sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA ZÜMER SURESİ 1 VE 3. AYETLER

SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA ZÜMER SURESİ 1 VE 3. AYETLER
15.08.2023
432
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

1- Bu Kitab’ın indirilmesi, aziz ve hikmet sahibi Allah katındadır.

2- Ey Muhammed! Şüphesiz ki, Kitab’ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah’a has kılarak ihlas ile kulluk et.

3- İyi bil ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’ndan başka dostlar edinerek, “Onlar bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz ” derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde hüküm verecektir. Allah, yalancı, inkârcı insanı doğru yola iletmez.

Sure şu kesin gerçeği kesin bir biçimde ortaya koyarak başlıyor:

“Bu Kitab’ın indirilmesi aziz ve hikmet sahibi Allah’ın katındandır.”

Kur’an’ı indirmeye gücü yeten aziz (Allah);

Kur’an’ı nereye ve niçin indirdiğini çok iyi bilen ve bunu bir hikmet, bir takdir ve plan gereği olarak gönderen hakim (Allah).

Surenin akışı içinde bu gerçek üzerinde uzun uzun durulmuyor. Çünkü bu, surenin yaklaşık bütünü ile üzerinde durduğu, yerleştirilmesi ve pekiştirilmesi için Kur’an-ı Kerim’in indiği ana konunun bir girişi niteliğindedir. Bu ana konu; Allah’ın birliği, yalnız O’na kulluk, dini sırf O’na tahsis etme; O’nu, şirkin, ortak koşmanın her çeşidinden tenzih etme, aracısız ve vasıtasız olarak doğrudan doğruya O’na yönelmedir:

“Ey Muhammed! Şüphesiz ki, Kitab’ı sana hak olarak indirdik.” Kitab’ın, kendisi ile indirildiği hakk’ın temeli, bütün bir varlığın kendisiyle ayakta durduğu sınırsız birlik ilkesidir. Surenin beşinci ayetinde ise şöyle buyrulmaktadır: “Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı!” Demek ki, göklerin ve yerin kendisiyle indirildiği biricik hak budur. Göklere ve yere hükmeden düzendeki birliğin tanıklık ettiği yegane hak (gerçek) budur. Bu varlık aleminde, yaratıcı ve yoktan var edici, elden çıkmış olan her şeyin üzerinde damgasını taşıdığı haktır bu.

“O halde sen de dini Allah’a has kılarak ihlas ile kulluk et.”

Burada hitab, Kur’an-ı Kerim’in hak ile kendisine gönderildiği Allah’ın elçisinedir. -salât ve selâm üzerine olsun- Bu, Peygamberimizin bütün insanları kendisine çağırdığı yoludur: Yalnız Allah’a kulluk. Dini sadece O’na tahsis etme bütün bir hayatı bu Tevhid ilkesi üzerine kurma.

Allah’ı birleme ve dini yalnız O’na tahsis etme, sadece dille bir çırpıda söyleniveren bir sözden ibaret değildir: Bu, eksiksiz bir hayat programıdır: Vicdandaki, düşünce ve inançta meydana gelen bir inkılab ile başlar. Bireyin ve toplumun hayatını kuşatan bütün bir düzen ile sona erer.

Allah’ı birleyen bir kalp, yalnız O’na boyun eğer. O’nun dışında kimseye başını eğmez. O’ndan başkasından bir şey istemez. Yaratıklarından birine güvenip dayanmaz. O’na göre güçlü olan yalnız Allah’dır. Tüm kulları üzerinde hâkim ve üstün olan yalnız O’dur. Bütün kullar güçsüz ve zayıftır O’nun yanında. Kullar O’na ne bir fayda, ne de bir zarar verebilirler. Bu nedenle insanların onlardan birine başını eğmesine gerek yoktur. Onların hepsi de kendisi gibidir; ne bir fayda, ne de zarar verebilirler kendisine. Veren de vermeyen de yalnız Allah’dır. Onun içindir ki, Allah’dan başkasına yönelmeye gerek yoktur. Zira zengin olan yalnız O’dur. O’nun dışındaki bütün yaratıklar ise fakirdir.

Allah’ı birleyen kalp, bütün bir evrene hükmeden ilahi yasanın birliğine inanır. Yüce Allah’ın insanlar için belirleyip seçtiği düzenin de bu bir olan ilahi yasanın bir bölümü olduğuna kesin kanaat getirir. Bu yasaya uymadıkları takdirde insan hayatının düzelmeyeceğine ve içinde yaşadığı evrenle uyum içine girmeyeceğine inanır. İşte bundan dolayı Allah’ı birleyen bir kalp, O’nun belirleyip seçtiği düzenlerin dışında bir düzen seçmez. Bütün evrenin düzeniyle olduğu kadar, hayatın düzeniyle de uyum içinde bulunan Allah’ın şeriatından başkasına uymaz.

Allah’ı birleyen kalp, kendisi ile yüce Allah’ın bu evrende yaratmış olduğu bütün canlı ve cansız varlıklar arasında bir yakınlık olduğunu kavrar. Kendisine şefkatle muamele eden, ihtiyaçlarına cevap veren,”’dost bir evren içinde yaşar. Böylece yüce Allah ile ve elleriyle dokunduğu, gözleriyle gördüğü, O’nun şaheserleriyle tam bir uyum ve içtenlik içinde yaşar. Herhangi birine eziyet etmenin veya herhangi bir şeyi tahrip etmenin sakıncalı bir eylem olduğunun bilincine varır. İnsanlar ve diğer varlıklarla ilişkilerinde Allah’ın belirlediği sınırlar dışına çıkmaz. Her şeyi yaratan, her canlıyı dirilten, kendisinin Rabb’i, her şeyin ve her canlının Rabb’i olan Allah’ın koyduğu sınırları aşmaz.

Aynı şekilde Tevhid’in (Allah’ı birlemenin) etkileri, insanın düşüncelerinde ve duygularında ortaya çıktığı gibi, hayatında ve uygulamalarında da kendisini gösterir. Hayatın tümünü kuşatan eksiksiz, açık ve bütünü ile farklı bir program belirler. Böylece Tevhid, sırf dille söyleniveren bir söz olmaktan öte, bir anlam ifade etmektedir. İşte bu nedenle Tevhid inancının yerleştirilmesine, açıklanmasına, yüce Allah’ın gönderdiği Kur’an’da tekrar tekrar kendisinden söz edilmesine bunca özen gösterilmiştir. Bu öyle önemli bir olgudur ki, her çağda ve her çevrede yaşayan herkes onun üzerinde adamakıllı düşünmek zorundadır. Bu anlamı ile Tevhid, anlaşılması ve kavranması zorunlu olan geniş kapsamlı, büyük bir gerçekliği ifade etmektedir.

“İyi bil ki, halis din yalnız Allah’ındır.”

Bu sarsıcı ifade ile ve yüksek yankı yapacak bir şekilde bu gerçeği dile getiriyor. Hem de sözün girişinde kullanılan “Elaa (iyi bil ki!) edatına yer vererek ve yalnız bire indirgeme metodunu kullanarak: “Halis din, yalnız Allah’ındır.” Böylece ifadenin cümle yapısı ile, bu gerçeğin anlamını daha da pekiştiriyor. Çünkü bu, bütün bir hayatın üzerinde kurulduğu temel kaidedir. Hatta bütün bir varlığın kendisine dayandığı ana ilkedir. Onun için sağlam biçimde kökleşmesi, netleşmesi ve böyle kesin, kuşku götürmeyen bir üslupla açıklanması gerekmektedir: “İyi bil ki, halis din, yalnız Allah’ındır.”

Sonra sure, müşriklerin, Tevhid çağrısına karşı bir kalkan olarak kullandıkları karmaşık efsaneyi ele alıyor:

“O’ndan başka dostlar edinerek, `Onlar bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz’ derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde hüküm verecektir.”

Arap müşrikleri, kendilerinin, göklerin ve yerin yaratıcısının yüce Allah olduğunu açıkça ifade ediyorlardı… Yalnız yaratıcıyı birleme ve sadece O’na kulluk yapma, O’na ortak koşmadan, dini yalnız O’na dayandırmak suretiyle arındırma konusunda fıtratın sağlam mantığının gereğini yapmıyorlardı. Meleklerin yüce Allah’ın kızları olduğu efsanesine inanıyorlardı. Ayrıca bu melekler adına birtakım heykeller yaparak onlar vasıtasıyla meleklere tapıyorlardı. Sonra dönüp meleklerin heykellerine tapmalarının aslında meleklere tapma anlamına gelmediğini, bunların Allah’a yaklaştıran, O’nunla kullar arasında aracı olan vasıtalar olduklarına inanıyorlardı. Bunların Allah katında kendilerine şefaat edeceklerini ve kendilerini O’na yaklaştıracaklarını sanıyorlardı. İşte Lat, Menat ve Uzza gibi ilahlar, melekler adına dikilen bu heykellerden bazılarıydı.

Bu anlayış ise, fıtratın normal bakış açısından ve doğru olan istikametinden sapıp, karmaşık ve aynı zamanda saçma bir inanca yönelmesinden başka bir şey değildi. Çünkü ne melekler Allah’ın kızlarıydı; ne de putlar ve heykeller melekleri temsil ediyorlardı. Yüce Allah böyle bir sapmaya razı değildi. Ne müşrikler hakkında herhangi bir şefaat kabul ediyordu, ne de onların bu yolla kendisine yaklaşmalarına izin veriyordu.

İnsanlık ne zaman islâm dininin ve ondan önceki tüm peygamberlere gönderilen ilahi inanç sisteminin öngördüğü kolay anlaşılan, arı-duru Tevhid’den sapmışsa, yaratılışın (fıtratın) doğal mantığından da ayrılmıştır. Bugün insanların dünyanın her yerinde, eski Araplar’ın meleklere -veya meleklerin heykellerine- yaptıkları ibadetlerine benzer bir şekilde azizlere ve ermişlere ibadet ettiklerini görüyoruz. Doğal olarak bu insanlar böylece Allah’a yaklaştıklarına veya Allah katında onların şefaatlarını elde edeceklerine inanıyorlar. Halbuki yüce Allah kendisine giden yolu belirlemiştir: Bu yol da, arı-duru biçimdeki Tevhid yoludur. Tevhid yolunda böyle akıl almaz efsanelerin ürettiği aracıların ve şefaatçıların yeri yoktur.

“Allah, yalancı, inkârcı insanı doğru yola iletmez.”

Onlar, Allah adına yalan söylüyorlar. Meleklerin O’nun kızları olduklarını söylemekle O’na iftira ediyorlar. Bu meleklere tapmanın, Allah katında kendilerine şefaatçı olacağını söylemekle de O’nun adına yalan uydurmuş oluyorlardı. Halbuki onlar böyle ibadet etmekle küfre giriyorlardı. Yüce Allah’ın apaçık ve kesin olan emrine karşı gelmiş oluyorlardı.

Yüce Allah, kendisi adına yalan uyduran ve kendisini inkâr edenlere doğru yolu (hidayeti) göstermez. Çünkü hidayet, Allah’a yönelişin, samimiyetin, kötülüklerden sakınmanın, doğru yolu arzu etmenin ve bu yolu araştırmanın bir karşılığıdır, mükafatıdır. İlahi mesajı yalan sayanlar ve inkâr edenler ise yüce Allah’ın hidayetine ve himayesine lâyık değillerdir. Zira onlar bu halleriyle kendileri için O’nun yolundan uzaklaşmayı tercih etmiş olmaktadırlar.

Şimdi de ayette, bu düşüncenin basitliği ve tutarsızlığı ortaya konuluyor:

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.