bir yörüngede (felekte) yüzmektedirler.” (Yasin Suresi, 40)
Bu düzenli-uyumlu hareket, bu koca uzayda onu meydana getirenin bu varlıkların hareketlerini, uzaklıklarını ve konumlarını belirleyenin de bir olduğunu, bu tek olan kudretin onların yapılarını ve hareketlerini bildiğine şahitlik etmektedir. İnsanları hayretler içinde bırakan bu evrenin özünde söz konusu hareketlerin özelliklerin hepsini yerleştiren olduğunu göstermektedir.
Bu evrenin düzeninin haykırdığı ve evrende yer alan her şeyin kendisi lehinde tanıklık ettiği birlik gerçeğini irdeleme konusunda bu kadarcık kısa bir işaretle yetiniyoruz.
Bu öyle bir gerçektir ki, insanların düzeni ona dayandırılmadığı sürece düzelemez, ayakta duramaz. Bu gerçeğin insanın vicdanında netleşmesi etrafını kuşatan evrene ilişkin düşüncelerini bu evrendeki konumlarını ve evrenin içinde yer alan canlı-cansız tüm varlıklarla ilişkilerini ciddi boyutlarda etkilemektedir. Sonra onların tek Allah düşüncelerinin ve onların Allah’la ilişkileri gerçeğinin üzerinde de etkili olmaktadır. Bunun ötesinde ve dışında kalan evrendeki cansızlar ve canlılar ile alâkalı düşüncelerine tesir etmektedir. Bunların hepsi insanın duygularını şekillendirme ve hayattaki bütün işlerine bakış açılarını belirleme açısından köklü bir öneme sahiptir.
Bir olan Allah’a inanan ve bu birlik gerçeğinin anlamını kavrayan insan, Rabb’ı ile ilişkilerini bu ilkenin doğrultusunda şekillendirir. Allah’ın dışında kalan canlı ve cansız varlıkların hepsiyle ilişkilerini bu ilkeye göre düzenler. Her birini yerli yerince yerleştirir. Bunun dışına taşmaz. Güçlerini, enerjilerini ve duygularını farklı karakterlere sahip ilahlar arasında dağıtmaz! Allah’ın dışında başına musallat olan Allah’ın yarattıkları arasında güçlerini ve duygularını dağıtma zorunda kalmaz!
Bir olan Allah’ın bir olan kaynağı olduğuna inanan insan bu varlıkla ve orada bulunan canlı ve cansız varlıklarla ilişkilerini tanışma, yardımlaşma, kaynaşma ve sevgi ilkelerine dayandırır. İşte bu bakış açısı, hayata, evrendeki bu birliğe inanmayan, kendisi ile etrafını kuşatan canlı ve cansız varlıklar arasında bu bakış açısını hesaba katmayan insanların asla zevkine eremeyeceği bir neşe, bir zevk kazandırır.
Evrene hükmeden ilahi yasanın birliğine inanan insan, yüce Allah’ın yasamalarını ve yönlendirmelerini özel bir özenle alır, kabul eder. Böylece insanın hayatına hükmeden yasa ile bütün bir evrene egemen olan değişmez yasa arasında bu uyuma-ahenge ulaşır. Yasaların içinden Allah’ın yasalarını tercih eder. Zira insanın hareketi ile evrenin bütün hareketi arasında bir ahenk sağlayan biricik yasa ilahi yasadır.
Öz olarak ifade edersek, bu gerçeğin anlaşılması insan kalbinin (vicdanının) düzelmesi, belli bir yöne (istikamete) yönelmesi, aydınlanması, etrafını kuşatan evrenle uyum içine girmesi, kendi hareketi ile evrenin bütün hareketinin birbiriyle ahenk içine girmesi, kendisi ile yaratıcı arasındaki ilişkilerinde netliğe kavuşması, kendisi ile çevresini kuşatan evren arasındaki ve de kendisi ile evrendeki tüm canlı ve cansız varlıklar arasındaki ilişkilerinde netliğe kavuşması için zorunludur. Bunlara bağlı olarak gerçekleşecek ahlaki, sosyal ve hayati tüm etkilenmeler, hayatın her alanındaki değişmeler için zaruridir.
İşte bu nedenle Tevhid inancının yerleştirilmesine onca özen gösterilmiştir. Her peygamberlik ve her peygamber döneminde bu kesintisiz ve sürekli çaba, önemini daima korumuştur. Bütün peygamberler -salât ve selâm hepsinin üzerlerine olsun- tevhid kavramı üzerinde amansız bir biçimde ısrar etmişlerdir.
Kur’an-ı Kerim’in özellikle Mekke’de inen surelerinde Tevhid konusuna ve bu konunun gereklerine verilen önem bu konuda gösterilen çaba, özen ve ısrar kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Aynı konu Medine’de inen surelerde de bu surelerin teşhis ve tedavi ettiği konuların karakterlerine uygun tablolarla ortaya konmuştur.
İşte müşriklerin, Hz. Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- üzerinde o kadar ısrar etmesine bir türlü akıl erdiremedikleri temel gerçekte budur.
Onlar, bu gerçekten söz etmemesi için Hz. Muhammed ile tartışmalara girişiyorlar, konuyu evirip-çevirip, insanların onun bu tutumuna ve bu gerçeğe akıl erdirememeleri için ellerinden geleni yapıyor, bütün yollara başvurarak insanları ondan alıkoymaya, uzaklaştırmaya çalışıyorlardı.
Bundan sonra Hz. Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- Allah tarafından bir peygamber olarak seçilmesini dillerine dolamaya başlıyorlar: