SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA SAD SURESİ 8. AYET
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
8- “Kur’an, aramızda O’na mı indirilmeliydi?” dediler. Doğrusu bunlar Kur’an hakkında şüphe içindedirler. Hayır, onlar azabımı henüz tadmadılar. “
Aslında bu konuda hayret edilecek bir olay yoktu. Sadece kıskançlık vardı ortada olan, İnatçılığa, büyüklük taslamaya ve düşmanlığa neden olan kıskançlık. İbn-i İshak der ki: Bana Muhammed İbn-i Şihad ez Zühri haber verdi. Kendisine şöyle haber verilmiş: Ebu Süfyan İbn-i Harb, Ebu Cehil İbn-i Hişam ve Zühre oğullarından müttefiki Ahnes İbn-i Şürayk İbn-i Amr İbn-i Vehb es-Sakafi evinde namaz kılmakta olan Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- dinlemek için çıkıp gittiler. Her biri kendisine uygun bir yer bulup dinlemeye koyuldu. Kimsenin kimseden haberi yoktu. Bütün gece boyunca şafak atana kadar onu dinlediler. Tanyeri ağarınca ayrılıp gittiler. Yolda karşılaştılar. Birbirlerini kınadılar. “Bir daha böyle yapmayalım. Eğer milletin alt tabakasından bazıları sizi böyle yaparken görürlerse bu onları etkiler” deyip ayrıldılar. İkinci gecede tekrar herkes gelip yerini aldı. Yine onu dinlemeye koyuldular. Sabah olana kadar onu dinlediler. Tan yerinin ağarması üzerine dağıldılar. Yolda yine karşılaştılar. Birbirlerine önceki gün söylediklerinin aynısını söylediler. Sonra ayrılıp gittiler. Üçüncü gece olunca yine herkes eski yerini aldı. Bütün bir gece onu dinlediler. Tan yeri ağarınca oradan ayrıldılar. Yolda tekrar karşılaştılar. Birbirlerine: “Bir daha böyle bir iş yapmayacağımız üzerine anlaşmadan buradan ayrılmayacağız” deyip bu konuda anlaştılar. Sonra ayrılıp gittiler… Sabah olunca Ahnes İbn-i Şurayk bastonunu aldı, kalktı. Ebu Süfyan’a gitti. Ebu Süfyan evindeydi Ahnes: Ey Ebu Hanzele Muhammed’den duydukların hakkındaki görüşün nedir? Söyle bakalım” dedi. Ebu Süfyan dedi ki: Ey Ebu Sa’labe; Allah’a yemin ederim ki; bildiğim ve anlamını anladığını şeyler işittiğim gibi, anlamını anlamadığım ve ne demek olduğunu çıkaramadığım şeyler de duydum” Ahnes dedi ki: Yemin ettiğin Allah’a ben de yemin ederim ki, ben de öyleyim!.. Ahnes daha sonra oradan ayrıldı. Ebu Cehil’e gitti. Onu da evinde buldu. “Ey Ebu Hakem, Muhammed’den duydukların hakkındaki kanaatın nedir? diye sordu. Ebu Cehil: Ne işitmişim? diye söze girdi. Biz Abdumenaf oğulları ile şan-şerefte yarışıyorduk. Onlar yedirdiler biz de yedirdik, onlar taşıdılar (yüklendiler), biz de taşıdık (yüklendik), onlar verdiler, biz de verdik. Nihayet her alanda onlarla eşit biçimde atbaşı gidiyorduk. Yarışan iki süvari gibiydik. Onlar tam bu sırada: “Gökten kendisine vahiy gelen bir peygamberimiz var” dediler. Buna ne zaman ulaşacağız? Allah’a yemin ederim ki, asla ona inanmayacak ve onu doğrulamayacağız! Bunun üzerine Ahnes kalktı ve çekip gitti…
Gördüğümüz gibi bu kıskançlıktan öte bir şey değildir. Ebu Cehil üç gün boyunca kendisiyle mücadele ettiği ve her defasında yenik düştüğü bu gerçeği kıskançlığından dolayı kabul edemiyor! Bu, Hz. Muhammed’in hiç kimsenin ulaşmasına imkân bulunmayan yüce bir makama ulaşmasını çekememekten başka bir şey değildir. Aşağıdaki cümlede ifadesini bulan anlayışın temel mantığı da budur:
“Kur’an, aramızda O’na mı indirilmeliydi?”
Şu sözleri söyleyenler de bunlardı: “Bu Kur’an iki şehirden büyük bir adama indirilmeli değil miydi?” (Zuhraf Suresi, 31) Onlar “iki şehir” demekle Mekke ve Taif’i kastediyorlardı. Müşriklerin ileri gelenleri, hakimiyeti, yönetimi ellerinde bulunduran büyükleri, bu iki şehirde yaşıyorlardı. Bunlar her yeni bir peygamberin gelme zamanının yaklaştığını duyduklarında hemen din yolu ile liderliği elde etmeye çalışıyorlardı. Yüce Allah’ın bilerek Hz. Muhammed’i -salât ve selâm üzerine olsun- peygamber olarak seçtiğini, rahmetinin kapılarına ona açtığını, diğer insanların değil, yalnız onun bu işe lâyık olduğunu bildiği için rahmetinin hazinelerini, ona açtığını duyduklarında kıskançlıklarından dolayı sarsılanlar da bunlardı.
Az önce ki sorularına aşağılama, uyarı ve tel,dit kokan bir cevap veriliyor. “Doğrusu bunlar Kur’an hakkında şüphe içindedirler. Hayır, onlar azabımı henüz tadmadılar.”
Onlar soruyorlar: “Kur’an, aramızda O’na mı indirilmeliydi?”
Oysa, onlar bizzat “zikir” diye ifade edilen Kur’an’dan kuşku duyuyorlardı. Kur’an’ın gerçekliği konusunda bir takım kuşkular besleseler de, onun Allah katından geldiğine kesin kanaat getiremiyorlar. Ama, onun bilinen insan sözlerinin çok üstünde olduğunu kabul ediyorlar. Sonra onların Kur’an hakkındaki sözlerini ve bu konudaki şüpheleri bir kenara itilerek azap tehdidiyle yüzyüze getiriliyorlar.
“Hayır, onlar azabımı henüz tatmadılar.”
Sanki onlara şöyle deniyor: Onlar şimdi dilediklerini söylüyorlar. Zira azaptan uzakta bulunuyorlar. Ama onu bir tattılar mı artık böyle bir şeyi asla söylemezler. Çünkü o zaman onlar her şeyi anlayacaklardır…
Sonra, yüce Allah’ın onların aralarından Hz. Muhammed’i kendisine peygamber olarak seçmesini çok görmelerine sıra geliyor. Bu konuda onlara bir soru yöneltiliyor: Allah’ın rahmetinin hazineleri sizin elinizde mi ki, onu kime vereceğine, kime vermeyeceğine siz karar veriyorsunuz?