SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA ŞURA SURESİ 7 VE 9. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
NEDEN PEYGAMBER ARABİSTAN’DAN ORTAYA ÇIKTI?
7- Ey Muhammed! Şehirlerin anası Mekke’de ve onun çevresinde bulunanları uyarman; hakkında asla şüphe olmayan toplanma gününe karşı korkutman için sana Arapça bir Kur’an vahyettik. O gün insanların bir kısmı cennete, bir kısmı da çılgın alevli cehenneme girerler.
8- Allah dilemiş olsaydı, onları bir tek ümmet yapardı. O dilediğine rahmetini kavuşturur. Zalimlerin ise bir dost ve yardımcısı olmaz.
9- Yoksa onlar Allah’tan başka dostlar (veli) mı edindiler? Halbuki dost (veli) yalnız Allah’tır. O ölüleri diriltir ve O’nun gücü herşeye yeter.”
“Sana Arapça bir Kur’an vahyettik.” Bu ifade ile vahiy gerçeğinin bir yönü, surenin başında yeralan diğer yönüne bağlanıyor. Surenin başında yeralan birbirinden kopuk harfler ile Kur’an’ın Arapça bir kitap oluşu arasındaki münasebet ise açıktır. Çünkü bu harfler Arap harfleridir. Kur’an da Arapçadır. Yüce Allah kendisinin önceden belirlediği hedefi gerçekleştirmek için Kur’an’ı bu şekilde Arapça bir kitap olarak ve bu Arap harfleri aracılığı ile vahyetmiştir.
“Şehirlerin anası Mekke’de ve onun çevresinde bulunanları uyarman için.”
Şehirlerin anası Mekke’dir. Allah’ın kuruluşu eskiye dayanan evi ile (Kâbe) saygınlık kazanan Mekke… İşte yüce Allah onu ve çevresindeki diğer şehirleri son dinin merkezi olarak seçmiştir. Yine kendisinin bildiği ve dilediği bir amaca yönelik olarak Kur’an’ı bu yörede konuşulan Arapça bir kitap olarak indirmiştir. “Allah peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir.” (En’am Suresi, 124)
Bugün, bu davanın kendi yolunu izlemesinden ve birtakım sonuçlar elde etmesinden sonra gelişen olayların ve olaylara ilişkin değerlendirmelerin, yaşanan şartların ve bu şartların doğurduğu sonuçların ötesinden baktığımızda… Bugün baktığımızda yüce Allah’ın o zaman diliminde, tüm insanlık için gönderilen ve ta ilk günden itibaren evrenselliği açıkça görülen son dinin merkezi olarak bu bölgeyi seçmesinin hikmetinin bir yönünü kavrayabiliriz.
Bu son dinin doğuşu sırasında medeni dünya aşağı yukarı, dört imparatorluk tarafından paylaşılmıştı: Birincisi: Roma imparatorluğu, Avrupa, Asya ve Afrika’nın bir kısmına egemendi. İkincisi: Fars imparatorluğu, o da Asya ve Afrika’nın büyük bir kısmında egemenlik kurmuştu. Üçüncüsü: Hind imparatorluğu. Dördüncüsü: Çin imparatorluğu. Hind ve Çin imparatorlukları dışa kapalı bir karaktere sahiptir. Kendi inanç sistemleri ile, siyasal ve diğer ilişkileri ile dış dünyadan soyutlanmışlardı. Bu soyutlanmadan dolayı, insanlık hayatı ve gelişmesi üzerinde ilk iki imparatorluğun gerçek bir etkiye sahip oldukları söylenebilir.
İslam’dan önceki iki semavi din -Yahudilik ve Hristiyanlık- şu veya bu şekilde adı geçen iki imparatorluğun etki alanına girmişlerdi. Birtakım bozulmalara ve sapmalara uğramaları ile birlikte devlet üzerinde bir etkinlikleri de yoktu. Devlet tam anlamı ile onlara egemendi.
Yahudilik bazan Romalıların, bazan da İranlıların eline düşen bir kurban gibiydi. Dolayısıyla bu bölgede sözü edilecek bir etkinliği yoktu. Çeşitli etkenler nedeniyle İsrailoğullarından başkasına kapalı bir din haline gelmişti. Diğer halkları da kanatları altına alma istek ve eğilimi yoktu.
Hristiyanlık ise Roma devletinin gölgesinde doğdu. Roma devleti Hz. İsa’nın -selâm üzerine olsun- doğduğu günlerde Filistin, Suriye, Mısır ve Hristiyanlığın gizlice yayıldığı diğer bölgeleri yönetimi altında bulunduruyordu. Hristiyanlık Roma imparatorluğunun korkunç baskısı karşısında illegal yollardan yayılıyordu. İmparatorluk yeni inanç sistemini korkunç yöntemlerle sindirmeye çalışıyordu. Bu amaçla onbinlerce insanı öldürerek eşi görülmemiş bir soykırım gerçekleştiriyordu. Romalıların baskıcı dönemi bitip Roma imparatoru Hristiyanlığı benimseyince, putperest Roma efsaneleri ile yine onun gibi putperest olan Grek felsefesinin ürünleri de Hristiyanlığa bulaştı. Böylece Hristiyanlık yabancısı bulunduğu bir kimliğe büründü. Artık Allah tarafından gönderilen ilk hristiyanlık değildi. Aynı zamanda devlette özü itibariyle dinden çok fazla etkilenmiş değildi. Yine egemen devletti ve inanç sistemi kesinlikle devleti egemenliği altına almamıştı. Bunların yanısıra değişik hristiyanlık mezhepleri de kesin bir bölünme sürecini yaşıyorlardı. En başta da kilise bölünmesi geliyordu. Bunun sonucu Roma devleti parçalanmanın eşiğine gelmişti. Sonuçta devlet, resmi mezhebi kabul etmeyenleri acımasız yöntemlerle ezmeye başladı. Ama aslında her iki taraf ta hristiyanlık gerçeğinden sapmışlardı.
İşte bu sırada islam geldi. Bütün insanlığı uygar dünyanın her tarafında hüküm süren kör cahiliyeden, sosyal çöküntüden, kokuşmuşluktan, bozgunluktan ve baskılardan kurtarmak için geldi. İnsanlığın hayatına egemen olmak, bir klavuza, bir aydınlatıcıya uyarak, bilerek ve görerek insanlığı Allah’ın yoluna iletmek için geldi. İnsanlık hayatında bu büyük dönüşümün, değişimin gerçekleşmesi için islamın egemenliği kaçınılmazdı. Bu yüzden yeryüzündeki bu yolculuk özgürce gerçekleşmeliydi ve bu imparatorluklardan hiç birinin onun üzerinde bir etkisinin olmaması gerekliydi. Bundan önce de yabancı hiçbir gücün kendi tabiatı üzerinde bir etkinliğinin olmaması için özgür bir ortamda doğmalıydı. Daha doğrusu hem kendisine hem de çevresine o egemen olmalıydı. Arap yarımadası, özellikle şehirlerin anası Mekke ve çevresi islamın doğuşu açısından o gün için yeryüzündeki en uygun ortamdı. Burası islamın daha ilk günden itibaren omuzladığı evrensel misyonunu gerçekleştirmek üzere başlayacağı evrensel yolculuk için en uygun sıçrama noktasıydı.
İslamın doğduğu günlerde, sözünü ettiğimiz dört imparatorlukta olduğu gibi örgütlü iktidarı ile yeni inanç sistemine karşı koyacak, kitleleri sistemli şekilde iktidarına uyduracak, yasası, kanunu, ordusu, polisi ve tüm yarımadayı kapsayan bir rejimi bulunan sistemli bir hükümet, bir yönetim biçimi yoktu.
Aynı şekilde ilkeleri apaçık bilinen köklü bir din de sözkonusu değildi. Karmaşık, dağınık putperest bir cahiliye vardı. İnanç ilkeleri ve ibadet şekilleri farklıydı. Arapların meleklerden, cinlerden, yıldız ve putlardan oluşan birçok tanrıları vardı. Kâbe’nin ve Kureyş kabilesinin tüm yarımada üzerinde genel bir otoritesi olmakla beraber, bu, yeni dinin karşısına gerçek anlamda dikilen siyasi, örgütlü bir otorite değildi. Şayet Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinin ekonomik çıkarları ve kendilerine özgü kabilesel rejimleri tehlikede olmasaydı bu şekilde İslam davetine karşı çıkmazlardı. Çünkü inançlarındaki çarpıklığın, tutarsızlığın farkındaydılar.
Dini düzenin karışıklığının yanısıra yarımadadaki siyasi düzenin de karışık ve istikrarsız oluşu yeni dinin özüne yabancı her türlü etkenden uzak özgür bir ortamda doğup ilerlemesine yardımcı olan en büyük etkendi.
Böylesine karışık, istikrarsız bir ortamda yeni mesajın doğup yayılması açısından yarımadada sosyal yapılanma büyük öneme sahipti. Yarımadada kabile düzeni geçerliydi. Bu düzende aşiretler büyük ağırlık sahibiydiler. Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- mesajını, davetini duyurmaya kalkınca kendini Haşimoğullarının kılıçlarının koruyuculuğu altında buldu. Kabileler arası denge içinde mesajını duyuracak bir fırsat buldu. Çünkü Arap kabileleri, onun getirdiği inanç sistemini kabul etmeseler bile Hz. Muhammed’i -salât ve selâm üzerine olsun- koruyan Haşimoğullarına savaş ilan etmekten çekiniyorlardı. Hatta ilk müslüman azınlık içinde akrabası bulunan herhangi birine saldırmaktan, eziyet etmekten kaçınıyorlardı. Böylelerinin terbiye edilmesini -veya cezalandırılmasını ailelerine bırakıyorlardı. Sadece köleler müslüman oldukları için efendileri tarafından işkenceye uğratılıyorlardı. Bu yüzden Hz. Ebubekir -Allah ondan razı olsun bu köleleri satın alıp azat ediyordu. Böylece onların işkence görmelerine, dinlerinden dönmeleri için baskı görmelerine engel oluyordu. Yeni dinin ortaya çıkışı açısından bu durumun bir ayrıcalık sağladığı açıktır. Bir de Arap halkının, cesaret, kahramanlık ve yiğitlik gibi nitelikleri de bu bölgenin davetin merkezi olarak seçilmesinde önemli bir etkendi. Çünkü yeni inanç sistemini omuzlamak ve yükümlülüklerini yerine getirmek için bunlar bir insanda bulunması zorunlu olan yeteneklerdir. Bu haliyle o zamanki Arap yarımadası bağrında uyanışın tohumlarını barındırıyordu. Gaybın kapsamında kendisi için planlanan silkinişin, cahiliyeden uyanışın gerçekleşmesi için gerekli olan yeterli düzeyde yetenek, kişilik mevcuttu. Kisra ve Kayser’in imparatorlukları sınırları içinde çıktıkları seyahatlerde insanlığın sahip olduğu belli başlı deneyimleri öğrenmişlerdi. Bu amaçla gerçekleştirdikleri yolculukların en ünlüleri güneye doğru yaptıkları kış yolculuğu ile kuzeye yaptıkları yaz yolculuğudur. Bu yolculuklar Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde dile getirilir: “Kureyş kabilesinin kış ve yaz yolculuklarındaki güvenlikleri sağlanmıştır. Şu halde kendilerini aç iken doyuran ve korku içinde iken emniyet veren bu Kâbe’nin Rabb’ine kulluk etsinler.” (Kureyş Suresi, 1-4)
Öte yandan Arap yarımadasının merkez olarak seçildiği büyük görevi karşılamak için gerekli olan geniş ufukluluğun ve fedakarlığın yanısıra büyük bir deneyim birikiminin oluşmasında birçok etken birbirine yardımcı olmuştu. İslam geldiği zaman bu birikimin tümüne el koydu, açılıp kullanmaya elverişli olan bu potansiyel enerjiyi harekete geçirdi. Yüce Allah bu hazineleri islamın anahtarı ile açtı. Bunları islamın hizmetine verdi, onun kullanacağı bir birikime dönüştürdü. Sanırım bunlar Resulullah’ın -salât ve selâm üzerine olsun- hayatında ilk kuşak sahabeler arasında, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hamza, Abbas, Ebu Ubeyde, Sa’d b. Ebu vakkas, Halid b. Velid, Sa’d b. Muaz ve Ebu Eyyüb el-Ensari gibi daha nice büyük insanın islama muhatap o zaman kitle içinde yeralmasını yeterince açıklamaktadır. Bu büyük insanların içinde yeraldığı kitle bu dini omuzlamış ve onun sayesinde büyümüştür ve hiç kuşkusuz düzelmiştir. Ne varki bu kitle gelişip olgunlaşmaya elverişli tohumlar barındırıyordu bağrında.
Burası Arap yarımadasının yeni dini omuzlamak, doğuşuna koruyuculuk yapmak, hem kendisine hem de çevresine egemen olmasını sağlamak için seçilmesine neden oluşturan yeteneklerini ayrıntılı biçimde açıklamanın yeri değildir. Bu yetenekler bu bölgenin tüm insanlık için gelen yeni inanç sisteminin beşiği olmak üzere seçilmesinde kuşkusuz etkili olmuştur. Yine bizzat bu mesajın taşıyıcısı Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- bu evin çevresinde yaşayanlar arasında seçilmiş olması da uzun bir meseledir. Başlıbaşına bağımsız bir çalışmayı gerektirir. Dolayısiyle yüce Allah’ın bu konudaki gizli hikmetine yönelik bu işaretle yetiniyoruz. İnsanların hayat kanunlarına ilişkin deneyimleri ve kavrayışları arttıkça bu hikmetin altında yatan plan ve düşünceyi daha geniş yönleriyle algılayabilirler.
İşte böyle, bu Arapça Kur’an şehirlerin anası Mekke’yi ve çevresindeki şehirleri uyarmak için gelmiştir. Arap yarımadası cahiliyeden çıkıp islama girince ve egemenlik bütünüyle islama geçince bayrağı omuzlamış, yeryüzünün doğusuna, batısına taşımıştır. Yeni risaleti ve ona dayalı insanlık düzenini tüm insanlığa sunmuştur. -Zaten bu dinin öz mesajı tüm insanlığa yöneliktir-. Bu mesajı insanlığa sunmak üzere omuzlayanlar Allah’ın yarattığı kullar arasında onu omuzlamaya, taşımaya en uygun kimselerdi. Aynı şekilde bu mesajı yeryüzünde doğup gelişmesine en uygun bir bölgeden alıp insanlığa sunuyorlardı.
Hiç kuşkusuz Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- Arap yarımadasının tamamıyle islamın egemenliğine girene, bir bilgiye dayalı olarak seçilen inanç sisteminin bu beşiği baştan sona cahiliyeden temizlenene kadar yaşaması, yine bu mesajın dünyanın dört bir yanına taşınması için en elverişli olan bir dilin tercih edilmesi de tesadüf değildir. Çünkü Arapça gelişmesini tamamlamış, olgunluğun zirvesine ulaşmıştı. Artık bu mesajı omuzlamaya ve yeryüzünün dört bir yanına taşımaya elverişli hale gelmişti. Eğer ölü bir dil olsaydı veya doğal oluşumu eksik olsaydı hiç kuşkusuz en başta bu davayı omuzlamaya elverişli olmayacaktı, ikincisi Arap yarımadasının dışına çıkarmak için de yeterli olmayacaktı. Kısacası dil de tıpkı o dili konuşanlar gibi, o dili konuşanların yaşadığı bölge gibi bu büyük evrensel olayı karşılamaya, mesajını insanlara taşımaya hazırdı.
Bir araştırmacı “Allah peygamberliği kime vereceğini herkesten iyi bilir” sözünün altında yatan yüce Allah’ın hikmetine, bu yöndeki seçimine, planına ve bunun kanıtlarına baktığında bu dinin gönderilişi esnasında seçilen bir dizi uyumlu faktör ile karşılaşır.
“Şehirlerin anası Mekke’de ve onun çevresinde bulunanları uyarman; hakkında asla şüphe olmayan toplanma gününe karşı korkutman için sana Arapça bir Kur’an indirdik. O gün insanların bir kısmı cennete, bir kısmı çılgın alevli cehenneme girerler.”
