sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA TUR SURESİ 29 VE 44. AYETLER

SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA TUR SURESİ 29 VE 44. AYETLER
22.03.2024
166
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

29- Ey Muhammed! Sen hatırlat, öğüt ver. Rabbinin nimetiyle sen, ne kahinsin ne de delisin.

30- Yoksa onlar: “Muhammed bir şairdir, zamanın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz” mu diyorlar?

31- De ki: “Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlemekteyim.”

32- Onların akılları mı bunu emreder, yoksa onlar, azgın bir topluluk mudur?

33- Yoksa “Onu uydurdu” mu diyorlar? Hayır, onlar inanmıyorlar.

34- İddialarında samimi iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler.

35- Yoksa kendileri, hiçbir şey olmadan mı yaratıldılar. Yoksa yaratanlar kendileri midir?

36- Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar düşünüp te inanmazlar.

37- Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da herşeye hakim olan kendileri midir?

38- Yoksa onlar, üzerine çıkıp gizli sırları dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse, dinleyenleri açık bir delil getirsin.

39- Yoksa kızlar Allah’a, oğullar size mi?

40- Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?

41- Yoksa gayb kendilerinin yanındadır da kendileri mi istediklerini yapıyorlar?

42- Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl tuzağa düşecek olanlar, o inkar edenlerin kendileridir.

43- Yoksa onların Allah’tan başka bir tanrısı mı var? Allah’ın şanı onların ortak koştuklarından yücedir.

44- Gökten bir parçanın düştüğünü görsek “Üstüste yığılmış bulutlardır” derler.

“Sen hatırlat, öğüt ver.” Bu kutsal hitap yüce Peygamberedir. Öğüt vermesine devam etmesi ve müşriklerin kendisine karşı edepsizliklerine ve suçlamalarına aldırmaması için bu çağrı kendisinedir. Müşrikler ona bazen, kahin bazen de deli diyorlardı. Peygambere attıkları bu iki iftiranın ortak noktası, aralarında yaygın olan “Kahinlerin şeytanlardan haber aldıkları” yolundaki inanışları idi. Bir de şeytanların bazı kimseleri çarptığı ve böylece o kişileri delirttiği inancı idi. O halde her iki nitelikte (kahin ve deli niteliğinde) şeytan ortak etken olmaktadır. Müşrikleri Resulullah’ı kahin veya deli, şair veya büyücü nitelikleri ile nitelemeye iten, Kur’an’ın i’cazi (başkalarını aciz bırakıcı niteliği) karşısındaki şaşkınlıkları, söyleyecek söz bulamamalarıdır. Çünkü Kur’an-ı Kerim onlar söz sanatında usta olmalarına rağmen karşılarına hiç de alışık olmadıkları bir söz türü ile çıkmıştı. Kendi ruhlarındaki bir hastalık dolayısı ile, bu kitabın Allah katından olduğunu kabullenmek istemeyince, bu sefer onun insanüstü kaynağını bazı nedenlere bağlamak ihtiyacını hissettiler. Ve “Bu Kur’an cinlerin vahyidir veya onların yardımı ile gelmiştir. Bunu getiren Peygamber ya cinlerden haber alan kahindir, ya da onlardan yardım alan bir büyücüdür, veyahut da cinlerle görüşen bir şair ya da şeytanın çarptığı bir deli olup bu acayip sözleri kendisine şeytan söyletmektedir” diyorlardı.

Bu sözler çok çirkin ve çok iğrenç sözlerdi. İşte Allah, bu sözlerden dolayı Peygamberini teselli ediyor ve o sözleri Peygamberin gönlünde etkisiz hale getiriyor. Ve O’nun Rabbinin nimeti ile çepeçevre kuşatılmış olduğunu, böylesi bir nimete eren kimsede ne kahinlik ve ne de delilik olmayacağını belirtiyor. “Rabbinin nimeti ile sen, ne bir kahinsin, ne de bir deli.”

