ŞİRK AKİDESİ VE TOPLUM
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
ÖNSÖZ
Hz. Adem (as)’ dan günümüze kadar Tevhid ve Şirk savaşı devam etmektedir. Kıyamete kadar da devam edecektir. Her ikisi de bir inanç sistemidir ve birbirine tamamen zıttır. Her ikisinin de inanç esaslarında birbirlerini reddetmek vardır. Ki bu başta gelen esaslardandır. Yani Tevhidin ilk şartı şirki reddetmektir. Nitekim
فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ
“…kim tağutu inkâr eder, Allah’a iman ederse…”(Bakara/256)
Görüldüğü üzere önce inkâr sonra ise tasdik gelmektedir. Zira Kelime-i Tevhid ’de de durum aynıdır. “LA İLAHE illallah” kelimesinde inkâr(red) başta gelmiştir. İmanın ilk adımı olan Şirki reddetmek bazı şartların yerine gelmesiyle mümkündür. O şartların başını ise “şirkin ne olduğunu bilmek” alır. Bilmediğimiz bir şeye düşman olmak ve onu inkâr etmek imkânsızdır. Tabii ki şirkin tanımı ve içeriği Kur’an’dan öğrenilmelidir. Çünkü Şirk akidesinin mimarları şirkin doğru tanınmasına engel olmak için olan güçleriyle çalışırlar. Şirk, bugün çağdaşlık, ilericilik olarak tanıtılmaktadır. Hatta şirkin, İslam diye tanıtıldığı da görülmektedir.
Müşrik topluma ait özelliklerin kendini İslam’a nispet edenlerde gözükmesi ve buna benzer sapkınlıklar bizi bu çalışmayı yapmaya itmiştir. Müşrik toplumun akidesinin İslam diye bilindiğini ve İslam’ın özünün unutulduğunu ispatlamaya çalıştığım bu eserde, şirkin çağdaş yansımalarını ve şirk akidesine ait inanç esaslarını güncelleyerek siz okuyucuların idrakine sunmaya çalıştım. Çalışma bizden Tevfik Allah’tandır.
2 Ramazan 1440 (7 Mayıs 2019)
BİRİNCİ BÖLÜM
ŞİRK
Yeryüzünde, Âdemoğulları için en tehlikeli durum şirk hastalığıdır. Şirk hastalığı, insan için Allah’tan başkasını ilah edinmek gibi büyük sapıklıklara neden olan bir vakıadır. Kısaca bu vakıa Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın güç ve kudretinin yetkilerine müdahale etmektir. Âdemoğlunun gönderiliş gayesine göre yaşayabilmesi için bu şirk vakıasından bir an önce kurtulması şarttır.
Şirk kelime olarak, “Şe-ri-ke” fiilinin masdarı, ortak olma demektir. Dinî anlamda şirk, Allah’a eş ve ortak koşma manasına gelir. Bu fiilin dört harfli “if’âl” babındaki şekli “eşrake”dir ve ortak tanıma, ortak koşma demektir. Bu babın ismi faili olan “müşrik” de, ortak koşandır. Şirket ister maddi ister manevi olsun, bir şeyin iki ve daha fazla kişiye ait olması demektir.[1]
İslami ıstılahta şirk, Allahu Teâlâ’ya inanmakla birlikte kuvvet ve kudrette O’na denk başka ilahları da tanımaktır. Fıkıhta ehli kitap ta dâhil müminlerin dışında her türlü akaid küfürdür.[2]
Şirkin Çağdaş Yansımaları
Şirk, Allah’a ait özellikleri bir anlamda gasp etmek ve onları hak etmeyenlere vermektir. Haddi aşan insanlar veya aklını iyi kullanmayanlar, Allah’ın Rabliğini, melikliğini, ilâhlığını, hâkimiyetini gasp ederler. Bütün bu ilâhî özellikleri bazı şeylere, insanlara veya birtakım güçlere verirler. Sonra da onların önünde şöyle veya böyle boyun eğerler, onlara mutlak anlamda itaat ederler. İnsanların şirk içinde olması Allah’ın Rabliğine zarar vermez. İnsan, kendi aleyhine olarak şirke yuvarlanır. Ancak, şirkin zararı sadece müşrikle sınırlı kalmaz, topluma da yayılır. Şirkin ve müşriklerin güçlü olduğu yerlerde fesat yaygınlaşır, hayatın huzuru bozulur. Allah’tan başka yaratıcı, öldürücü, mutlak tasarruf sahibi, sınırsız güç sahibi, sevilen ve ibadet eder gibi itaat edilen, hükmüne –Allah’ın hükümlerine aykırı olarak- boyun eğilen her şey, şirke götüren sahte ilahlardır. Şirk içinde olanlar, şüphesiz toplum içinde, tabiatta ve insan ilişkilerinde dengeyi bozarlar. Hâlbuki Tevhid bu hayatî dengeyi kurmak ve korumak için gönderilmiştir. Dikkat edilirse Âlemlerin Rabbi olan Allah (cc) hayat rehberimizde bizlere şöyle buyurmaktadır;
إِنَّ رَبَّكُمُ اللّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِأَمْرِهِ أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ
“Dikkat edin! Yaratmak ta hükmetmek te (emretmek) Allah’a mahsustur.”(Araf/54)
Şirke düşenler çoğu zaman “Allah (cc) evreni şu kadar ortakla, yardımcı ile idare ediyor” demiyorlar. Onlar, yaptıklarının şirk olduğunu çoğunlukla kabul bile etmezler. Hatta birçoğu İslâm’a ve Kur’an’a saygı duyduklarını dahi söylerler. Ancak, şirk koşmaktan maksat, Allah’ın evren üzerindeki hâkimiyetini tanımamak, O’nun hükümlerini reddetmek ve O’na Rabliğinde ortaklar kabul etmek, öyle inanmaktır. Dolaysıyla hayata ait hükümleri, ilâhî ölçüleri Allah’tan almamak, kulluğu, mutlak itaati başka sahte ilâhlara yapmaktır.
وَمَا يُؤْمِنُ أَكْثَرُهُمْ بِاللّهِ إِلاَّ وَهُم مُّشْرِكُونَ
“Onların çoğu şirk koşmadan Allah’a iman etmezler.”(Yusuf/106)
Bu anlamda çağımızda yepyeni şirk örnekleri gelişmiştir. Eskiden görülen şirk çeşitlerine yenileri de ilave olmuştur. Artık atalar dini, eskiden beri devam eden putçuluk, falcılık, kurtarıcı liderlik, siyasal güçler, mezarda yatan ölüler, spor kulüpleri, ikon (put) haline getirilen sevgililer, her bir şeyi taklit edilen sanatçılar, dünya çıkarları, makamlar, heykeller ve ölümlü kişiler birer şirk aracı haline getirilmiştir. Allah’a inandığını söyleyen niceleri, O’nun Rabliğini göklere gönderirken, O’nun yalnızca göklere karışmasını isterken, kendi hayatına ve toplum hayatına başkalarının ilkelerini daha uygun görmekte, Allah’ın peygamber aracılığıyla gönderdiği ölçüye aldırış etmemektedirler. Bir kişinin veya bir siyasal gücün ilkelerini Allah’ın hükümlerinin önüne getirebilmektedirler. Çok üstün sandıkları birtakım kişilere ve şeylere Allah’tan ve O’nun hükümlerinden daha fazla değer vermektedirler. İslâm, insanın bu sapıklıktan kurtulup Tevhid ile hayat bulmasını istiyor. Allah’ı birlemek ve yalnızca O’na kulluk yapmak üzere yaratılan insanın fıtratına uygun olan da budur. İnsana düşen, Kur’an’ın;
قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ
اللَّهُ الصَّمَدُ
لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ
وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ
“De ki O Allah tektir. O’nun eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış, doğurulmamıştır. Hiç bir şey O’na denk/eş değildir.” (İhlâs/ 1-4)
Gerçeğine teslim olmak ve gereğini yapmaktır.[3]
Şirk içtimai(toplumsal) nizamın içerisinde siyasal ve sosyal alanlarıyla tam bir hayat zindanıdır. Şirke bulaşan hayatlar dağılmaya, parçalanmaya ve sonuç itibari ile yok olmaya mahkûmdur. Şirk kulluğun 3 ana bölümünde de bir yok oluştur. Şirk hâkimiyetin kayıtsız ve şartsız Allah’ındır düsturuna yani tevhide başkaldırıdır. Farklı bir ifade ile kanunlar çıkartıp Allah azze ve celle ’ye ait olan emretme yetkisinde O cc ’ya ortaklar tayin etme katliamıdır. Şirke bulaşan müşriklerde yeryüzünün, semanın ve insanların hayatı konusunda yönetme yetkisini Allah cc’dan başka birilerine yetkiyi verenlerdir. Böyle bir hayat alanını kendi elinde olduğunu söyleyen ise kendisini putlaştırmış demektir. Kısacası insanlığın yönetimi Allah azze ve celle ‘ye aittir. Çünkü onu yoktan var eden O ’dur. Onların ayak bastığı toprağı ve altındakileri, vatanlarını O yaratmıştır. Onlarında nasıl yönetileceği noktasında kanunlarıda o indirmiştir. Allah cc’dan başka varlıklara bu yetkileri veren kimse Allah cc ortak koşmuş ve müşriklerden olmuş olur. Yani yönetimi Allah cc’dan bir başkasına, yaratandan alıp yaratılmış olan varlığa yetkiyi vermek olur ki oda ilahlaştırılmış olur yetkiyi verende müşrik olmuş olur. Çünkü şirk Allah cc ’nun indirmiş olduğu İslam nizamının bir takım nizamlarla eşit görülmesidir. Yani haram ve helal hudutlarını tayin etme hususunda Allah azze ve celle ‘ye denk tutmak demektir. Şunun farkında olmak gerekir ki yasak koyma helal ve haram kılma emretme, egemenlik ve kanun koyma yetkisi Allah cc’dan bir başkasına vermek itikadı bozar. Allah cc hayat rehberimizde şöyle buyuruyor;
قُلْ إِنِّي عَلَى بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّي وَكَذَّبْتُم بِهِ مَا عِندِي مَا تَسْتَعْجِلُونَ بِهِ إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ يَقُصُّ الْحَقَّ وَهُوَ خَيْرُ الْفَاصِلِينَ
“Hâkimiyet yalnız Allah’ın elindedir” (Enam 57)
إِنَّ رَبَّكُمُ اللّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِأَمْرِهِ أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ
“Haberiniz olsun ki yaratmakta emretmekte Allah’ın tek elindedir”(Araf 54)
اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُواْ إِلاَّ لِيَعْبُدُواْ إِلَهًا وَاحِدًا لاَّ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve birde Meryem oğlu Mesihi rabler edindiler…(Tevbe 31)
Bu ayeti kerimelerden de anlaşılacağı üzere demokrasi, laiklik vb. gibi yönetim biçimlerini kabul etmek inancı bozar. Demokrasi toplumun seçimi ile gelen bir meclis veya başka birçok dalla temsil edilen çoğunluğun sözünün son söz olarak kabul edildiği yönetim biçimidir. Bu yönetim ve onun yerini tutan kurum ve kuruluşlar herhangi bir şarta ve kayda bağlı olmaksızın yaşanan ülkede anayasa yetkilerini dilediği gibi kullanarak kanun koyma yetkisine sahip olanlardır. Anayasa dediğimiz mercii başka hiçbir merciinin emrinde kalmaksızın kendi görüş ve düşüncelerini ortaya koyan çoğunluk tarafından belirlenir. Bu tarz sistemler helal ve haram hudutlarını, kanun koyma yetkilerini direk olarak insanlara vermektedir ki buda ortak koşmaktır.
“İslam’a göre yasama yetkisini Allah’ın egemenliğinden çıkararak sermayedar sınıf, orta sınıf veya alt sınıf gibi bir sosyal sınıfın tek eline vermek yahut bir partiye ya da o partinin yönetim kuruluna devretmek yahut da aynı yetkiyi ister dini, ister siyasi, bir kişiye tanımak ta şirktir. Herhangi bir kimsenin peygamberimiz aracılığı ile Allah tarafından böyle bir yetkiyle donatılmış olduğunu ve bu kimsenin ferdi yükümlülüklerden soyutlanmış bulunduğunu kabul etmekte aynı türden bir şirktir.”[4]
Şirk bilindiği üzere Allah cc ait olan sıfatlarını başka varlıklara da yüklemek demektir. İslam Dininde Şari 2’dir. Yani şeriat tayin eden Allah ve Resulüdür. Şeriat insanların arz üzerinde yaşar iken onların inanç, amel ve toplumsal alanlarında ceza, ukubat, muamelat gibi konularda kendisine uyacakları ölçüler ve kanunlardır. Şari aynı zamanda herhangi bir konuda helal(serbest), haram(yasak) belirleme yetkisine haiz olan demektir. Fakat Allah cc resulüne dahi bu konuda kendi nefsinden söz söyleme ve uygulama yetkisi vermemiştir. Yani Hz. Muhammed(Sas)’in herhangi bir konuda haram veya helalliğine dair vermiş olduğu haberler de ancak Allah azze ve celle’nin kendisine vahiy etmiş olduklarıdır ki Kuran’ı Kerimde şöyle buyurulmaktadır;
وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى
إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى
“O, hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. O (söyledikleri) yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir.” (Necm 3-4)
Kuran insanoğlunun aklını muhatap alan bir kitaptır. Dolayısıyla peygamberin de dahi uymakla emrolunduğu bir şeriat hakkında, kulların, haşa başka birisini veya birilerini bu makamda görmeleri akılsızlıktan başka bir şey değildir.
اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُواْ إِلاَّ لِيَعْبُدُواْ إِلَهًا وَاحِدًا لاَّ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, hahamlarını; (Hristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.”(Tevbe 31)
Müfessir İbn Kesir(Rha) Bu ayetin izahında şu açıklamaya yer vermiştir; Onlar Allah’ın helal ve haram kıldığına tabi olmadılar. Hahamların ve rahiplerin kendileri için şeriat kıldıkları helal ve haramlara uydular.[5] Bunlardan anlaşılıyor ki herhangi bir varlığa Allah, Rab ismi verilmese, fakat din tamamen (veya kısmen) onun veya onların eline teslim edilse Kuran nazarında o varlık veya varlıklar sahte ilah, bunu böyle kabul edenler de müşrik sayılırlar.[6]
Usul’ü tefsirde bir kaide vardır ki “Sebebin hususiyeti hükmün umumiyetine mani değildir.” Yani Kuran’ı Kerimde bir olaya binaen indirilen ayet ve ayetler sadece o dönemde indirilen konu ile alakalı ya da o konuyu bağlayıcı değil kıyamete kadar gelecek zaman dilimi içerisinde O ayetin çerçevesinde bulunan diğer olaylarla da alakalıdır. Yani her kim ki Allah’ın kitabındaki bir harama helal, bir helali de haram addederse ve insanlarda bu kimselere uyarsa O kişileri ve varlıkları putlaştırmış veyahut ayetin ifadesi ile rab edinmiş olur. Bu kimselerin isim, cisim veya makamlarında herhangi bir farklılık ta yoktur. Yani makamı Şeyh, önder, üstat, hoca ya da abi, reis gibi isimlerin arasında fark yoktur. Kuran’ı Kerime dikkat ederseniz isimler hakkında değil yaşanan olay ve meseleler hakkındaki kesin delili sunar ve o hal çerçevesinde kim varsa oda onlardandır diyerek açık bir ifade ile kişilere tereddütsüz ve şüpheden uzak bir yola sevkeder. İşte yukarıda ki ayetin ifadesi de aynı açıklıktadır. Fakat Tevhid ve şirk hakkındaki cehalet, şirk toplumunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
ŞİRK ZULÜMDÜR: Küfür, imanın zıddı olduğu gibi, şirkte tevhidin zıddıdır. Kâinatın düzeni, evrenin mekanizması ve fıtratın yapısı tevhidi haykırmakla beraber bu gerçeğin zıddına yaşayanlar kendi fıtratlarının ve yaratılışlarının aksini yaşantılarına aksettirmiş olurlar. Bu durumda yaşamaya çalışan kişinin misali karada yaşamaya çalışan balık ve denizde yaşamaya çalışan kuş gibidir. Devamlı surette kendileri ile çelişki halindedirler. Ayeti Kerime’de Allah cc şöyle buyurmaktadır;
وَإِذْ قَالَ لُقْمَانُ لِابْنِهِ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللَّهِ إِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ
“Hiç şüphe yok ki şirk büyük bir zulümdür.” (Lokman 13)
Ayeti Kerimenin tefsirinde Mevdudi(Rah)’in veciz izahı, günümüzdeki bu acı tabloyu gözler önüne sermektedir;
“Zulüm” bir kimseyi hakkından mahrum etmek ve adaletsizce davranmaktır. Şirk büyük bir zulümdür. Çünkü insan yaratıcısı, rızık ve nimet verenine, yaradılışı, rızıklanışı ve bu dünyada hoşlandığı şeylerle nimetlenişinde hiçbir katkısı ve ortaklığı bulunmayan varlıkları ortak koşmaktadır. Bundan daha büyük bir adaletsizlik olamaz. İnsanın yalnızca Allah’a tapması, Yaratıcı ‘nın insan üzerindeki hakkıdır. Fakat müşrik, başkalarına tapmakta ve Allah’ın bu hakkını çiğnemektedir. Dahası o, Allah’tan başkasına taparken yaptığı her işte, kendi akıl ve bedeninden tutun, yer ve göklere kadar birçok şey sarf eder; oysa bu harcadıkları, bir Allah tarafından yaratılmıştır ve insanın Allah’tan başkasına kulluk ederek onlardan hiçbirini sarf etmeye hakkı yoktur. Hem sonra insanın nefsi üzerinde bir hakkı vardır ki bu, kendisini alçaltmamak ve cezaya müstahak kılmamaktır. Fakat Allah’tan başkasına tapan kişi cezaya müstahak olduğu gibi kendisini de alçaltmaktadır. Bu şekilde müşrik ‘in bütün hayatı, her yönü ve zamanıyla Zulüm haline gelir. Artık onun aldığı her soluk adaletsizlik ve zulmün bir ifadesi halindedir.”[7]
“Ayrıca şirk kâinatın vahdetini bozarak her şeyin kendi başına olduğu fikrini verir. Hâlbuki hayatı bütün ağları ile dokuyan birbirine bağlayan, intizama sokan yüce kudreti, (Allah’ı) inkâr; dağınıklığa, çarpışmaya, ayrılığa, fesada kapı açmaktır.”[8] “Herkim şirk koşar ve şirk üzere ölürse o kimse zalimdir.”[9] Bu konuda bilmemek gibi bir durum Allah cc katında mazeret sebebi değildir. Bu böyle bilinmeli ve cahillerin iddia ettiği gibi “Allah affeder” sözü her konuda ve her durum için geçerli değildir.
إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاء وَمَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدِ افْتَرَى إِثْمًا عَظِيمًا
“Allah kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz…” (Nisa 48) Ayeti iyi anlaşılmalıdır.
ŞİRK İFTİRADIR: Şirk Allah cc ‘ya karşı yalan uydurmak ve iftira etmektir. Yani alternatifi bulunmayan tek din olan İslamı başka dinlere benzetme, haşa onlarla uyarlama, eşit görme, ya da uyuşturma çabasıdır. Allah’ın dininden başka hak din yok, Allahtan başka İlahta yoktur. Böyle olduğu halde Allah azze ve celle ‘ye ortaklar isnad etme ahmaklığıdır. Ayeti Kerimede;
هَؤُلَاء قَوْمُنَا اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ آلِهَةً لَّوْلَا يَأْتُونَ عَلَيْهِم بِسُلْطَانٍ بَيِّنٍ فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا
“Şunlar şu bizim kavmimiz olacaklar, tuttular ondan başka ilâhlar edindiler, onlara karşı açık bir delil getirselerdi ya, artık bir yalanı Allaha iftira edenden daha zalim kim olabilir?” (Kehf 15) buyrulmaktadır.
Yine başka bir Ayeti Kerime de Allah azze ve celle iftiracıların durumundan şöyle haber vermektedir;
وَإِلَى عَادٍ أَخَاهُمْ هُودًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ إِنْ أَنتُمْ إِلاَّ مُفْتَرُونَ
“Ad kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik. Hûd, şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. O’ndan başka sizin hiçbir ilâhınız yoktur. Siz, sadece iftira ediyorsunuz.” (Hud 50)
Hz. Hûd (As.) onlara eşi ve ortağı bulunmayan tek olan Allah’a ibadet etmeyi emredip uydurdukları putlardan vazgeçmelerini söylüyordu. Onlara şöyle diyordu: “Size kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’a ibadet etmeyi emrediyorum. O’ndan başka hiçbir puta, heykele tapmayın. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Sizi O yarattı. Size O rızık verdi. Size bol bol nimetler verdi. Siz, Allah’a eş-ortak koşmak ve bunları şefaatçi diye nitelemek suretiyle Allah’a yalan iftira ediyorsunuz.[10] “Yani, “Sizler Allah’tan gayri taptığınız ilahlar hakkında yalanlar düzdünüz. Çünkü gerçekte o ilahlar da ne bir güç, ne de ulûhiyete dair nitelikler var. Onlarda ibadet ve kulluk konusu olabilecek hiçbir şey bulunmamasına rağmen siz tuttunuz kendi heva ve hevesinize uygun batıl umutlar yakıştırdınız onlara.”[11]
Evet, putçuluk ilk çağlardan beri insanoğlunun hayatını kirleten bir hastalıktır. Muhakkak ki Kuran’ın ifade buyurduğu, Peygamberlerin çağrılarına dair mesajlar bugün anlaşılmadığı için aynı hastalık tekrar gündeme gelmiştir. Peki, put nedir, nasıl anlaşılmalıdır. Put; sadece belli başlı heykeller, tahta, taş veya demirden yapılar değildir, onları put yapan özellik kendisinde bulunduğu iddia edilen özelliklerdir. Putperestlik maddenin düşünceye etkisi ile değil düşüncenin maddeye etkisi ile ortaya çıkmıştır. Yani sadece o maddenin kendisinde bazı güçlerin var olduğunu iddia etmesiyle değil insanların, o varlıklarda olağan üstü güçlerin bulunduğunu iddia ederek yeltenmesiyle gündeme gelir. Genel bir ifade ile Put: Fertleri ve toplumları Allah’u Teâlâ’ya, doğru itaat ve ibadetten alıkoyan her şeydir. Bunun canlı veya cansız olması batıl olduğu gerçeğini değiştirmez.
Anlaşılması faydalı olan bazı meseleler vardır ki; Mesela, Mekke müşriklerinin haşa meleklerin Allah (cc) ‘ın kızları olduğunu iddia etmeleri bu türden bir sapıklıktır. İçinde yer aldığımız toplum her ne kadar müslüman olduğunu söylese de az önce Mekke müşriklerinin inançlarına dair verilen örneğin benzeri olarak bu gün kızlara haşa melek ismi verilmektedir. Bu inanç Allah cc yapılan hadsiz ve şuursuz bir iftiradır. Yine Yahudi topluluğunun Üzeyir (A.s) Allah azze ve celle’nin oğlu olduğu gibi sapık inançta tevhidden sapmanın ve iftiranın bir göstergesidir. İslam da Allah inancı şu gerçeği açıkça ortaya koyar ki “ Allah azze ve celle’nin eşi ve benzerinin olması mümkün değildir”. Dolayısıyla eşi ve benzeri olmayan bir zatın haşa çocuğu nasıl olur. İşte vahiyden uzaklaşmış ve akılları dumura uğramış bir toplumun akideside bozuk olacaktır. Yine aynı sapıklık, kendilerinin Hristiyan olduğunu iddia eden toplulukta da gündeme gelmiştir. Haşa (Mesih) İsa(As)’ın Allah azze ve celle’nin oğlu olduğu düşünceside aynı sapıklığın devamıdır. Allah azze ve celle bu konu ile alakalı Ayeti Kerime’de;
لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ
“Doğurmadı ve doğurulmadı”(İhlas 3) buyurmaktadır.
ŞİRK İLHADDIR: İlhad, Allahu Teala’ya ait olan isimleri putlara, sahte ilahlara vermektir. Esasen ilhad kelimesi, meyletmek manasına geldiği halde, umumiyetle batıla meyledene mülhid denilmiştir.[12] Allah’a ait olan vasıfları başka birilerine vermek ve ona ait olanı tahrip etmek için yapılan en büyük hakarettir. Bunu şöyle anlayabiliriz ki; “Allah kendisi hakkında Alim demekle beraber ayrı Sem’i, Basar diyorsa, işiten ve gören olmasını Bilen olmasıyla te’vil etmek, bu manaları nefyetmek (reddetmek) dolayısıyla ilhad demektir. İlhadın bir başka çeşidi, Allah’a ait isimlerle putları adlandırmaktır.”[13]
وَلِلّهِ الأَسْمَاء الْحُسْنَى فَادْعُوهُ بِهَا وَذَرُواْ الَّذِينَ يُلْحِدُونَ فِي أَسْمَآئِهِ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
“En güzel isimler Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın(ilhad edenleri). Onlar yaptıklarının cezasına çarptırılacaklardır.”(Araf/180)
Farklı isimler, insanların zihinlerinde şekillendirdikleri farklı ilah kavramlarını yansıttığından dolayı, Allah’a çeşitli isimler verme konusundaki bu tembih çok önemlidir. İnsanlar eşyaya, onlar hakkındaki kendi kavramlarını ifade eden isimler verirler. Eşyayı algılamadaki bir kusur, isimlerdeki bir kusuru ve yanı sıra isimlerdeki kusur da tasavvurdaki kusuru gösterir. Öte yandan, insanın bir kimse ya da bir nesne ile ilgisi ve ilişkisi de bunlar hakkında oluşturduğu belirti ve tasavvura dayalıdır. Nesnenin tasavvurundaki kusur kişinin o nesneye olan yaklaşımındaki kusuru gösterir. Öte yandan, eğer bir insanın bir nesne hakkındaki tasavvuru doğru ve düzgünse, o kişinin o eşya ile olan ilgisi de doğru ve düzgünce olur. İnsanın, Allah ile olan ilişkisinde de bu durum aynengeçerlidir.
Bir insanın, Allah’a isimler atfederken işlediği hata (isterse O’nun sıfatlarını başkalarından ayırmak için olsun) Allah’ı ve sıfatlarının kavrayış ve inanışındaki hatanın bir sonucudur. Allah’ın ve sıfatlarının inanışında hataya düşen bir insan, aynı hatayı aynı derecede, hayata karşı ahlâkî tavrını, bütünüyle onun Allah anlayışı, O’nunla ve kâinatla olan ilişkisini yönlendirir. Bu yüzdendir ki Allah, insanlardan kendisi için en seçkin ve en güzel isimleri atf etmeyi istemiş ve kendisi için yanlış isimler ve sıfatlar yakıştırmaktan kaçınmayı emretmiştir. Çünkü, O’na yalnızca en güzel ve mükemmel isimler (Esma-ul-Hüsna) layıktır. Öyleyse O’nun isimlerine ters manalar vermenin sonuçları son derece ciddi olduğu için en güzel iş, O’na en güzel isimler vermektir.
“En güzel isimler” “Esma-ul-Hüsna”, O’nun büyüklüğünü, yüceliğini, kudsiyetini, nezahetini ve sıfatlarının mükemmelliğini gösteren isimlerdir. Payesinin altında O’na isimler atfetmek, O’nun isimlerini saptırmak olur ki bu O’nun azametine aykırıdır ve O’na kusur ve noksanlık isnad etmek veya bir başkasının O’nun hakkında yanlış bir inanç sahibi olması demektir. Gene, sadece ve sadece Allah’a layık olan isimleri, O’nun herhangi bir yaratığına vermek de O’nun isimlerini tahriftir.
“Onun isimleri konusunda ilhada sapanları bırakın” emrine gelince, bu “Onlarla faydasız münakaşalara girmen gereksizdir. Eğer, senin ikazlarına kulak asmıyor, söylediklerini anlamaya çalışmıyorlar ve bilâkis sırf meseleyi karıştırmak için eğri, çarpık deliller ileri sürüyorlarsa, onlar sapıtmalarının sonuçlarını bizzat kendileri göreceklerdir” anlamına gelmektedir.[14]
Netice olarak ilhad lafzı İslami bir aslın inkarından bütün İslam’ı inkara kadar geniş bir anlamda kullanılmaktadır. Allah’ın sıfatlarında ve fiillerinde şirk koşmak da ilhad olarak isimlendirilmektedir.[15]
ŞİRK DÜŞÜŞTÜR; Şirk ahsen-i takvim’den esfel-i safiline düşmektir. Zira ahsen-i takvim üzere olmak, kulluğu devam ettirmekle mümkünse; şirk koşulması halinde insan düşüşe geçerek aşağıların aşağı vasfını elde edecektir.
حُنَفَاء لِلَّهِ غَيْرَ مُشْرِكِينَ بِهِ وَمَن يُشْرِكْ بِاللَّهِ فَكَأَنَّمَا خَرَّ مِنَ السَّمَاء فَتَخْطَفُهُ الطَّيْرُ أَوْ تَهْوِي بِهِ الرِّيحُ فِي مَكَانٍ سَحِيقٍ
“Allah’a yönelen, O’na ortak koşmayan kimseler (olun). Kim Allah’a ortak koşarsa, sanki gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir.”(Hac/31)
Yüce Allah insanların her türlü şirkten uzaklaşmalarını, tüm yalan sözlerden kaçınmalarını, dosdoğru ve katışıksız tevhid çizgisini izlemelerini istiyor:
“Allah’ın birliğini onaylayan kimseler olunuz, O’na ortak koşmayınız.” Sonra ayet son derece sert bir sahneyi canlandırıyor. Bu sahnede, ayakları tevhidin ulu ufuklarından kayan, şirkin bataklığına doğru yuvarlanan birinin durumu tasvir ediliyor. Ve bu adam birdenbire kayboluyor, dağılıp gidiyor, bundan önce hiç olmamış, yaşamamış gibi…
“Kim Allah’a ortak koşarsa sanki gökten yere düşmüş de kuşlara yem olmuş ya da rüzgâr tarafından sürüklenerek ıssız bir köşeye atılmış gibi olur.” Bu, çok yüksek bir yerden boşluğa doğru yuvarlanmanın sahnesidir! “Sanki gökten düşüyor gibi.”
Bir göz açıp kapama anı gibi kısa bir zamanda paramparça oluyor. “Kuşlara yem olmuş.”
Ya da rüzgâr alıp onu gözden uzak bir yere savuruyor. “Ya da rüzgâr tarafından sürüklenerek ıssız bir köşeye atılmış gibi olur.”
Uçsuz bucaksız bir boşlukta, yuvarlanıp gider.
Burada, dikkati çeken şey, sahnenin sertliğinin, ifadedeki “fa” harfi ile sağlanan hızlı sıralanışın yanında hareketin çabukluğudur. Özellikle gökten boşluğa doğru düşen adamın kuşlar tarafından kapılıp götürülmesini dile getiren ifade bunun en somut örneğidir. Bu da Kur’an-ı Kerim’de başvurulan tasvirli ifade tarzının örneklerinden biridir.
Aslında bu, Allah’a ortak koşanların durumunu dile getiren gerçek bir tablodur. Onlar da imanın yüce ufuklarından yokluğa, uçsuz bucaksız bir boşluğa doğru yuvarlanırlar. Çünkü insanın kendine güven duymasını sağlayan sağlam temeli kaybederler. Bu temel tevhiddir. Sığınabilecekleri güvenlik yurdunu yitirirler. Dolayısıyla sınırsız arzular, bitmez tükenmez ihtiraslar kapıp götürür onları. Rüzgârın sürüklemesi gibi asılsız kuruntular, karanlık bir boşluğa doğru sürükler onları. Çünkü sağlam bir kulpa bağlanmamışlar, sarsılmaz bir temele; kendilerini içinde yaşadıkları varlıklar alemine bağlayacak bir temele dayanmamışlar.[16]
ŞİRK HÜSRANDIR: Şirk gerek şahsi, gerek toplum hayatında ıstıraptır. Şirk içinde yüzen her kişi devamlı buhranın, bitmeyen bir ıstırabın kokusu içinde her an çırpınır durur. Çünkü gayesinde bir sebat yoktur. Hedefinde bir birliğe yönelmez, şirk bir tereddüdün ifadesidir. Tereddüt ise amel yapmaya engeldir. Bütün çarpışmalar, bunalımlar, engellerin, mefkurelerin (başarı), gayelerin farklı farklı olmasından meydana gelir. Hiçbir gayeye yönelik olmayan çaba, sadece elemdir. Her cidalin ve buhranın temel esası ikiliktir. Şirkten kaçınmayanın, emniyet ve hidayete ulaşması imkânsızdır.[17] Allah değşmez hayat kaynağımız Kur’an’da şöyle buyurmaktadır;
وَلَقَدْ أُوحِيَ إِلَيْكَ وَإِلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكَ لَئِنْ أَشْرَكْتَ لَيَحْبَطَنَّ عَمَلُكَ وَلَتَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
“Andolsun, sana ve senden önceki peygamberlere şöyle vahyedildi: “Eğer Allah’a ortak koşarsan elbette amelin boşa çıkar ve elbette hüsrana uğrayanlardan olursun.”(Zümer/65)
Yani sizin durumunuz gerçekten enteresandır. Zira gerek bana, gerekse benden önceki elçilere, ortağı bulunmayan Allah’tan başkasının ilâh ve ma’bud olmadığı, farz-ı muhal herhangi bir peygamber şirk koşacak olursa, hiç kuşkusuz amelini boşa çıkarmış ve iptal etmiş ve böylece kendilerini ziyana uğratmış ve hem dünyalarını, hem de ahiretlerini zayi etmiş olacakları vahyedilmiştir.
Farz-ı muhal, peygamberler dahi şirk koşacak olursa, bu şirk onların amelini bile boşa çıkaracağına göre, peygamberlerden başkalarının şirki, onların amellerini öncelikle boşa çıkarır. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyur-matadır: “Eğer ortak koşsalardı, yaptıkları şeyler hiç olur giderdi.” (En’âm, 6/88).[18]
Görüldüğü üzere şirkin sonuçları çeşit çeşittir. Bu aslında şirkin kapsamlı olduğunun göstergesidir. Şirki biraz daha tafsilatlandırmak istediğimizde karşımıza şirkin çeşitleri olan şu maddeler çıkar;
ŞİRK ÇEŞİTLERİ
İslam uleması, rububiyette ve ulûhiyette Allahu Teâla’ya ortak koşma durumlarını dikkate alarak şirki genel olarak altı kısma ayırmışlarıdır. Onlarda başlıca şunlardır;
1-Şirku’l İstiklal
2- Şirku’t-Taklid
3- Şirkû’t-Tab’id
4-Şirkû’t-Takrib
5- Şirku’l Esbab
6- Şirku’l Ağraz[19]
ŞİRKU’L İSTİKLAL
“Müstakil şirk demektir. Allah (c.c) ın birliğini kabul etmeyerek hatta inkâr ederek tekvini ve teşri yetkilerini masivai varlıklara isnad etmektir. Mecusilerin hayır ilahı ve şer ilahı diye iki ilah kabul etmeleri, dehriyyunlar, Komünistlerin, kapitalistlerin, materyalistlerin ve seneviyelerin(Düalistler-ikiciler) durumuda bu çeşit şirke dâhil olur.
سَنُلْقِي فِي قُلُوبِ الَّذِينَ كَفَرُواْ الرُّعْبَ بِمَا أَشْرَكُواْ بِاللّهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهِ سُلْطَانًا وَمَأْوَاهُمُ النَّارُ وَبِئْسَ مَثْوَى الظَّالِمِينَ
“Hakkında hiç bir delil indirmediği şeyi Allah’a şirk koştukları için kafirlerin kalbine korku salacağız. Onların varacağı yer ateştir. Zalimlerin varacağı yer ne kötüdür.”(Ali imran 151)
Şirkin delili olmaz. Müşrik olanlar, akıllarıyla değil, nefislerinin arzusuyla kendilerine batıl bir yol arayıp mesnetsiz bir şey ortaya çıkarmışlardır. Müşriklerin durumu ve hakkı dünyada da ahirette de rüsvaylıktır. Şirki istiklali: Allah’a inanırlar, Allah’a inanmakla beraber, Allah’ın yetkilerine başka şeyleri ortak koşarlar. Esasen şirkin birçok çeşidinde Allah’ın yetkilerine başka varlıkları ortak koşmak mevcuttur. Şirki istiklalde bununla beraber İslam’ı tamamen kabul etmemek küfür de bulunmaktadır.”[20]
Mecusilere göre; Nur kadim ve ezeldir. Zulmet, mahlûk ve hadistir. Seneviyye’ye göre ise; Nur ve zulmet kadimlikte eşittir. Bu ikisi arasında cevher, tabiat, ruh ve beden yönünden farklılıklar vardır. İki ezeli varlık düşünmelerinden dolayı bu ismi almışlardır.[21] Nur iyileri, Zulmet kötüleri yaratıp[22], kadimlikte eşit olmaları bu inancın tutarlılığını ortadan kaldırmaktadır.
Nur ve zulmet daima mücadele halindedir. Her şeyde müsavidirler. Oysa düzenli ve mükemmel olan bu âlemin icadını çift kutuplu gücün bir eseri olarak görmek, böylece varlık âlemini kutsal ve kutsal olmayan diye ayırmak iki gücü irade ve kudret çatışmasına götürür. [23] Nitekim Allah-ti Teâlâ şöyle buyuruyor:
وَقَالَ اللّهُ لاَ تَتَّخِذُواْ إِلهَيْنِ اثْنَيْنِ إِنَّمَا هُوَ إِلهٌ وَاحِدٌ فَإيَّايَ فَارْهَبُونِ
“İki ilah edinmeyin. O ancak tek bir ilahtır.”(Nahl 51)
Dikkat edilirse gökleri ve yeri, hülasa kâinatı halkeden tek bir ilah vardır. Şüphesiz ki O ‘ da Allah azze ve celle ’dir. Allah’u Teâlâ’nın dışında ikinci bir ilahın varlığını kabul etmek Şirku’l istiklaldir. Günümüzdeki Şirku’l istiklalin çağdaş yansıması ise laikliğin mevcudiyetidir. Din ile dünya işlerini birbirinden ayırmak suretiyle Allah azze ve celle’nin bazı vasıfları tasdik edilmiş ise de bazı vasıflarında da şirk koşulmuştur. Laiklik inancına göre Allah azze ve celle kâinat ile ilgili meselelerde ilah olarak kabul edilip siyasette, idarede, cezalandırmada, serbest ve yasak belirlemede, ticarette kısacası içtimai hayatta O cc’ nun kurallarına göre tanzim edilmeyerek El-Hâkim ve El-Hakem ismine ortak koşulmuştur. Laiklik Allah azze ve celle’yi Haşa göğe hapsedip dünya işlerinden uzaklaştırma cinayetidir. Binaenaleyh Allah cc ’ın dışında başka bir ilah kabul etmek olur ki buda Şirku’l istiklaldir. Hâlbuki Allah’u Tealâ değişmez kitabımız Kuran’ı Kerimde şöyle buyurmaktadır;
لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ إِلَّا اللَّهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ
“Eğer o ikisinde (gökler ile yerde) Allah’tan başka ilâhlar olsa idi elbette ikisi de fesada uğramış olurdu. Binaenaleyh Arş’ın rabbi olan Allah Teâlâ, onların vasfettikleri şeylerden münezzehtir.”(Enbiya 22)
Evet, eşya ve varlıklar üzerinde birden fazla ilahın varlığını kabul etmek tezat bir durumdur. Allah cc akıl sahiplerine akılların kendisi tatmin olacağı bilgileri Kur’an da ifade buyurmuştur. İki ilah olsaydı fesada uğrardı, Kuranın beyanları müslümanlara kâfidir. Fakat şirk koşan kimseler dahi evrendeki bu nizamın ve düzenin idarecisinin var olduğuna ve tek bir idareci olduğuna dair itiraflardan kendilerini alıkoyamamışlardır. Bu ayetin izahında Mevdudi(Rah) Şu açıklamayı yapmıştır;
Bu kısa cümle iki fikri ihtiva eder:
1) Değil birbirinden uzak binlerce yıldızı içeren evren, bir tek kurum veya ev bile iki efendi olduğunda gereği gibi düzgün bir işleyiş içinde olamaz.
2) Dünyanın düzeni dâhil tüm evrendeki sistem, evrensel bir kanuna göre işlemektedir. Çeşitli güçler ve sayısız eşya arasında uyum, ahenk, denge ve işbirliği olmasa bu sistem bir an bile işleyemez. Bu da güç ve varlıkların birbirleriyle mükemmel bir denge ve ahenkle uyum ve işbirliği içinde olmalarını gerektiren evrensel ve her şeye hâkim bir kanun ve düzenin var olduğunun apaçık bir delilidir. Eğer birbirinden bağımsız yönetici ve hâkimler olsa bu mümkün olamazdı. Böyle bir düzenin olması başlı başına, tüm evreni yöneten ve düzenleyen bir Hâkim ve her şeyi yöneten bir Efendinin var olduğunun apaçık bir delilidir.[24] (Bkz. İsra/42)
Buradan hareketle diyebiliriz ki yeryüzündeki fitnenin, fesadın ve vahşetin temel sebebi insanların Allah’tan başka ilahlar edinmeleridir. Asırlar geçmesine rağmen ne hırsızlığa çare bulunabilmiş ne insan cinayetlerinin önüne geçilebilmiş nede tecavüzlerin sonu gelmiştir. İnsanların huzura kavuştuğu kanunlar olarak değerlendirilen sözüm ona evrensel bildirgeler(beşeri sistemlerin anayasaları) hırsızlıkları, cinayetleri, tecavüzleri, gaspları, ölümleri, adaletsizlikleri, fahşayı, zinayı, zulmü, kısaca şerrin her çeşidini arttırmaktan başka hiçbir şey sağlayamamıştır. İşte asıl fesad budur. O halde bozulma olmayan evrenin temel dayanağı neyse insanlar da o dayanaktan ve o kaynaktan beslenip eğitildiklerinde ancak huzura ve hayra ulaşabilecekler demektir. O dayanak ise La İlahe İLLALLAH tır.
ŞİRKU’T TAKLİD
Allah’u Teâlâ’ya kulluk hududunu aşmış ve Kur’an’ın ifadesi ile münker fiilleri işlemekte zirveye çıkmış ataları takip etmek ve onlara kayıtsız şartsız teslimiyetle gündeme gelen bir şirk çeşididir. Şirkû’t taklit Allah ve Resul’ünün hükümlerini bir kenara bırakıp atalardan kalan adet ve alışkanlıklara göre yaşama olayıdır. Bu yaşantı biçimine, daha genel bir ifade ile atalar dini denilmektedir. Atalar dini; geçmişe karşı beslenen ölçüsüz saygının neticesi olarak hayatları yönlendiren yazısız kurallardır. Şirkû’t taklitte, ata putların belirlemiş olduğu çirkin adet ve gelenekler adına, Allah’ın kitabı ve resulü ’nün verdiği haberler hiçe sayılmaktadır.
İslam, özellikle son bir asırdır, atalar dinininde etkisiyle asimile edilmeye, sadece belli başlı fiili ibadetlerden ibaret olan bir din haline getirilmeye çalışılmış asıl halinden fersah fersah uzaklaştırılarak halka yeni bir din seçilmiş ve Hakk din ile olan bağı kopartılmıştır. Hayata karışmayan, müdahele etmeyen, Kur’anın içerisinde 6666 ayet olmasına rağmen sadece namaz hacc,oruç, zekat ayetleri zihinlerde olan (eksik olarak), cenazeleri yıkayan, mevlüt okuyan bir İslam gösterilerek; toplum, şeytan ve yaverleri tarafından saptırılmaktadır. Bugünkü neslin sahib olduğu din yukarıda beyan edildiği gibi belli başlı amellerin dışında hayata karışmayan dindir. Fakat bu Allah’ın dini değildir, eksik bilgilerle bizi eğiten ailemizin, onları eğiten ailelerinin, ve dahasının dinidir… Bu merdiven yukarıya doğru çıkmaktadır o halde onların öğretileri onların yaşantıları = Bizim yaşantımız = Kuran’sız hayat ve atalardan kalan din. Allah cc bu akideye sahib olan fertlere ağır bir hitapla sesleniyor;
وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللّهُ قَالُواْ بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ شَيْئاً وَلاَ يَهْتَدُونَ
“Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki, ama ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)?” (Bakara 170)
Evet, tarih boyunca Allah’ı tanımayan, akılları tabiat adet ve taklit ittıratlarıyla(Birbirini izleme)dolmuş müşrikler, biz atalarımızdan böyle bir şey duymadık diyerek peygamberlere tepki gösterdiler. Onları, hiçbir fazileti olmayan sıradan haris bir davacı olarak tanıttılar. Çünkü taklitte şirkin önemli bir özelliğidir. Delile karşı taklidi tercih de, şirkte kalmanın amili, ayni zamanda Allah’a şirk koşanların fikri temelini oluşturur. Çünkü yukarıdaki ayet-i kerime, Allah’ın Kur’an’ına, hükümlerine ve kat’i olan delillere karşı ataları taklidi tercih eden müşrikler hakkında nazil olmuştur.[25]
Ataların adetlerine körü körüne bağlılık, insanları ecdatlarına tapmaya ve onların sayısıyla öğünmeye kadar götürmektedir. Yani, ilahlara verilen özelliklerin atalara verilmesidir. Adetlere körü körüne bağlanmakta gafletvari bir lezzet bulunur. Yardımlaşma ve dayanışmaya istinad etmesi zorunlu olan toplum hayatını çeşitli tabakalara ayırarak, belli bir zümreyi asil, düşük nazarlı görmek ve göstermek toplum hayatını kargaşaya götürür. Kuvvet temin etmez, zarar verir. Kendilerini soylu görenler, böyle bir durumdan lezzet alsalar bile, toplumu meydana getiren yasal örgünün delinmesi yanında bütün lezzetler acılara dönüşür. Çünkü adetlere aşırı bağlılığın zımnında, kendini üstün görme ve beğenme duygusu hâkimdir.[26] Allah’u Tealâ kendisine karşı cürüm işleyen müşriklerin tutumlarını beyan ederken
وَإِذَا فَعَلُواْ فَاحِشَةً قَالُواْ وَجَدْنَا عَلَيْهَا آبَاءنَا وَاللّهُ أَمَرَنَا بِهَا قُلْ إِنَّ اللّهَ لاَ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاء أَتَقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
“Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (A’râf: 7/28) buyurmuştur.
Görüldüğü gibi atalar dinine olan taassupları onları Allah’a iftira atmaya kadar götürmüş, geleneklerini, örflerini, bağlanılıp sadık kalınması gereken bir inanç olarak görmelerine kadar gitmiş ve bunlardan kesinlikle taviz verilmemesi gerektiğini savunmuşlardır. Hatta bu uğurda savaşıp can vererek atalarına ve onların miras bırakmış olduklarına (örf, gelenek, vb.) ne denli bağlı olduklarını ispatlamışlardır.
Bu inancın, insanlık için bir tehlike olduğu aşikârdır. Çünkü bozuk inançlar; problemli hayatlar, hurafeler meydana getirmiştir. Günümüzde ise hurafe ve batıl inançlar atalar dininin etkili bir aktörü olarak önümüze çıkmaktadır.
“Bugün tecrübelerle öğrenilmiş gerçeklerden kabul edilmektedir ki, gelenekler saçma bile olsalar, insan toplumları içinden kolay kolay uzaklaştırılamamaktadır. Bazen geleneklerin direnişi fikirlerin mukavemetinden daha uzun ömürlü olmakta, düşünce tarzını değiştirmiş olmasına rağmen, birçok kimse geleneğin gereğini yerine getirmeye devam etmektedir.”[27]
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْاْ إِلَى كَلَمَةٍ سَوَاء بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلاَّ نَعْبُدَ إِلاَّ اللّهَ وَلاَ نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُولُواْ اشْهَدُواْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ
“De ki: “Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâh edinmesin.” Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahit olun, biz müslümanlarız.””(Âl-i İmran/64)
Bu Ayeti Kerime’nin tefsirinde mehmed Vehbi(Rah) Şu açıklamayı yapmaktadır;
“Ulemanın kendi kendine delilsiz ihdas ettikleri bid’atları ve hall-ü hürmeti kabul etmek; onları Rab ittihaz etmektir. Çünkü Yahudi ve Hristiyan uleması delile müstenid olmaksızın birçok mesail ihdas ederek şeriatlarında helal olan şeye haram ve haram olan şeye helal demişler ve avam tabakası da bunları kabul etmişlerdir. Hâlbuki hall-ü hürmet (helal ve haram) va’zı Rabb-i Teâlâ’ya ve onun gönderdiği rasule mahsus olduğundan bu gibi ahkamı kabul; Allah’ın dışında onları Rab ittihaz etmektir. Şu halde hangi millet olursa olsun dininde olmayan bid’atları ihdas edenlere ittiba’ (tabi olmak) caiz değildir. Amma şeriat-i İslamiyetle fıkhi meseleler buna kıyas olunamaz. Zira fıkhi meseleler; müçtehidi kiramın ihdas etmeleriyle hâsıl olmuş değildir. Çünkü bütün mesail-i fıkhiye /fıkhi meseleler; dinin esası olan Kur’an’a ve ehadis-i nebeviyeye müsteniddir, yoksa müçtehidinin kendi karihalarından (kendi yanlarından) ihdas olunmamıştır. Binaenaleyh; hiçbir müçtehid esasa müstenid olmaksızın bir mesele ihdas etmiş değildir. Bizim edillemiz olan Kitap, sünnet, icma-i ümmet, kıyas-ı fukaha mazbuttur. Bunlara aslı tezvirat (yalancılık, dolandırıcılık) karışmamıştır. Şu halde bizim gençlerimizin “bin iki yüz küsur sene evvel gelen Imam-ı Azam’ın içtihad ettiği meseleler şimdi kafi gelmez” gibi iddialar esas-ı şeriata ve içtihada ve içtihadın keyfiyetine cehilden neşet etme birtakım vahi sözlerdir. Zira İmam-ı Azam ve sair imamlar kendi yanlarından bir mesele ortaya koymamışlar, her ne söylemişlerse şeriatın esaslarından alarak söylemişlerdir.”[28] Bunun için diyoruz ki; hakkın üzerinde bulunan müçtehid imamları taklid etmenin bir ismi de “ittiba”dır. Müçtehid imamları taklid edip ittiba etmek ayrı, hiçbir delile dayanmayan batılın üzerindeki ataları taklid etmek ayrıdır.[29]
İstikametleri Edile-i şeriyye’ye yani dört temel delil olan (Kuran, sünnet, icma ve kıyas)’ a dayanmayan kişiler isimleri ve makamları ne olursa olsun Üstat, Şeyh, Hoca, fark etmez bu kimseleri taklit caiz değildir. Velev ki isimleri Ahmet, Mehmet, Hüseyin olsun durum yine aynıdır. İslam’da ölçü, şeriatın vaaz ettiklerinden ibarettir. Bunun dışında herhangi bir konuda ekleme, çıkarma, tebdil(değiştirme) konusunda insanlara tercih imkânı verilmemiştir.
Önceki nesilleri göz önünde bulundurduğumuzda Peygamberlerin hayatında netliği ile görülecek olan tevhidi bir mücadelenin ve bu tebliğden uzak olan hayat sahipleri noktasında Kuranı Kerimde bizlere birçok misaller verilmektedir. Bu misallerden bir tanesi ad kavmidir ki, kavmi Hud(A.s) getirdiklerini yalanlarken şu mazeretlerle karşı çıkıyorlardı;
قَالُواْ أَجِئْتَنَا لِنَعْبُدَ اللّهَ وَحْدَهُ وَنَذَرَ مَا كَانَ يَعْبُدُ آبَاؤُنَا فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَا إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ
“Onlar, “Sen bize tek Allah’a ibadet edelim, atalarımızın ibadet edegeldiklerini bırakalım diye mi geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bizi tehdit ettiğin azabı bize getir” dediler.” (Araf 70)
Yine bakıldığında başka bir misal vermek gerekirse LA baltasıyla putları kıran İbrahim(As.) Tevhidi tebliğ etmiş olduğu toplumun atalarının koşmuş oldukları şirk hayatını taklitte en üst safhaya çıkartmışlardı. Kuran’ı Kerimde bu konu şu ayetlerde net bir ifade ile önümüze sunulmaktadır;
وَلَقَدْ آتَيْنَا إِبْرَاهِيمَ رُشْدَهُ مِن قَبْلُ وَكُنَّا بِه عَالِمِينَ
إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا هَذِهِ التَّمَاثِيلُ الَّتِي أَنتُمْ لَهَا عَاكِفُونَ
قَالُوا وَجَدْنَا آبَاءنَا لَهَا عَابِدِينَ
قَالَ لَقَدْ كُنتُمْ أَنتُمْ وَآبَاؤُكُمْ فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ
“Andolsun, daha önce de İbrahim’e doğruyu yanlıştan ayırma yeteneğini verdik. Biz zaten onu biliyorduk. Hani o, babasına ve kavmine, “Ne bu tapınıp durduğunuz heykeller?” demişti. Atalarımızı bunlara ibadet ediyor bulduk dediler. İbrahim, “Andolsun, siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi.”(Enbiya 51-54)
“İbrahim (As.)’ın babası ve kavmi dediler ki, «Biz babalarımızı bu suretlere ibadet ederler bulduk.» Binaenaleyh; biz bunların ibadete ehil ve ülûhiyete müstahak olduklarını bilmeyiz, ancak babalarımızın mesleklerini takip ve onlara iktida ederiz. Zira babalarımız erbab-ı fetanet ve zeki oldukları cihetle onların hata edeceklerini zannetmediğimizden mezheplerini tahkika (araştırmaya) lüzum görmedik hemen taklit ettik” demekle cevap verdiler. İbrahim (A.S.) onların bu cevaplarını reddetmek üzere dedi ki: “Allah’a yemin ederim, siz ve babalarınız açık bir dalâlet içindesiniz. Çünkü babalarınızın ve sizin tutmuş olduğunuz yolda asla salâh ve selâmet yoktur. Zira cümleniz hidayetten gayet uzak bir gaflet ve cehalet içindesiniz” demekle babasının ve kavminin dalâletlerini beyan etti.”[30]
İbrahim (As)’ın Kavmi ile olan davet mücadelesinde, tevhid davetine icabetlerinin önünde göze çarpan en önemli faktör, atalarına ve reislerine hiçbir ilmi delil olmaksızın tabi olmalarıdır. Toplum dininin kayıtlarda ya da nüfus cüzdanlarında İslam yazması geçerli değildir. Önemli olan Allah cc katında ismimiz kayıtlarda ne geçmektedir.
ŞİRKU’T TAB’İD
Allah’la birlikte bazı ortakların var olduğuna inanmaktır. Hristiyanların ekanimi selase (üç uknum) Baba, oğul Ruhul kudüs diye teslis inançları yani her üç unsurda ulûhiyetin var olduğuna ve Allah’ın bu üç unsurdan meydana geldiğine inanmaları bu çeşit şirke dâhil olur Bu durum da vahdaniyet-i ilahiyeyi ihlal eden bir şirk çeşididir. Bu hususta Allah (cc);
لَّقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُواْ إِنَّ اللّهَ ثَالِثُ ثَلاَثَةٍ وَمَا مِنْ إِلَهٍ إِلاَّ إِلَهٌ وَاحِدٌ وَإِن لَّمْ يَنتَهُواْ عَمَّا يَقُولُونَ لَيَمَسَّنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِنْهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
“Şanım hakkı için << Allah, üçün üçüncüsüdür>> diyenler kâfir olmuşlardır! Hâlbuki tek bir ilahtan başka hiçbir ilah yoktur! Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse içlerinden inkâr edenlere mutlaka elemli bir azab dokunacaktır.”( Maide 73) Buyurarak bunların itikatlarının batıl ve müşrik oldukları beyan olunmaktadır.
لَّقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَآلُواْ إِنَّ اللّهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ قُلْ فَمَن يَمْلِكُ مِنَ اللّهِ شَيْئًا إِنْ أَرَادَ أَن يُهْلِكَ الْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَأُمَّهُ وَمَن فِي الأَرْضِ جَمِيعًا وَلِلّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا يَخْلُقُ مَا يَشَاء وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Andolsun, “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir”, diyenler kesinlikle kâfir oldular…”(Maide 17) Bu ayeti Kerime’nin tefsirinde Mevdudi (Rah) Şu izahı yapmaktadır; “Hıristiyanlar Hz. İsa’yı (As.) ilah kabul edip Ona tapınmakla küfür suçunu işlediler. Bu, Hz. İsa’yı (As.) Allah’la insanın birleşimi sayma yanılgılarından ileri geldi. Bu yanılgı bilginlerinin bu kadar lâf kalabalığına ve tartışmalarına rağmen Hz. İsa’nın (As.) şahsiyetini içinden çıkamadıkları bir bilmece haline getirdi. Ne kadar çözmeye çalıştılarsa, sorun o kadar karmaşıklaştı. Bu karmaşık şahsiyetin insanî yönünden etkilenenler ise, Onu Allah’ın oğlu ve Üç ‘ün biri haline getirirken, şahsiyetinin İlâhî yönünden etkilenenler ise, Onu Allah’ın insanlaşmış şekli (Hulul inancı) kabul edip kendisine tapındılar.”[31]
Aşağıda zikredilen ayetlerde bu inancın batıl olduğunu izah etmekte ve bu gibi sapık düşünceleri reddetmektedir.
مَا اتَّخَذَ اللَّهُ مِن وَلَدٍ وَمَا كَانَ مَعَهُ مِنْ إِلَهٍ إِذًا لَّذَهَبَ كُلُّ إِلَهٍ بِمَا خَلَقَ وَلَعَلَا بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ
“Allah, hiçbir çocuk edinmemiştir. O’nunla birlikte başka hiçbir ilâh yoktur…” (Müminun 91)
قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ
اللَّهُ الصَّمَدُ
لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ
وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ
“Deki O Allah birdir. Allah Sameddir. O’ndan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir). Hiçbir şey ona denk ve benzer değildir.” (İhlas 1-4)
Evet, Allah cc zat, sıfat ve fiillerinde tektir. Eşi, benzeri, ortağı ve misli yoktur ve olması gibi bir durum mümkün değildir. Allah azze ve celle’yi yaratılmışlara benzetmek küfür ve şirktir. Allah cc şirkin her çeşidinden münezzehtir. Herhangi bir mahlûku da Allah azze ve celle’nin sıfatlarıyla sıfatlandırmaya çalışmak ta küfürdür. Şirkin hiçbir delili ve dayanağı yoktur.
ŞİRKU’T TAKRİB
Allah’ın birliğine inandıkları halde kendilerini Allah’a yaklaştırmak maksadıyla ve Allah’ın yanında şefaatçi olur inancıyla yada sırf atalarına uyarak bir takım eşyaya fayda ve zarar vermekten aciz olan varlıklara ve putlara tazim etmektir. Bu çeşit şirke veseniye denilir ki bu şirkin en adi çeşitlerindendir. Kuran-ı Kerimde bu çeşit şirki red ile
فَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ فَتَكُونَ مِنَ الْمُعَذَّبِينَ
“O Halde Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarma; sonra azab edilenlerden olursun!”(Şuara/213)
Allah rasulü (s.a.v) Allahtan başkasına yalvarmaktan ve başkasından yardım dilemekten Allah’ın yetkilerini kısmen dahi başkalarına vermekten men olunduğu halde ve böyle yaptığı takdirde azap ile tehdit olunduğu halde başkasının azabının şiddetini akıl sahiplerinin iyi düşünmesi gerekir.
Allah ‘tan başkasına yalvarmak ulûhiyet ve rububiyet yetkilerini kısmen dahi başkasına isnat etmek anlamına gelmektedir. Ne denli sıkıntı da olursa olsun kulun başkasına yalvarması şirk olarak değerlendirilmiştir. Esasen başkasına yalvarılsa bile Allah’tan başka hiçbir kimsenin yardım etmeye imkânı da yoktur.