Kur’an-ı Kerim’de en çok tekrarlanan, ağırlıklı olarak üzerinde durulan en büyük uyarı toplanma, yani mahşer gününe yönelik uyarıdır. Yüce Allah o gün zaman ve mekan açısından birbirinden ayrılan tüm insanları yeni baştan ve farklı bir esasa dayalı olarak birbirinden ayırmak için bir araya getirir: “O gün insanların bir kısmı cennete, bir kısmı da çılgın alevli cehenneme girerler.” Çalışma yurdundaki, yeryüzündeki, dünya hayatı esnasındaki amellerine göre birbirlerinden ayrılıp her biri hakkettiği yere girer.
“Allah dilemiş olsaydı, onları bir tek ümmet yapardı. O dilediğine rahmetini kavuşturur. Zalimlerin ise bir dost ve yardımcıları olmaz.”
Eğer yüce Allah dileseydi insanları başka türlü yaratırdı. Aynı davranışları sergilemelerini ve sonuçta aynı akıbete uğramalarını; yani ya cennete ya da cehenneme gitmelerini sağlardı. Ne varki yüce Allah insanı bir görev için yaratmıştır. Onu bu yeryüzünde halifelik görevini yerine getirmesi için yaratmıştır. Yine kendi iradesine göre belirlediği bu halifelik görevinin gereklerinden biri olarak insanın kendi türüne özgü yeteneklerinin olmasını ve bu yetenekler sayesinde, meleklerden, cinlerden ve bunlar gibi tek tabiatlı ve tek amaçlı yaratıklardan ayrılmasını dilemiştir. İnsana bahşedilen bu yetenekler aracılığı ile kimi insanlar doğru yola, aydınlığa ve salih amele yönelir. Kimi insanlar da sapıklığa, karanlığa ve kötü amele yönelir. Her biri insanın öz yaratılışında bulunan iki ihtimalden birine göre hareket eder. En sonunda bu tür bir hareket için belirlenen akibeti hakkeder: “Bir kısmı cennete, bir kısmı çılgın alevli cehenneme girerler.” Böylece… “O dilediğini rahmetine kavuşturur. Zalimlerin ise bir dost ve yardımcıları olmaz.” Bu durum yüce Allah’ın her iki grubun durumuna; hidayet aracılığı ile rahmeti, sapıklık aracılığı ile azabı hakkedişine ilişkin bilgisi uyarınca gerçekleşir.
Daha önce bazı insanların Allah’tan başka dostlar edindiklerine değinilmişti. Burada ise zalimlerin “bir dost ve yardımcıları olmaz” deniyor. Şu halde onların edindikleri dostların ne gerçekliği ne de varlığı sözkonusudur.
Sonra surenin akışı dönüyor ve yadırgayıcı ve kınayıcı bir ifadeyle soruyor: “Yoksa onlar Allah’tan başka dostlar mı edindiler?”
Bu yadırgama ve sorunun soruluş nedeni sonrasında sadece yüce Allah’ın dost olduğunu ve onun herşeye gücünün yettiğini vurgulamaktır. Onun gücü ölülerin diriltilmesinde belirginleşmektedir. Bu olay en açık biçimi ile tek ve ortaksız gücü gözler önüne sermektedir:
“Halbuki dost yalnız Allah’tır. O ölüleri diriltir.”
Sonra ilahi gücün etkinlik alanı genelleştiriliyor ve her şeyi kapsayan, hiçbiri sınır tanımayan gerçeği önplana çıkarılıyor:
“O’nun gücü her şeye yeter.”
HÜKÜM ALLAH’INDIR
Sonra tekrar ilk gerçeğe dönülüyor. Amaç herhangi bir görüş ve inanç ayrılığı belirdiğinde başvurulacak mercii göstermektir. Bu merci, Allah katından gelen ve Allah’ın hükmünü içeren vahiydir. Bununla tutarlı, dengeli ve köklü ilahi hayat sisteminden sonra değişken arzuların, bitmez tükenmez ihtirasların insan hayatı üzerinde bir etkinliğe sahip olmalarını önlemek hedeflenmektedir: