SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA ZARİYAT SURESİ 20 VE 23. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
20- Kesin inanacak insanlar için yeryüzünde nice deliller vardır.
21- Kendi canlarınızda da nice deliller vardır. Görmüyor musunuz?
22- Rızkınız da, size va’dedilen azab da göktedir.
23- Göklerin ve yerin Rabb’ine and olsun ki bu vaad, sizin konuşmanız kadar kesin ve gerçektir.
Bu da yeryüzünde ve ruhlarda Allah’ın varlığını ve kudretini gösteren delillere bir göz atış, takdir edilen nasip ve yazılmış olan rızık konusunda dikkatleri gökyüzüne yöneltmektir. Bu göz atış büyük bir yeminle son bulmaktadır. Ve Allah Teala kendi zatı ve bu bölümde sözünü etmiş olduğu Göklerin ve yerin Rabbi niteliği (sıfatı) üstüne yemin ederek kendi katından gelen bu va’din kesin gerçek olduğunu belirtmektedir.
“Kesin inanacak insanlar için yeryüzünde nice deliller vardır.” “Kendi canlarınızda da nice deliller vardır. Görmüyor musunuz?” Üzerinde yaşadığımız şu gezegen Allah’ın zatına ve sanatının harikalarına işaret eden delillerin sergilendiği muazzam bir fuardır. Öyle bir fuar ki şu ana kadar o harikaların çok az bir kısmını görebildik. Ve bizler bu fuarda her geçen gün yeni bir harika ile karşılaşıyor ve her gün yeni bir şey öğreniyoruz. Tıpkı bu fuar gibi bir başka fuar da bizlerin içimizde gizlidir. Bu fuar insan ruhudur. Yalnız içinde yaşadığımız yer kürenin sırları değil bütün varlık aleminin sırlarını içinde saklayan sır küpü insan ruhunun, fuarıdır bu fuar.
Bu iki ayet bu kısacık işareti ile akılları yerinden oynatan şu iki fuara dikkat çekmektedir. Ama bu kısacık işaret, bu iki fuarın kapılarını onları görmek isteyenlere, ruhunu tatmin etmek isteyenlere, ardına kadar açmaktadır. Ve hayatın, nimet, sevinç, canlı ibretlerle dolup taşacak kadar anlamlı hale getirmek isteyenlere ayrıca hayatına kalpleri yücelten, ömürleri uzatan gerçek marifetin (bilginin) çok değerli hazinelerini doldurmak isteyenlere kapılarını ardına kadar açmaktadır!
Kur’an ayetleri her ortamda, her çevrede her hal ve şartta kendisi ile amel edilsin diye hazırlanmıştır. Her ruha, her kafaya ve her akla herbirinin alabileceği ve dayanabileceği kadar olmak üzere hazinelerinden belirli kısmını açabilir.
İnsanlık bilgi basamaklarında yükseldikçe düşünce ufukları genişledikçe, bilgisi artıp tecrübeleri çoğaldıkça, kainatın ve ruhun sırlarını çözdükçe Kur’an-ı Kerim’den alacağı payı çoğalır, istifadesi o derece büyük olur. Ve Kur’an ayetlerinden elde edeceği azık, öğüt çeşit çeşit olur. Bu öyle bir Kitap’tır ki, onu Allah’tan alan, sırlarını tam olarak anlayan ve o sırlarla birlikte yaşayan Peygamberin, ondan bahsederken dediği gibi, “Bu kitabın harikaları bitmez tükenmez, tekrar tekrar okumakla yeniliğini kaybetmez: ‘ Peygamber bu sözleri kendi ruhunda bulunan canlı tecrübeye dayanarak söylemiş ve bu tecrübeyi bu ifade kalıplarına dökerek dile getirmiştir.
Bu Kur’an’ı ilk defa duyanlar, yeryüzünde ve ruhlarda Allah’ın varlığı ve kudretini gösteren delillerden kendi paylarına düşeni aldılar. Ve kendi bilgi, tecrübe ve yetenekleri oranında hazinelerini teslim aldılar. Aynen bunun gibi onlardan sonra gelen nesiller de kendi bilgi, tecrübe ve marifetlerine uygun olarak nasiplerine, paylarına düşeni aldılar. Bizler de kendi bilgi, marifet ve tecrübemizin genişliğine göre ve bu koca kainattaki bitmez tükenmez sırlardan keşfedebildiklerimiz oranda payımıza düşeni almaktayız. Bizden sonra gelecek nesiller de, henüz bizim için yeryüzünde ve ruhlarda açıklık kazanmamış olan delillerden hazır bekleyen nasiplerini alacaklardır. Ama bu kutsal ve görkemli olan iki fuar (yeryüzü ve ruhumuz) yenilikler ve harikalarla dopdolu olarak zamanın sonuna kadar devam edip gidecektir.
Şu yeryüzü, şu hayat için hazırlanmış, bütün özellikleri ile hayatı karşılamak ve devam ettirmek için hazırlanmış olan şu yeryüzü, akıllara durgunluk veren kainat okyanusunda nerde ise bizce bilinen yegane gezegendir. Yıldızlar ve gezegenlerle dopdolu olan şu kainatta sadece bilinen yıldızların sayısı -ki bilinenler kainatın gerçek yüzüne oranla söz edilemeyecek kadar azdır- yüz milyonlarca galaksidir. Her bir galakside de yüz milyonlarca sabit yıldız vardır. Gezegenler işte bu yıldızların uydularıdır. İşte yerküre bu yıldız okyanusu içinde hayat için elverişli tek gezegendir.
Sayılara sığmayan bunca yıldız ve gezegene rağmen yeryüzü, bu çeşit bir hayatın oluşup devam etmesi için elverişli tek yerdir. Şayet yeryüzünün gerçekten çok olan özelliklerinden en ufak birisi zedelenecek olsa, üzerinde bu çeşit hayatın sürmesi imkansızlaşırdı. Şayet dünyanın hacmi değişip büyüse veya küçülse, güneşin karşısındaki durumu değişip güneşe yaklaşıp uzaklaşsa, güneşin hacmi ve ısı derecesi değişecek olsa, yeryüzünün şuradan veya buradan ekseni üzerindeki eğimi değişecek olsa, yeryüzünün kendi ekseni veya güneş çevresindeki hareketi değişip de daha hızlı ya da daha ağır dönecek olsa, dünyamızın uydusu olan ayın hacmi ya da dünyaya uzaklığı değişecek olsa, dünyamızdaki kara ve denizlerin birbirine oranları değişip de, bunlardan herhangi biri artıp eksilecek olsa, şayet, şayet, şayet… daha yeryüzünde hayatın oluşması ve devam etmesi için kendisinin uygunluğuna etki eden bilinen ve bilinmeyen binlerce dengeye kadar bu varsayım uzatılabilir.
Bütün bu sayılanlar şu kutsal fuarda sergilenen ve Allah’ın varlığı ve kudretini gösteren deliller değil midir?
Sonra… Yeryüzünde barınan canlılar için saklanmış ve depolanmış olan şu yiyecekler… Yerkürenin yüzeyinde barınan, havasında süzülüp uçan, veya sularında yüzen veya mağara ve oyuklarında gizlenen veya toprağın bağrında ve içinde gizlenen bunca canlılar… Bu basit ve bileşik yapıda olan, hazır yiyecekler sayılara sığmaz bunca canlıların yine sayısız gıdalarını temin etmek için çeşit çeşit şekil ve türlerde olabilen bu yiyecekler… Toprağın bağrında gizlenen, suyunda akan, havasında esen, yüzeyinde biten, yeryüzüne güneşten ve bazıları bilinen ve bazıları bilinmeyen alemlerden gelen, bu azıklar ve yiyecekler… Bütün bunlar, bu yeryüzünü hayat için elverişli bir yuva olarak kuran ve yeryüzünü sayılara sığmayan türde canlılar için hazırlayan yüce iradenin planlaması uyarınca fışkırıp, çıkmaktadır.
Yeryüzünün tablo ve manzaraları, hangi köşesinde göz atılırsa atılsın, neresine adım atılırsa atılsın, çeşit çeşittir. Bitip tükenmez harikalarla dopdolu bu manzaralar, bu ovalar, bu vadiler, bu alçak sahalar ve dağlar, bu deniz ve göller, nehir ve sular, birbirine komşu kimi verimli kimi verimsiz arazi parçaları, şu üzüm bahçeleri, tarlalar, şu tek ve iki gövdeli hurma ağaçları.. Bu manzaralardan her birisini, bir an olsun yaratma ve değiştirmeden geri durmayan sürekli yaratma ve değiştirmenin kutsal eli durmadan değiştirip türlü türlü şekiller verir. İnsan kurak bir yere varır bir başka manzara görür, otlarla bezeli bir yere rastlar bir başka tablo görür. Yemyeşil bitkiler varken gördüğü ayrı bir tablodur. Hasat zamanı gider karşılaştığı manzara sararmış solmuş bir başka haldir. Bir adım bile değiştirmemiştir seyrettiği yeri ama karşılaştığı farklı farklı manzaralardır.
Bu yeryüzünde yaşayan canlılar, bitkiler, hayvanlar, kuşlar, balıklar, sürüngenler ve haşereler… İnsanı bir tarafa bırakalım. Çünkü Kur’an insanlardan özel olarak söz etmekte, onları özel olarak ele almaktadır… Sayılarının ne kadar olduğunu belirlemek bir yana -çünkü imkansızdır- cins ve türlerinin sayısı, bile henüz keşfedilemeyen bunca yaratıklar ve bunların içinden her bir yaratık başlı başına bir topluluktur. Herbiri başlı başına bir harika… Her hayvan, her kuş, her sürüngen, her haşere, her kurtçuk ve her bitki… Hatta ve hatta, bir kurtçuğun her kanadı, bir çiçekteki her yaprak, bir yaprağın her damarı harikaları bitmez tükenmez akıllara durgunluk veren bu kutsal fuarda sergilenmektedir.
İnsan, hatta insanların topyekün tümü böyle düşünmeye devam etseler ve yeryüzündeki harikalara ve bu harikaların gösterdiği delillere işaret etmeye çalışsalar, ne sözleri biterdi ne de işaretleri… Kur’an ayetleri, düşünsün ve ibret alsın diye beşer kalbini uyarmaktan bu gezegen üzerindeki seyahat boyunca bu dehşetli fuarda harikaları sergilemekten ve yolculuk boyunca bu sergilemenin sağlayacağı nimet. ve sevinci tattırmaktan başka bir şey yapmıyor. Fakat Kur’an insan kalbi gözlere ve basiretlere sergilenmekte olan bu ilahi müze ile gaflet uykusundan uyansın diye kalbine şöyle bir dokunup geçiyor. İnsan şu dünya denen gezegende yolculuğunu düşünerek ibret alarak geçirsin diye şöyle bir dokunup geçmektedir. Bu gezegende yolculuğunu, harikaları görerek, düşünerek ve kendi benliğinde gizli olan şu akıllara durgunluk veren yaratmayı düşünerek, büyük bir hazla sürdürsün diye şöyle bir dokunuyor. Ama insanoğlu bundan habersizdir, dikkati başka şeylerdedir.
Doğrusunu söylemek gerekirse, insan yaratıkların yüzlerini, özelliklerini, hareketlerini ve adetlerini en güzel yaratıcının yarattığı bir müzede dolaşan gezgin bir kul gözü ile düşününce ve yolculuğunu sürdürünce gerçekten de haz ve heyecan verici saniyeler geçirir. Ya bütün hayatını bu yüce hazlarla dolu alemde geçiren insanların duyacağı zevk ve sevinç nice olur?
İşte Kur’an-ı Kerim, bu tür dokunuşları ile insanı yeniden yaratıyor. Yeni bir duygu ile yoktan var ediyor. İnsana yeni bir hayat sunarak hak veriyor. Yeryüzünde düşünmesi imkansız ve eşi bulunmaz bir zevk ve sürur veriyor, insana.
İşte Kur’an bu tür düşünce ve idrak yüceliği istemektedir, insandan. Beşer kalbine bu hazineyi ancak iman verir. Bu yüce hazzı henüz yeryüzünde çamur ve toprak dünyasında iken ancak iman hazırlar insana.
İmdi… Birinci bakış yeryüzü sergisine idi. İkinci gezinti ruhlardaki harikaların fuarında idi. Bunlardan sonra, perdelerle örtülü yüce gaybın, görülmez alemin fuarı gelmektedir. Ki bu belirlenmiş rızık ve yazılmış olan nasiplerin yer aldığı fuardır.
“Rızkınız da size va’dedilen azab da göklerdedir.”
Bu hayret veren bir işarettir doğrusu. Rızkın gözle görülen araçları yeryüzünde olmasına rağmen, insan yeryüzünde çalışıp didinirken ve rızkını ve nasibini çalışma ve didinmesinden beklerken Kur’an-ı Kerim, insanın bakışlarını ve ruhunu gökyüzüne, görünmeyen aleme Allah’a çeviriyor. Ki insanoğlu belirlenen rızkını ve yazılan nasibini oradan beklesin diye… Yeryüzü ve yeryüzündeki gözle görünen rızık araçları ise inananlar için Allah’ın varlığı ve kudretine birer delildirler. Gönülleri rızıklarını Allah’ın ihsanından beklesinler diye ve yeryüzünün ağırlıklarından ve ihtirasın pençesinden kurtarmak için Allah’a döndüren birer delildirler. Onun için Kur’an gözle görülen rızık araçlarına bu araçları yaratan ilk kaynaktan rızkı beklemeye engel olma fırsatı tanımaz.
İman eden bir kalp bu işaretin iç yüzünü kavrar ve olduğu gibi anlar. Bu işaretten maksadın yeryüzünü ve rızık araçlarını ihmal etmek demek olmadığını ve kendisinin yeryüzünde halifelikle ve orayı kalkındırmakla yükümlü olduğunu bilir. Bu işaretten hedefin, ruhun bu araçlara bağlanmaması ve yeryüzünü kalkındırırken Allah’ı unutmamak demek olduğunu bilir. Yeryüzünde çalışıp rızkı gökten beklemek gerektiğini, rızkın araçlarına sarılıp fakat, kendisine rızık verenin bu araçlar olmadığına kesin iman etmek gerektiğini, rızkının gökte planlanmış olduğunu ve Allah’ın va’dettiği şeyin mutlaka olacağını bilir.
İşte böylece insanın kalbi yeryüzünde gözle görülen araçlara esir olmaktan kurtulur. Aksine insan ruhu bu araçlarla göklerin yüceliklerine doğru kanat çırpar. Rızık araçlarında onların yaratıcısını gösteren deliller görüp kalbi gökyüzüne bağlı, ayakları yeryüzünde yaşarken göklerin yüceliklerine kanat çırpar insanoğlu… İşte bunu istemektedir Allah insanlar için… Çamurdan yaratıp, ruhundan bir soluk üflediği ve alemlerde birçok yaratıklardan üstün kıldığı bu yaratık için bunları istemektedir…
İnsanın en üstün durumda olduğu bu konumun gerçekleşmesi için tek vasıta imandır. Çünkü insan ancak bu takdirde Allah’ın kendisini yaratırken hedeflediği duruma, içine bozukluk ve sapıklık nüfuz etmeden Allah’ın insanları yarattığı önceki orjinal ve saf duruma gelebilir…
Yeryüzüne, ruhlara ve gökyüzüne bu kısa bakışlardan sonra, yüce Allah yüce zatı üstüne yemin ederek, bütün bu sözlerin doğru olduğunu belirtiyor:
Göklerin ve yerin Rabb’ine and olsun ki bu vaad, sizin konuşmanız kadar kesin ve gerçektir.”
Onların kendi aralarında konuşması nasıl bir gerçek ise, konuşup konuşmadıkları konusunda nasıl ki görüş ayrılığına düşüp tartışmıyorlar, bu konuda kuşku duymuyorlar ve bundan nasıl emin iseler, aynen bunun gibi bu kutsal sözlerin de tümü gerçektir, kuşkusuzdur. Ve Allah söylenenlerin en doğrusudur.
Esmaî’den naklolunan ve Zemahşerî’nin Keşşaf’ında zikrettiği güzel bir söz vardır. Biz rivayet bakımından ihtiyatlı olmakla birlikte güzel olduğu için buraya almayı uygun görüyoruz:
“Basra camisinden çıkmıştım. Devesine binmiş bir bedevi çıkageldi. Bedevi: – Hangi kabiledendir bu adam? dedi. Ben de:
– Asma oğulları kabilesinden dedim. Bedevi: – Nereden gelirsin? diye sordu. Ben de:
– Rahman’ın sözünün okunduğu yerden dedim. Bedevi:
– O sözden oku bakalım dedi. Bunun üzerine Zariyat suresini okumaya başladım. Baştan 22 nci ayete gelince, Bedevi:
– Yeter dedi. Kalktı devesini yatırdı ve boğazladı. Etini gelene ve geçene dağıttı. Kılıcına ve yayına yöneldi, onları kırdı ve gitti. Bir müddet sonra ben Harun er Raşit ile tavaf ediyordum. Bir de baktım ki birisi ince bir ses ile beni çağırıyor. Döndüm ve gördüm ki o bedevi. Sararmış solmuş ve incelmişti. Bana selam verdi ve aynı sureyi okumamı istedi. Aynı ayete gelince bir çığlık attı ve dedi ki: “Biz Rabb’imizin bize va’dinin gerçek olduğunu bulduk” (A’raf, 44). Sonra:
Başka var mı dedi. Ben de “Göğün ve yerin Rabb’ine and olsun ki bu vaad, sizin konuşmanız kadar kesin ve gerçektir” ayetini okudum. Bir çığlık daha attı ve:
– Sübhaneallah dedi. Kim öfkelendirdi celal sahibini ki yemin etmiş O? Sözünü kim tasdik etmemiş ki yemine başvurmuş dedi. Bu sözü üç kere tekrar etti ve ruhunu teslim etti: ‘
Bu bir menkıbedir. Doğru olabilir de olmayabilir de… Ama bu menkıbe bizlere Allah’ın yemininin ne kadar yüce olduğunu hatırlatması bakımından önemlidir. Allah’ın zatına ve göğün ve yerin Rabbi olması niteliğine yemininin yüceliğini hatırlatması bakımından önemlidir. Çünkü bu yemin, yemin edilerek pekiştirilen gerçeğe de bir yücelik katmaktadır. Ki bu gerçek kaseme ve yemine gerek kalmayacak kadar apaçık bir gerçektir.
Buraya kadar anlatılanlar surenin birinci bölümü idi. İkinci bölüm ise Hz. İbrahim, Lut, Musa’nın -selâm üzerlerine olsun- hikayeleri ile, Hud Peygamberin kavmi olan Ad, Salih Peygamberin kavmi olan Semud ve Nuh peygamberin kavmine dair hikayelere işaretleri içermektedir. Bu bölümün önceki bölümle ve aynı zamanda surenin akışı içinde kendisini izleyen bir sonraki bölümle yakın bir ilişkisi vardır.