Ve daha buna benzer birçok ayeti kerime mevcuttur. Bazı cansız eşya şirk konumuna getirildiği gibi insanların dahi bu konuma (şirk durumuna) getirilmesi de mümkündür. Helal ve haram emir ve yasak koyma yetkisi verilen insanlar da Allah’a (Allah’ın yetkilerine) ortak konumuna getirilmiş olur. Bu Hususta Kuran-ı Kerimde;
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْاْ إِلَى كَلَمَةٍ سَوَاء بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلاَّ نَعْبُدَ إِلاَّ اللّهَ وَلاَ نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُولُواْ اشْهَدُواْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ
De ki: “Ey ehli kitap! Bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin! Şöyle ki; Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp birbirimizi rabler edinmeyelim! Buna rağmen yine de yüz çevirirlerse artık şahit olun ki Biz gerçekten Müslümanlarız” deyin.”(Âl-i İmran/64)
اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُواْ إِلاَّ لِيَعْبُدُواْ إِلَهًا وَاحِدًا لاَّ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
Ve yine; “Hahamlarını Rahiplerini Ve Meryem Oğlu Mesih’i Allah’tan Başka Rabler Edindiler. Halbuki Onlara Ancak tek bir İlah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan Başka ilah yoktur! O ortak koşmakta oldukları şeylerden pek münezzehtir!(Tevbe/31) Buyurarak bu tür şirk beyan olunmaktadır. İsim, cisim zaman, mekân ve şekil değişmiş olsa da şirk her zaman için hükmen şirktir.[32]
Şirk koşan toplumlarda yaygın olan hastalık, aracılık şirkidir. Nitekim Salih (as) kavmine yaptığı çağrıda Allah’ın kullarına yakın olduğunu ve dualara icabet ettiğini beyan etmesiyle, kavminin taşıdığı sapıklığa dikkat çekmiştir.
وَإِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ هُوَ أَنشَأَكُم مِّنَ الأَرْضِ وَاسْتَعْمَرَكُمْ فِيهَا فَاسْتَغْفِرُوهُ ثُمَّ تُوبُواْ إِلَيْهِ إِنَّ رَبِّي قَرِيبٌ مُّجِيبٌ
“Semud halkına da kardeşleri Salih’i gönderdik. Dedi ki :”… Şüphesiz benim Rabbim, yakın olandır, (duaları) kabul edendir.” (Hud/61)
Bu ayetin tefsirinde Mevdudi (rha) şunları kaydetmiştir;
Bu kısa ibarede Kur’an, her devirde insanları yanlış yollara sevk etmiş olan müşriklerin bir yanlış anlamasına karşı çıkmaktadır. Onlar Allah’ın kendilerinden çok uzaklarda ve bu yüzden de onu dünya kralları gibi yaklaşılmaz olduğunu sanıyorlardı. Krallara yaklaşmanın tek yolu, onların huzuruna çıkabilen ve arzuhâl sahiplerinin dileklerini sunabilen ve aldığı cevabı geri iletebilen aracılardı. Dolayısıyla zanlarınca Allah’a ettikleri duayı iletecek ve kabul olup olmadığını bildirecek aracılar gerekiyordu. Bunun açıkça batıl olduğu ortadadır. Bu inancı teşvik edip haklılaştıranlar, kendileri olmaksızın Allah’a ulaşmanın, dualara karşılık almanın mümkün olmadığını ileri süren bir takım uyanık tiplerdi. Dolayısıyla sıradan insanlar Allah’a ulaşmak için böylesi kutsal varlıkların peşine düşmeliydi. Böylece, çeşitli hediyeler sunarak Yüce Makam’a iletilmek üzere isteklerini bildirdikleri ve arzuhâllerini iletmede oldukça hünerli olan kimselerin emrine girmeye başladılar. Bu yanlış anlama sonucu bir aracılar güruhu oluşup, ruhbanlık düzeninin kurulmasına yol açtı. Bu sistem cahili müşrik inanç izleyicilerini öylesine ablukaya almıştı ki, doğumdan ölüme kadar herhangi bir dini töreni bizzat icra edemez duruma gelmişlerdi. Şimdi Hz. Salih’in (a.s) müşriklerin batıl inancını geçersiz kılan kısa cevabı üzerinde duralım. Cevap şudur: “Allah yakındır (karib) . Bu yüzden O’nun yardımını herhangi bir aracının yardımı olmaksızın doğrudan isteyin. Evet. O yüceler yücesidir, ama her biriniz O’nu isteklerinizi fısıltıyla bile ileteceğiniz yakınlıkta bilmelisiniz kendinize. Hatta isteklerinizi gizlice bildirebileceğiniz gibi açıkça da bildirebilirsiniz O’na. Dolayısıyla aracılar edinme, onları bu işe ortak koşma aptallığından vazgeçin ve dualarınızı, sizin en yakınınızda olan ve isteklerinize karşılık verecek olan Allah’a edin.[33]
Ve yine Allah(cc), kullarından uzakta olmadığını onların çağrısını işittiğini ve aralarına kimseyi koymamaları gerektiğini bunun şirk olup affedilmeyecek bir suç haline geldiğini kitabında beyan etmiştir. Bu gibi akidelerin var olmasının en temel sebebi Allah’ın tanınmaması yani ilmin ortadan kalkmasıdır.
Putlara ilk olarak tapınma: Salih bazı kimseler ölmüş, kavimleri de üzerlerine mescitler inşa edip suretlerini yapmışlardı. Böylelikle onların durumlarını ve ibadetlerini hatırlamak, onlara benzemek istemişlerdi. Aradan geçen uzun zaman sonra bu suretlere bir de bedenî şekiller verdiler. Zaman bir süre daha geçtikten sonra bu sefer bu putlara ibadet ettiler ve bunlara salih kimselerin isimlerini verdiler: Ved, Suvâ’, Yağûs, Yeûk ve Nesr.[34]
Allah(cc) hakkındaki yanlış kanaatler onları sapkınlığa düşürmüş ve karanlıklara gömmüştür. Oysaki Allah(cc) yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır;
وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُواْ لِي وَلْيُؤْمِنُواْ بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ
“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.”(Bakara/186)
“Duanın önemini anlamak için, yalnız konusu üzerinde bulunduğumuz âyeti düşünmek yeterli olacaktır. Çünkü Cenab-ı Allah, kitabının on dört yerinde soru ve cevabı zikretmiştir ki bunların bazısı: “Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki…” (İsrâ, 17/85), “Ey Muhammed! Sana dağların kıyametteki halini sorarlar. De ki…” (Tâhâ, 20/105), “Ey Muhammed! Sana kıyametten sorarlar, ne zaman kopacak? diye. De ki…” (A’râf, 7/187) gibi itikatla; bazısı da: “Ey Muhammed! Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki…”Ey Muhammed! Sana içkiden ve kumardan soruyorlar. De ki…” (Bakara, 2/215) gibi ibadetle ilgilidir. Bunların cevapları da üç şekilde gelmiştir: Çoğunda yerinde buyurulmuştur ki, bu da cevabın çabukluğuna ve hemen tebliğine tenbih vardır. Üçüncüsü de dua hakkındaki bu ayettir ki burada: “Kullarım sana benden sordukları zaman…” ayetinde veya diye açıkça söylenmeyerek cevabında doğrudan doğruya “Ben yakınım.” buyurulmuş, vasıta kaldırılmış, yakınlık da duaya icabetle açıklanmıştır ki bunda büyük bir incelik vardır. Cenab-ı Allah, duada kulu ile kendisi arasına bir vasıtanın girmesini istemiyor ve sanki diyor ki: “Kulum, vasıtaya dua vaktinden başkasında muhtaç olabilirse de, dua vaktinde benimle onun arasında vasıta yoktur.”[35]
أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ
“İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.”(Zümer/3)
ŞİRKU’L-ESBAB
Hakiki tesiri yalnız zahiri sebeplere vermek tabiatın hakiki müessir olduğuna inanmak da bir çeşit şirktir. Tabiatta var olan âlemleri ve olayları tabiat yapıyor diyen tabiatçılar ve onlara hak verenler esbab-i şirk ile müşriktirler. Zira tekvini kanunlar ancak Allah (c.c)’ın yetkisindedir. Mutlak Halık-ı Zül Celal O’dur. O’nun iradesi ve kudretiyle bütün kâinat (âlemler) in nizamı var olmuş ve varlığını devam ettirmektedir. Zira Cenab-ı Hakk;
الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ الرَّحْمَنُ فَاسْأَلْ بِهِ خَبِيرًا
“O ki, gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattı Sonra arşa hükmeden Rahmandır; artık bunu hakkıyla haberdar olan birine sor!”(Furkan/59) buyurmuştur. Ancak “her şeyin bir sebebi vardır, sebepleri halk eden Allah Zülcelal’dir” demek şirk değildir. Âlemlerde cereyan eden her türlü fiili mutlak yaratan Allahu Teâlâ’dır. Her hareket eden cismin hareket ettireni her duran cismin durdurucusu yine Allahu Teâlâ’dır. Bize ulaşan her nimet, yağan her yağmur, açan her çiçek ve evren içerisindeki her türlü oluşumu sağlayan Allah azze ve celle ’dir. Her işin Allah’ın dilemesi ile meydana geldiğini bilmek bizim ona dayanmamızı işlerimizde ona tevekkül etmemizi gerektirir. Fakat bu anlayış bizi çalışmamaya hazırlık yapmamaya itmemelidir. Bilakis Allah (cc) hem doğru sebeplere sarılmamızı hem de netice olarak kendisine güvenmemizi emretmiştir. Doğru akide budur. Hiçbir çalışma yapmadan nasıl olsa her şeyi verende-alanda Allah (cc) diyerek tembellik yapmak kişinin kendisini aldatmasıdır. Allahu Teâlâ sebebe ayrı hükmeder sonuca da ayrı hükmeder. Yani sebepleri de sonucu da yaratan yine Allah’tır. Dolayısıyla Akıl ve irade sahibi insanlara Allah’ın emri iki türlüdür. O bize hem çalışmayı hemde kendi emeğimize güvenmememizi emrediyor. O bize sayıca ordu, ordu için teçhizat ve her türlü hazırlığı yapmamızı fakat zaferin yine Allah’ın Emri ve dilemesi ile olacağını öğretiyor. O bize her türlü imkânlarımızı şer’i ölçüler çerçevesinde kullanarak çalışmamızı ve yine Er-Rezzak olanın kendisinin olduğuna inanmamızı emrediyor. O bize hastalandığımız zaman imkânlar çerçevesinde doktor, ilaç ne gerekiyorsa yapmamızı fakat şifayı verenin kendisi olduğuna inanmamızı emrediyor. Kısacası her konuda fert ve toplum adına ne varsa yapılmalı ve bilinmelidir ki sonuca ulaştıran Allah’tır. Evet, Allah’a kul olmanın şartları bunlardır. Ne sebepleri terk ederek sadece Allah’a güvendiğini söylemeli, ne de yapılan herhangi bir işte sebebi sonuca mutlak tesirli, yani sebebin sayesinde olduğunu düşünmemelidir. Kâinattaki hiçbir şey Allah’ın ilmi, kudreti, iradesinin dışında değildir. Aşağıdaki ayetler incelendiğinde mesele daha iyi kavranacaktır;
فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللّهَ رَمَى وَلِيُبْلِيَ الْمُؤْمِنِينَ مِنْهُ بَلاء حَسَناً إِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
“(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. (Okları) Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı…” (Enfal 17)
إِنَّ اللَّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ
“Hiç şüphesiz, rızık veren O, metin kuvvet sahibi olan Allah’tır.” (Zariyat 58)
وَإِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ
“Hastalandığım zaman bana şifa veren O’ dur.” (Şuara 80)
أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ أَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَتُصْبِحُ الْأَرْضُ مُخْضَرَّةً إِنَّ اللَّهَ لَطِيفٌ خَبِيرٌ
“Allah’ın gökten yağmur indirdiği, böylece yeryüzünün yemyeşil olduğunu görmedin mi? Şüphesiz Allah, çok lütufkârdır, hakkıyla haberdardır.(Hac 63)
“Buna göre Allah’u Teâlâ’nın şu kâinatta geçerli kıldığı sebeplere inanmak gerektiği gibi “Allah’ın her şeyin yaratıcısı” olduğunu belirten buyruğu uyarınca aslında herşeyi O’nun yarattığına inanmak gerekir. Bu ilkenin sonucu olarak sebepleri inkar eden, onları geçersiz sayan kafir olmuş, buna karşılık asıl etkili olanın onlar olduğuna inanan kimse de Allah’a şirk koşmuş olur.”[36] Görüldüğü gibi sebeplerin ve maksatların putlaştırılması büyük bir zulümdür ve şirktir.[37]
وَمَا جَعَلَهُ اللّهُ إِلاَّ بُشْرَى لَكُمْ وَلِتَطْمَئِنَّ قُلُوبُكُم بِهِ وَمَا النَّصْرُ إِلاَّ مِنْ عِندِ اللّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ
“…Yoksa zafer, sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah’tan kaynaklanır.” ( Ali İmran 126)
“Kur’an-ı kerim gerçek âlemde olduğu gibi, kul ile Rabb, mümin kalp ile Allah’ın takdiri arasında perdesiz, engelsiz, araçsız ve aracısız direkt bir bağ kurmak için bu kuralı İslâm düşüncesine yerleştirmeye ve her türlü şaibeden arındırmaya, ayrıca zahiri sebep araç ve aletlerin kendiliğinden bir faaliyetlerinin olmadığı gerçeğini yerleştirmeye dikkat etmiştir. Kur’an-ı kerimde, çeşitli tekit yöntemleriyle tekrarlanan bu ve benzeri direktifler, bu gerçeği son derece parlak, yol gösterici, derin ve aydınlatıcı şekilde müslümanların gönüllerine yerleştirmektedir. Böylece müslümanlar, yalnızca yüce Allah’ın gerçek anlamda faaliyet sahibi olduğunu anlamış oldular. Kendilerinin de Allah tarafından, araç ve sebeplere sarılmaya, çaba sarf etmeye ve yükümlülüklerini yerine getirmeye emrolunduklarını kavramış oldular. Bu sayede gerçekten ikna olup emredilene itaat ederek bilinç ve davranış arasındaki şaşırtıcı dengeyi sağlamış oldular.”[38]
الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الأَرْضَ فِرَاشاً وَالسَّمَاء بِنَاء وَأَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَّكُمْ فَلاَ تَجْعَلُواْ لِلّهِ أَندَاداً وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
“…O halde O’na bile bile eşler koşmayınız.”(Bakara 22)
“Tevhid inancının belirginliğini ve arılığını korumak amacı ile Kur’an’ın ısrarla yasakladığı eş koşma sapıklığı, her zaman müşriklerin yaptıkları gibi Allah ile birlikte başka ilâhlara, putlara tapmak biçiminde basit ve yalın olmaz. Bu sapıklık; kimi zaman, daha başka ve gizli biçimlerde görülebilir Daha açıkçası bu sapıklık; herhangi bir biçimde yüce Allah’tan başkasına umut bağlamak, herhangi bir biçimde yüce Allah’tan başkasından korkmak, yine herhangi bir biçimde Allah’tan başkasından fayda ya da zarar gelebileceğine inanmak şeklinde de tezahür edebilir.