Sonra yüce Allah onların Resulullah’a şair demelerini de çirkin görüyor: “Yoksa onlar: `Muhammed bir şairdir, zamanın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz’ mu diyorlar?” Gerçekten de bunu demişlerdir. Birbirlerine “Sabredin, dayanın, tavrınızdan caymayın, kendi kendine ölünceye kadar bekleyin, ölüm onu alır böylece bizi ondan kurtarır” diyorlardı. Birbirlerine kendilerini rahata kavuşturacak olan ölümün Hz. Peygambere gelmesi için beklemeyi tavsiye ediyorlardı. Bundan dolayı yüce Allah, Peygamberine üstü kapalı bir tehdit ile onlara cevap vermesini telkin ediyor: “De ki: Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlemekteyim.” Ve sizler, sonunda kim kârlı çıkacak ve bu bekleme döneminin sonunda zafer ve galibiyet kim için gerçekleşecek, göreceksiniz, bileceksiniz.

Kureyşin ileri gelenleri, kafalarının çalışması ve işleri bilgelikle çekip çevirmeleri sebebiyle “zevil ahlam” (akıl sahipleri) diye lakaplanmışlardı. İşte yüce Allah, islama karşı takındıkları tutumlarından dolayı onların kendileri ile hem de akılları ile alay ediyor. Çünkü onların Resulullah’a karşı tutumları, hem akıla ve hem de “bilgelik”e ters ve aykırıdır. Bunun için Allah ‘Teala, alaylı bir üslupla onlara soruyor: Hz. Muhammed’e -salât ve selâm üzerine olsun- yakıştırdıkları bu nitelikler ve peygamberliğine karşı takındıkları bu tutumlar akıllarının kendilerine bir ilhamı mı yoksa, onlar akıl ve düşüncenin ilham ettiği şeyleri kabul etmeyecek kadar zalim ve azgın insanlar mıdır?

“Onların akılları mı bunu emreder, yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?”

Birinci soruda yakıcı ve iğneleyici bir alay var, ikincisinde ise, müşriklere yönelik bir tehdit vardır. Bunlardan herhangi birisi onlara, şüpheci tutumlarından dolayı uygun düşmektedir.

Onlar Hz. Peygamber’e karşı daha da dil uzatmışlar ve O’nun sözlerinin uydurmadan başka bir şey olmadığını belirtmişlerdir. İşte burada yüce Allah bu tutumlarını da çirkin görerek soruyor: “Yoksa `onu uydurdu mu’ diyorlar?” Sonra da Allah Teala bu garip sözün nedenini açıklamaya koyuluyor: “Hayır, onlar inanmıyorlar kalplerin imanı kabullenmeyişi, Kur’an’ın gerçek yüzünü anlamalarına engel olduğu gibi bir de onlara bu çeşit çirkin sözler söyletmektedir. Onlar Kur’an’ın gerçek yüzünü görebilselerdi, Kur’an’ın insan yapısı olmadığını ve onu, ancak doğru ve emin birisinin taşıyabileceğini anlarlardı.”

Mademki onların kalpleri bu indirilen kitabın gerçek niteliğini kavrayamıyor o halde onlara hiçbir şüpheye yer bırakmayan gerçeğin delili ile meydan okumalıdır: “İddialarında samimi iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler.”

Bu meydan okuma, Kur’an-ı Kerim’de tekrarlanıp durmuş ve inanmayan bu meydan okuma karşısında çaresiz kalarak aşağılık ve rezil duruma düşmüşlerdir. Kıyamet günü de herkes bu meydan okuma karşısında aynı kalacaktır.

Doğrusu bu Kur’an’ın özel bir sırrı vardır. Ayetleri ile karşı karşıya gelen herkes o ayetlerdeki başkalarını benzerini getirmekten aciz bırakan noktaların ifadelerinde özel bir etki olduğunu sezer. İnsan aklının o ifadelerden algılamış olduğu anlamların gerisinde bir şeyler olduğunu hisseder. Bu ayetleri yalnızca dinlemekle bile, insanın hislerine birtakım şeylerin aktığını hisseder. Bunu bazıları açıkça sezerken, bazıları da belli-belirsiz şekilde anlar. Ama ne şekilde olursa olsun vardır bu. İnsanın duygularına akıp dalan bu etkenin kaynağını belirlemek çok zordur. Acaba bu ifadelerin bizzat kendisi mi? Yoksa ifadelerde gizli olan onlar mı? Yoksa ifadelerin oluşturduğu tablolar ve çağrışımlar mı? Yoksa Arap dilindeki bilinen ifade kalıplarının etkisinden bambaşka ve kendine özgü ifadeleriyle Kur’an’ın etkisi mi? Yoksa bütün bu etkenlerin tümü mü? Veyahut da bütün bunlarla birlikte belirlenemez başka bir şeyler daha mı?

Kur’an’ın her ayetinde vardır bu sır. Kur’an ayetleri ile yüzyüze gelen bir kimse bunu daha baştan farkeder. Sonra bunun arkasından, Kur’an’ın yapısını derinden derine düşünmek, tahlil etmek ve kafa yormakla anlaşılan sırlar gelir.

Kur’an’ın kalpte, duyanlarda ve akılda kurmuş olduğu sağlıklı ve mükemmel düşünce sistemini, insanı hemen şu varlığın gerçek kimliğini belirleyen düşünce sistemini, tüm varlık aleminin içyüzünü ve tüm gerçeklerin kendisinden kaynaklandığı ilk gerçek, Allah gerçeği, üzerine getirdiği düşünce sistemi derinden derine düşünmek, irdelemek ve araştırmakla anlaşılan sırlar gelir.

Kur’an’ın insan düşüncesine şu olağanüstü ve sağlıklı düşünce sistemini kurmak için izlemiş olduğu metodu derinden derine düşünmek, hissetmek ve onunla yoğrulmakla anlaşılan sırlar gelir. İnsan fıtratına, hiçbir ifade kalıplarında benzerine rastlanamayan özel bir üslup ile seslenirken, insan kalbini tüm yönleri ile ve tüm giriş noktaları ile altını üstüne getirip içindeki her köşeyi ve her sırrı bilen bir uzman gibi tedavi ediş metodunu incelerken anlaşılan sırlar gelir.

Kur’an’ın yönlendirmedeki kuşatıcılığı, uyumu ve bu yönlendirmedeki olağanüstü düzeni düşünerek anlaşılan sırlar gelir. Ki hareket ve davranışlarda aynı seviyeyi tutturmak kesinlikle duyulmamıştır. İnsanların hareketleri hep aynı çizgi ve aynı seviyede asla olamaz. Kur’an’da olduğu gibi insanların hareketleri her yönden aynı seviyeyi tutturamaz. İçinde ne fazlalık ne eksiklik, ne ayrılık ne de kusur olmayan mutlak dengeden yoksundur insanların hareketleri. Ve yine insan hareketleri ister ana prensiplerde olsun isterse ayrıntılarda olsun çelişme ve çatışma olmayan mutlak ahenkten de yoksundur.

Çağlar boyu bu Kitaba mucizelik özelliğini veren yalanlanması olanaksız şu gizemli sırrın yanısıra, düşünmeyle anlayabilen şu Kur’an özellikleri… Evet bu özellikler, Kur’an ile sağlıklı ve samimi bir kalple ilişki kurduğunda hislerine, benliğine ve kalbin ta derinliklerine apaçık olarak haykıran şu gerçeğe saygısı olan kimsenin kuşku duymayacağı bir konudur bu:

“İddialarında samimi iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler.”

Onların bizzat kendilerinin dünyaya gelişlerine dair yöneltilen ve yukardaki soruyu izleyen bu soru, yüzyüze gelmeleri kaçınılmaz olan ve Kur’an’ın söylediğinden başka şekilde açıklama getirmeleri imkansızdan bir gerçektir. Ki Kur’an’ın getirdiği açıklamaya göre onları yoktan var eden yaratıcı Allah’tır ve O bizzat mevcuttur ve onlar O’nun tarafından yaratılmışlardır.

“Yoksa, kendileri hiçbir şey olmadan mı yaratıldılar? Yoksa yaratanlar kendileri mi?”

Onların bir planlayıcı olmadan dünyaya gelmelerini varsaymaları, herşeyden önce fıtrat mantığına terstir. Bunun az veya çok tartışılmasına bile gerek yoktur. Onların kendi kendilerini yaratmış olmaları varsayımı ise ne onların ne de herhangi bir yaratığın ileri sürebileceği bir görüştür. Bu iki varsayım fıtrat mantığına vurulunca temelden yoksun olduğuna göre, kala kala geriye Kur’an’ın söylemiş olduğu gerçek kalıyor. Bu gerçeğe göre, onların tümü, yaratma ve varetmede hiçbir eşi ve ortağı olmayan ve tek olan yüce Allah’ın yaratması ile var olmuşlardır. O halde hiçbir kimse O’na ne ibadette ve ne de Rabblıkta ortak olamaz. En sade ve açık mantık da budur zaten…

Yüce Allah aynı şekilde onları, gözlerinin önünde bulunan göklerin ve yerin var edilmeleri ile yüzyüze getiriyor. Yoksa bunları onlar mı yaratmıştır? Bu adamlar kendi kendilerini yaratmadıkları gibi doğal olarak gökler ve yeryüzü de kendilerini var etmemişlerdir. Okuyalım:

“Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar düşünüp de inanmazlar.”

Ne onlar ve ne de fıtrat mantığı ile konuşan herkes, göklerin ve yerin kendi kendini yaratmış olduğunu veya, bir yaratıcı olmadan kendi kendilerine var olduklarını söyleyebilir. Onları yaratanın kendileri olduğunu da söylemiyorlar. O zaman bu gökler ve yeryüzü karşılarında duran canlı bir sorudur ve nasıl var olduklarına ilişkin cevabı beklemektedirler. Kendilerine göklerin ve yerin yaratıcısı sorulduğunda o Allah’tır diyorlardı. Ancak ne varki bu gerçek, onların zihinlerinde, kesin bilgi derecesine varacak kadar açıklık kazanıp netleşmemiştir. Ki kesin bilgi insanın kalbinde etkisini gösterir ve insanı apaçık ve tutarlı bir inanca doğru harekete geçirir:

“Hayır onlar düşünüp de inanmazlar.”

Sonra yüce Allah onları bir basamak aşağıya, kendilerini, gökleri ve yeri yaratma ve yoktan var etme seviyesinden bir basamak aşağıya indiriyor ve soruyor: Yoksa Allah’ın hazineleri onların ellerinde de vermeyi, vermemeyi, zararı ve faydayı kontrol mu ediyorlar? Okuyoruz:

“Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da herşeye hakim olan kendileri midir?”

Böyle olmadıklarına ve böyle bir iddiaları da olmadığına göre, kimdir öyleyse hazineleri elinde tutan ve kimdir herşeyin anahtarını kontrol eden? Bu soruya Kur’an cevap veriyor ve diyor ki; Mahrum eden de veren de, idare eden de çekip çevirip de kuşkusuz Allah’tır. Ve evrende olan kısıtlamanın, verme, çekip çevirme ve idare etme olaylarının tek açıklaması da budur. Çünkü hazineleri elinde bulunduranların ve işleri çekip çevirmeyi kontrol edenlerin kendileri olmadığı tamamen ortaya çıkmış ve bu olasılık tamamen reddedilmiştir.

Sonra yüce Allah onları bir basamak daha aşağıya indiriyor ve Kur’an’ın indirildiği kaynağı dinleyecek bir araçları olup olmadığını soruyor kendilerine:

“Yoksa onların üzerine çıkıp gizli sırları dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyenleri açık bir delil getirsin:

Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- onlara bir peygamber olduğunu, kendisine vahiy geldiğini ve bu Kur’an’ın yücelerin yücesinden indirildiğini söylüyor. Onlar Resulullah’ın dediğini yalanlıyor. Öyleyse kendilerinin üzerine çıkıp dinledikleri ve Hz. Muhammed’e vahiy gelmediğini anladıkları ve gerçeğin de onun dediklerinden başka olduğunu öğrendikleri bir merdivenleri mi var? “Öyleyse dinleyicileri açık bir delil getirsin.” Yani onu dinleyenler güçlü ve insanları tasdik etmeye zorlayan bir etkiye sahip delil getirsinler. Bu ifadede, müşrikler delillerinin karşısına geçmiş diretirken ve karşı koyarken kendilerine belirtilerini ve kanıtlarını gösteren Kur’an’ın gücüne işaret vardır.

Sonra yüce Allah onların tutarsız sözlerinden birisi olan Allah hakkındaki görüşlerini tartışmaya açıyor. Buna göre onlar dişi şeklinde uydurdukları melekleri Allah’ın çocuğu kabul ediyorlardı. Burada Allah Teala, onları daha fazla rezil edip utandırmak için sözünü direkt olarak kendilerine yöneltiyor.

“Yoksa kızlar Allah’ın, oğullar size mi?”

Onlar kız çocuklarını oğlanlardan çok daha aşağı görüyorlardı. O derece ki birisine kızı doğduğu haber verilince üzüntü ve kızgınlıktan yüzü kapkara kesiliyordu. Fakat bununla birlikte kızları Allah’a yakıştırmaktan utanmıyorlardı. Burada Allah Teala, onları kendi adet ve gelenekleri ile bağlayıp bu iddialarından dolayı hedefliyor. Yoksa aslına bakılırsa bu düşünceleri zaten tutarsız ve asılsızdır.

Hz. Muhammed’in kendilerini hidayete çağırması onların zoruna gidiyordu. Halbuki o, hidayeti onlara samimi ve art niyetsiz olarak sunuyordu. Buna karşılık onlardan bir ücret istemiyor ve kendilerine bir borç yüklemiyordu. Bu art niyetsiz sunuşun en makul gereği, bunu getiren kişinin iyilikle karşılanması ve kendilerine sunmuş olduğu ve teklif etmiş olduğu şeyleri eğer kabul etmezler ise, ona iyilikle cevap vermeleridir. Oysa yüce Allah burada onların hiçbir geçerli nedeni olmayan tutumlarını çirkin görüyor ve diyor ki:

“Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun onlar ayrı bir borç altında mı kalıyorlar?”

Yoksa onlar, söylediklerine karşılık ağır bir borç yüklediğinde onun altında mı eziliyorlar? Madem ki gerçekten onlardan ücret ve karşılık istemiyorsun öyleyse ne kadar çirkin ve aşağılık bir harekettir yaptıkları. Bu, yaptıkları ile yüzyüze geldikleri zaman çok utanacakları bir durumdur.

Ve Allah Teala dönüp onları tekrar dünyaya gelişlerinin asıl gerçek yüzü ile ve bu varlık alemindeki gerçek durumları ile yüzyüze getiriyor. Buna göre onlar birer kuldurlar ve belli bir kapasiteleri vardır. Bu varlık alemi kendilerine belli bir ölçü içerisinde gösterilmiştir. Gerisi şu varlık aleminin sahibi olan yüce Allah’a has olmak üzere onlara kapalı tutulmaktadır. Gerçekten kulların önünde gelip durdukları kul oldukları için bilgi edinemedikleri bilinmezlikler alemi vardır.

“Yoksa gayb kendilerinin yanındadır da kendileri mi istediklerini yazıyorlar?”

Onlar, bilinmezlikler aleminin kendi yanlarında olmadığını ve kendilerinin , o aleme dair bilgilerinin bulunmadığını ve bilinmeyen aleme güçlerinin yetmediğini biliyorlardı. Ve yine onlar gayb defterine hiçbir şey yazamıyacaklarını oraya ancak ve ancak yüce Allah’ın kulları için planladıklarından dilediklerini yazacağını da biliyorlardı.

Kuşkusuz gayb aleminin işine sahip olan, orada planlama yapıp idare edebilen kişi orayı idare edebilir ve hileleri boşa çıkarabilir. Onların nesi var ki? Onlar bilinmezlikler aleminin bilgisinden mahrumdurlar. O alemin defterine yazı yazamazlar. Sana karşı hile yapıyorlar, önlemler alıyorlar ve böylece geleceğe dair bir şeye güç yetireceklerini sanıyorlar ve “Muhammed şairdir, zamanın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz mu?” diyorlar.

“Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl tuzağa düşecek olanlar o inkar edenlerin kendileridir.”

Onlar o kimselerdir ki gayb sahibinin planları başlarına iner. Gaybı bilenin hile ve tuzağına tutulacak olanlar onlardır. Ve Allah’tır onların kendilerini en güzel biçimde başlarına çevirecek olan.

“Yoksa onların Allah’tan başka bir tanrısı mı var?”

Kendilerini koruyan, işlerinin idaresini üzerine alan ve yüce Allah’ın hileye karşı cezasını kendilerinden savacak olan Allah’tan başka tanrıları mı vardır onların? “Allah’ın şanı onların ortak koştuklarından yücedir.” Onların batıl ve sakat düşüncelerinden de münezzehtir.

Yüce Allah’a şirk koşmaktan ve ortaklardan tenzih ifadeleri ile birlikte güçlü, etkili ve hızlı adımlı hücum da son buluyor. Artık her kuşku aydınlanmıştır, her delil çürütülmüştür ve herkes, apaçık gerçek karşısında her türlü mazeret ve delilden soyutlanmış olarak bulmuştur kendisini. İşte tam o esnada yüce Allah onların gerçek kimliklerini, inatçı böbürlenen apaçık gerçekten kuşkulanan ve uzaklardan en küçük bir kuşkuya bile sarılan karekterlerini ortaya çıkarmıştır.

“Gökten bir parça düştüğünü görseler `Üstüste yığılmış bulutlardır’ derler.”

Yani, üzerlerine gökten düşen bir parça halinde içinde ölüm olan azap gönderilecek olsa düştüğünü görürken bile bu içinde su ve hayat olan “Birbiri üstüne yığılmış bulut yığınıdır” derler.

Hakkı kabul etmeme inatları uğruna onların deyimi ile boyunlarında kılıcın buz gibi soğukluğunu hissetseler bile gerçeği kabul etmezler ve üstüste yığılmış buluttur derler. Belki de bu ifade ile yüce Allah Ad kavminin hikayesine ölüm ve felaket bulutunu gördükleri zaman söyledikleri “Bu bize yağmur indirecek olan bir buluttur.” (Ahkaf suresi, 24) şeklindeki sözlerine işaret etmektedir. Onlar bu sözlerine yüce Allah’tan şu cevabı almışlardır: “Hayır o sizin çabucak istediğiniz Rabb’inin emriyle herşeyi mahveden elim bir azabın bulunduğu yeldir.” (Ahkaf suresi, 24)

RABBİNİN HÜKMÜNE SABRET

Felaket başlarının tepesinde olsa bile Hakkı kabul etmeyip inat etmeleri canlandırıldıktan sonra, yüce Allah sözünü Peygamberine çeviriyor ve elini onların üzerinden çekmesine ve onları surenin başında anlatılıp nitelenen güne ve kendilerini o günden önce bekleyen azaba havale etmesini tavsiye ediyor. Kendini şereflendiren, koruyan ve gözeten Rabbinin hükmüne sabretmesini, sabahleyin kalktığında, geceleyin ve yıldızlar battıktan sonra hamd ile Rabbini tesbih etmesini bildiriyor.

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.