Nitekim sahabilerden Abdullah b. Abbas bu konuda şöyle diyor: “Burada kastedilen şirk o derece gizlidir ki, karanlık gecede kara ve pürüzsüz bir kayanın üzerinde yürüyen bir karıncanın ayak seslerinden daha hafif hissedilir. Bir kimsenin “Allah, senin ve benim hayatımız hakkı için…” “Eğer şu köpek olmasaydı, dün gece evimize hırsız girerdi” ya da “Eğer şu ördek olmasaydı eve hırsız girerdi” şeklinde konuşması veya bir adamın arkadaşına “Allah ve sen dilerseniz…”, “Eğer Allah ile falanca olmasaydı…” demesi bu şirk türünün örneklerindendir.
Ayrıca başka bir hadisten öğrendiğimize göre, sahabilerden biri Peygamber efendimize “Eğer Allah ve sen dilerseniz” deyince Resulullah, adamı “Beni Allah’a eş mi koşuyorsun?” diye azarlamıştır.[39]
Sonuç olarak Allah cc her şeyin üzerinde hâkimdir, koruyucudur. Eşya ve maddeler yapıları itibari ile Allah azze ve celle’nin kontrolündedirler Allah dilemeden herhangi bir nesnenin bizlere fayda vermesi ya da zarar vermesi Ancak Allah’ın izin vermesi ile mümkündür ki buda Allah’u Teâlâ’nın o maddeye hâkimiyetini gösterir. İnsan kul olduğunu unutmamalı ve Allah’ın iradesinin üzerinde ne ilacı, ne doktoru, ne köpeği, ne beden kuvvetini, nede sahibi bulunduğu imkânları ile her şeyi yapabileceğini asla düşünmemelidir. Doğru olan, kendi elinde bulunana, Allah’ın tasarrufunda bulunandan daha fazla güvenmemesidir.
ŞİRKU’L-AĞRAZ
İbadetleri Allah(cc)’ın emri olmaktan ziyade dünyevi menfaat için başkalarına gösteriş için yapmak da şirktir. Bu, tür şirkin sahibi bile bazen bu şirkin farkına varmaz o nedenle buna gizli şirk denilmiştir. Nefsin, heva ve hevesinin ilahlaştırması da bu tür şirktendir. Zira Yüce Allah Kuran-ı Kerim de:
أَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ أَفَأَنتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكِيلًا
Hevasını kendisine ilah edinen kimseyi gördün mü? O halde onun üzerine sen mi vekil olacaksın?(Furkan/43) buyurarak bu şirki beyan etmiştir. Allah şirki affetmez ancak onun dışındaki günahları affeder bu hususta;
إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاء وَمَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيدًا
Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bunun dışındaki (günahları) ise, dilediği kimse için affeder. Kim Allaha şirk koşarsa, artık doğrusu uzak bir dalalet ile sapmış olur.(Nisa/116) buyurmuştur.
Şirkin her çeşidinden sakınmak farzdır.[40] Allah Resulü (s.a.v.) de şirkten korunmak için her gün en az üç defa okunmak üzere şu duayı tavsiyede buyurmuştur;
“Allahım! Şüphesiz bilerek birşeyi ortak koşmaktan sana sığınırım ve bilmeyerek yaptıklarımdan dolayı günahlarımın örtülmesini isterim Şüphesiz sen gayba ait bilgileri ziyade bilensin.”[41]
Şirku’l ağraz, yapılan amele Allah(cc)’tan başkasının rızasını karıştırmaktır. Bu şirk çeşidinde amelde rızası gözetilen putlaştırılır ve o putla da Allah (cc)’a şirk koşulmuş olur. Yapılan amelde kahir ekseriyetinde Allah (cc)’ın rızası da olsa Şirku’l-Ağraz gündeme gelir. O amelin tamamında Allah (cc)’ın rızası olması şarttır.
Şirku’l ağraz, diğer şirk çeşitleri gibi mükelleflerin itikad ve amel dünyalarında meydana gelen bir şirk çeşididir. Herhangi bir mümin Allah’ın rızası dışında bir takım gayeler gözeterek ibadette bulunursa Şirku’l Ağraz teşekkül eder.[42]
Şirku’l ağrazın güncel yansımaları ise; “el âlem ne der?”, “insanlar ne der?” gibi kaygıların taşınarak hak olanı yerine getirmekten geri durmaktır. İnsanların hatırına Allah (cc)’ın emrettiklerinin terk edilmesidir. Makam mevki elden gider korkusuyla hakkı gizlemekte bu şirk çeşidindendir. Allah(cc)’ın dışında başka şeylerin hatırına amel işlemek ya da ameli iptal etmek, yapmaktan geri durmak da şirku’l ağrazdır.
Nitekim bu konuda Fudayl b. Iyaz (rha) şöyle demektedir; “İnsanlar için ameli terk etmek riyadır. İnsanlar için amel işlemek ise şirktir. İhlas ise; Allah (cc)’ın seni bu ikisinden afiyette kılmasıdır(kurtarmasıdır).”[43]
Şirku’l ağraz’ı bir binaya benzetecek olursak; bu binanın direkleri görsünler, işitsinler, desinler, demesinler gibi temayüllerdir. Zira binayı ayakta tutan direklerdir. Bu temayüllerin ayakta olması, Şirku’l ağrazın hayatta egemen olmaya devam etmesi demektir. Bu konuda İmam-ı Rabbani (rha) şöyle demiştir; “Riyadan, süm’adan (görsünler ve işitsinler diye yapılmaktan) Allahu Teâlâ’nın gayrıdan; sözle ve övmekle olsa dahi ecir talebinden beri olmaz ise, o amel şirk dairesinin dışında değildir. O ameli yapan dahi, halis bir muvahhid olamaz.”[44] Şunu unutmayalım k; bugün “halk bize ne der?” endişesiyle kıvranan milyonlarca insana rastlamak mümkündür. İnsanları, inandıklarından farklı davranmaya zorlayan bu “Çarşı Putları” imha edilmeden, Şirku’l Ağraz ’ın önüne geçmek imkânsızdır. Müminlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde bile Şirku’l Ağraz ‘ın etkilerini görmek mümkündür.[45]
İbadet, Allah (cc)’ın rızasını kazanmak için amel etmektir. Nefse muhalefet edilerek Allah’a itaat edilmiş ve sadece O’nun rızası gözetilmişse o ibadettir. Fakat Allah(cc)’ın rızasına muhalefet ederek başkasının rızasını eklemek suretiyle yapılan her eylem şirktir. Şirkin bu çeşidine birçok durumlar girer ki, başlıcaları için şunları söyleyebiliriz;
Kavmiyetçilik putu bugün insanların başına bela olmuş bir sapkınlıktır. Bu sapkınlık, Vatanperverlik tek amaç tek hedef haline getirilip bütün gayret ve çalışmalar bu puta kanalize edilerek kitlelerin kalbine ve gündemine sokulmuştur. Bütün kavgaları, konuşmaları, uğraşları bu minval üzeredir. Böyle bir yöneliş, müşrikçe bir yöneliştir. Zira Allah (cc), her davranışımızda her hareketimizde O’nun rızasını gözetmemizi ister.
Dolayısıyla günümüzde “Her şey vatan için” gibi sloganlar ile neye hizmet edildiği ve güdülen amacın ne olduğunu iyi düşünmek gerekir. Mekke Dönemi’ndeki en yaygın hastalığın kavmiyetçilik olduğunu iyi bilmek gerekir. Vatanları uğruna, kavimleri uğruna, ataları uğruna Allah’ın dinine savaş açıp Resulullah (sav)’e kılıç sallamışlardır. Bu uğurda canlarını vermişler ömürlerini heba etmişlerdir. Son nefeslerinde dahi kavminin akıbetini merak etme derecesine ulaşacak kadar bağlılık göstermişlerdir. Allah’ın rızasının önüne vatanlarını, kavimlerini, atalarını geçirmek yeryüzündeki büyük cinayetlerden biridir. Aynı zamanda kurgulanan oyunlara boyun eğmek manasına gelir ki kendi adına başkalarının karar vermesine müsaade etmektir. Son asırda insanların dini duygularını bastırmak isteyenler insanların dini duygularını kavmiyetçiliğe kanalize ederek tuzaklarına kurban etmişlerdir. Bugün Allah(cc)’ın hudutlarına tecavüz edilen topraklara kutsiyet atfetmek ve orası için fedailik propagandası yapmak hedefe giden yolda kullandıkları en önemli maşadır. O topraklara kutsiyet atfederken de İslam’ı kullanmışlardır. Zira dini duyguları bastırmak onun karşıtı fikirlerle sağlanamaz. Geriye dini tahrif etmek içini boşaltmak kalır ki, hedefe ulaştıkları metotta budur. Bu sapkınlığın sebepleri bir hayli fazladır fakat hepsini toptan kaldıran ve asıl amaçlanması gerekenin ne olduğu konusunda önümüzü aydınlatan şu ayet-i kerimeyi anlamak; Allah(cc)’tan başkasının rızasını gözetmekten bizi afiyette kılacaktır. Şimdi o ayeti okuyalım;
قُلْ إِنَّ صَلاَتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
De ki: “Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.”(En’am/162)
“Hayatımda yaptığım bütün işlerim ve ölümüme kadar sahip olacağım imanım ve salih amelim, Aziz ve Celil olan Allah içindir. Yani amel ve maksatlarımın hepsi yalnızca Yüce Allah’ın rızasına münhasırdır. Bu ayet-i kerime bütün salih amelleri ihtiva eden kapsamlı bir ifadedir. Müslümana düşen ise onun niyetinin, amelinin yaptığı her bir işin yalnızca Yüce Allah için olmasıdır. İster hayatı esnasında yapmış olsun, isterse de ölümünden sonra arkasından gelecek herhangi bir salih amel olsun, hepsi de Allah’a itaat yolunda olmalıdır. Yüce Allah birdir, tektir, zatında da sıfatlarında da, rububiyetinde de ortaksızdır. İbadet yalnız O’nadır. Teşrî’ (kanun koyma ve yasama) yalnız O’ndandır.”[46]
TEVHİD VE TAĞUT ÇATIŞMASI
Konuya girmeden önce, şu iyi bilinmelidir ki; Tevhid ve Tağut birbirine zıt kavramdırlar. Dolayısıyla birleşmeleri ya da etkileşim halinde olmaları imkânsızdır. Beraberce faaliyet göstermeleri de mümkün değildir. Ne Tevhid, Tağut’a müsaade eder ne de Tağut, Tevhid’e. Her ikisi de akidenin sınırlarını belirler ve hâkim oluşları birbirlerini inkâr ile söz konusu olur. Nitekim Allah (cc), Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurmaktadır;
لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
“…O hâlde, kim tağutu inkâr eder Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”(Bakara/256)
Ayetten de anlaşıldığı üzere tağutu inkâr etmeden tevhid meydana gelmez. Tevhid meydana gelmediği için de iman gerçekleşmez. Zira Tevhid; birlemektir. Allah (cc)’ın yetkilerini O’na hasretmek O’ndan başkasını tanımamak ve O’na hakkıyla iman etmektir. Bir kalıba girmek ve o kalıptan çıkmayacağına dair söz vermektir. Tağut’u tasdik ederek imana ulaşılamaz. Tağut’u tasdik eden Tevhid ’den mahrum kalır.
Tevhid, İslam inancının temelini oluşturur. Bir inanç ve hayat anlayışı olarak Tevhid; tarihi tasdikten geçmiş bir değerdir. Bütün peygamberlerin ittifak ettiği ve mesajlarını temel yaptıkları bir esastır. Sadece kalplere değil, fillere yansıyan, insanları kardeşliğe çağıran evrensel mesajdır Tevhid. Âlemi ve bütün insanlığı ırk, bölge ve imtiyaz gibi sun’i varlığın sırlarını çözmeye davet eden bir düşünce dinamizmidir. İnsanın halifeliğini gerçekleştirmesi için esaslar koyan Hak ve hukuk sistemidir. Dünyaya refahın, huzurun ve saadetin beşiği yapmaya davet eden bir aksiyondur.[47]
Tevhid; peygamberlerin mesajının kaynağıdır, özüdür.[48] Daha açık ve genel bir ifadeyle yeryüzüne gönderilen bütün peygamberlerin davetinin esasıdır. Çünkü Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır;
وَلَقَدْ بَعَثْنَا فِي كُلِّ أُمَّةٍ رَّسُولاً أَنِ اعْبُدُواْ اللّهَ وَاجْتَنِبُواْ الطَّاغُوتَ فَمِنْهُم مَّنْ هَدَى اللّهُ وَمِنْهُم مَّنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلالَةُ فَسِيرُواْ فِي الأَرْضِ فَانظُرُواْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ
“Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tâğûttan kaçının” diye peygamber gönderdik…”(Nahl/36)
Dikkat edilirse hiçbir ümmetin kendisinden uzak kalmadığı bir çağrıdır bu. Tevhid, Allah (cc)’a ibadet (boyun eğiş), tağutu red yani başkaldırıdan ibarettir. Tevhid, gökte ve yerde doğuda ve batıda evde, mektepte, mahkemede, sokakta, ticarette, hükümde, yasalarda Allah (cc)’ı TEK HÜKÜM MERCİİ kabul etmektir. Hayatlara iki ilahın değil bir ve tek olan Allah (cc)’ın hükmetmesidir.
Tevhid, Allah (cc)’ı zatında sıfatlarında ve fillerinde tam bir tasdik ve ikrar ile birlemektir. Allahu Teâla hakkında tecsimi (cisimlendirmek), teşbihi, nicelik ve nitelik, zaman ve mekân kayıtlarından red etmektir. Tevhid, Allah (cc)’ın kulları üzerindeki hakkıdır. Bundan dolayıdır ki, kulların hayatında ölçü ve sınırları belirleyecek yalnızca O (cc)’dur. Tevhid, hislerde, akıllarda, kalplerde, amellerde yer eden inanç ve akidenin; kulaklara, gözlere ve bütün azaları kontrolü altına almasıdır. Peygamberlerin getirdiği mesaj ise; bu tesisi kurmak ve tağutlara kulluğun önüne geçip onları yerle yeksan etmektir. Nitekim Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır;
الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَآئِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالأَغْلاَلَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُواْ بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُواْ النُّورَ الَّذِيَ أُنزِلَ مَعَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resule, o ümmî peygambere uyan kimselerdir. O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”(A’raf/157)
Tevhid; bidatlerden, felsefi kuruntulardan, beşeri ideolojilerden, sapık düşünce ve hurafelerden, toplumu kirleten her türlü ahlaki ve ruhi çöküntüden kurtaran tek hayat sistemidir. Tevhidin oluşabilmesi için aynı anda hem başkaldırı hemde boyun eğişin gerçekleşmesi lazımdır. Allah’u Teâlâ’nın hükümlerine, kanunlarına, emir ve yasaklarına uyabilmek için öncelikle, ulûhiyet iddiasında bulunan firavun ve nemrutlara, Ebu Cehillere hayır demek şarttır. “La İlahe” kısmı doğru anlaşılıp red gereği gibi oluşmadığı müddetçe “İLLALLAH” kısmı hep eksik olacaktır. Bu da kişiyi Tevhid akidesinden uzak bir kimse haline getirir ki kaybedişte tam burada başlar. Zira bu konu hakkında M. Hamdi YAZIR(Rah) şöyle diyor; Tevhid ’in şartı, tağutları inkâr etmektir. Mümin Muvahhid olmak için Allah’a imandan evvel Tağutları asla tanımamaya azmeylemektir.[49]
Tağut Allah azze ve celle ’ye karşı başkaldıran, hudutlarını tanımayan, kendisi için çizilen ölçüleri kabul etmeyen, haddi aşan kimsedir. Başka bir ifade ile Allah azze ve celle ‘ye karşı kendisini müstağni(ihtiyaçsız) gören ve Allah’ın yetkilerine müdahale etmeye kalkışarak, kulların üzerinde Rab’lik iddia etmeye kalkışan ahmaklardır. Ulama’nın birkaç izahı ile kelimeyi anlamaya çalışalım;
Tabiînin büyüklerinden İmam Mücahit rahimehullâh’tan rivayet edildiğine göre tağut: “İnsanların idarecisi konumunda bulunan, halkın kendisine danışıp işlerinin hükme bağlanmasını istedikleri, insan suretindeki şeytanlardır. Tağut (Allah’ın kanunları dışında) kendisine başvurulan insanların efendisidir.”[50]
İmam Taberî rahimehullâh’a göre tağut: “Allah’a karşı isyankâr olup, zorla, zorlamayla veya gönül rızasıyla kendisine itaat ve ibadet edilen, insan, şeytan, put, heykel ya da herhangi başka bir şeydir.”[51]
İmam Mâlik rahimehullâh’a göre tağut: “Allah’tan başka (kendisine) itaat ve ibadet edilen her şeydir.”[52]
İmam İbn Kayyım rahimehullâh ise tağut kavramı hakkında takdire şayan bir tanım yaparak şöyle demiştir: “Tağut: Kendisine ibadet edilme, bağlanılma ve itaat edilme noktasında haddini aşan kul demektir. İnsanların tağutu, Allah ve Rasulü’ nün kanunlarıyla hükmetmeyen, Allah’tan başka kendisine muhakeme olunan, ibadet edilen ve Allah’ın emrine dayanmaksızın, Allah’a itaat etmeksizin kendisine tâbi olunanlardır. Bunları düşünür ve insanların durumlarına bakarsan, insanların çoğunun Allah’a değil tağutlara ibadet ettiğini, Allah ve Resul’ünün hükümlerine değil, tağutların hükümlerine muhakeme olduklarını, Allah ve Resul’üne değil, tağut’a itaat edip tâbi olduklarını görürsün.”[53]
Şehid Seyyid Kutub rahimehullâh, şöyle demiştir: “Tağut, ‘tuğyan’ kökünden türemiştir. Gerçeği çiğneyen Allah’ın kulları için çizdiği sınırı aşan düşünce, sistem ve ideoloji anlamına gelir. Bu düşüncenin, sistemin ve ideolojinin, Allah’a inanmaktan, O’nun koyduğu kanunlara uymak gibi herhangi bağlayıcı bir kuralı yoktur.
İlkelerini Allah’u Teâlâ’nın kanunlarından almayan her sistem, her kurum, her düşünce, her davranış kuralı, her gelenek tağut kapsamına girer. Buna göre ancak kim tağutun karşısına çıkar ve sistemindeki kâfirliklerin tümünü kökünden reddederek Allah’a inanır ve yalnızca ona boyun eğerse kurtuluşa erer.”[54]
Yine Mevdudi (Rah)’in bu kelime hakkındaki açıklaması birçok konuyu da beraberin açıklamaktadır; “Arapça “tağut” kelimesi sözlük anlamıyla sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur’an bu kelimeyi Allah’a isyan eden, Allah’ın kullarının hâkimi ve maliki olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır.
Allah’a isyan üç derecede olabilir: 1) Eğer bir kimse Allah’ın kulu olduğunu kabul eder, fakat pratikte O’nun emirlerinin aksini yaparsa buna fasık denir. 2) Bir kimse Allah ile irtibatı koparır ve başka birisine bağlanırsa o zaman kâfir olur. 3) Eğer bir kimse Allah’a isyan eder ve O’nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman tağut ‘tur. Böyle bir kimse şeytan, rahip, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir.”[55]
Bu tanımlar daha çok içtimai ( toplumsal ) alanda Allah’a ortak koşmaya götüren, İnsanları kendine kulluk ettiren Tağut tanımını içermektedir. Birde Ferdi planda kişisel hayatta insanın öz nefsinde heva ve hevesini Allah’a ortak koşturan Tağut vardır ki onun tanımı da; İmam beğavi(Rah)’ açıklaması; “Tağut: İnsanın tuğyan etmesine (Allah’ın hükümlerini hiçe saymaya) sebep olan her şeydir” [56] Şeklindedir.
Her kim Allah’a ait olan sıfat ve yetkilere başkasını ortak ederse muhakkak şirke düşmüş olur. Allah’a ortak ettiği o canlı veyahut cansız, somut veyahut soyut varlık o kişinin kulluk ettiği Tağuttur. Dikkat edilirse Tağut’un iki yönü vardır. Birincisi, Allah cc karşı büyüklenmek, ikincisi ise insanlar üzerinde otoriteyi kendisine ait görmek. Dolayısıyla Allah cc Misakta söz vermiş ve şüphesiz ki vermiş olduğu sözden hesaba çekilecek olan insanoğlunun Tevhid akidesini iyi bilmesi lazımdır. Yukarıda yapılan açıklamalar neticesinde şu gerçek karşımıza çıkmaktadır. Allah azze ve celle ‘ye iman ancak O’nun istediği şekilde olursa makbuldür. İmanın da iki yönü vardır; tağutu red Allah’a iman. Bu sebeple sahabe-i kiramın evlatlarına öğrettikleri ilk kelimelerden biriside “Amentu Billah ve Kefertu Bittağut” “Yani Allah’a iman ettim, Tağutu inkâr ettim” kelimesidir. Son olarak ta konuyu İbn-i Ebil izz’in sözü ile noktalayalım; İslam’a ilk olarak Tevhid ile girilir. Dünyadan son olarak onunla çıkılır. Nitekim Peygamber(Sas) şöyle buyuruyor: “Son sözü La İlahe İLLALLAH” Olan cennete girer. Evet, Tevhid; ilk ve son vaciptir.[57] Tevhid; hem ilk hemde son sözümüzdür. Ne mutlu muvahhidim diyene.
MÜŞRİKLER
Egemen müşrik tağutlar, işgal ettikleri İslâm topraklarında kendi hükümlerini kabul edip onlara itaat eden yerli işbirlikçilerini bulundukları bölgelerde kukla iktidarlar yapmış ve onları uşaklığından çok faydalanıp en vahşî sömürüyü gerçekleştirmişlerdir. Uşaklarının sadık hizmetleriyle yüzyıldan beridir İslâm topraklarındaki insanları, şirk ve küfür eğitim ve öğretimiyle yetiştirmekte kendi inançlarına uygun nesiller ortaya çıkarmaktadırlar.
Bu egemen tağutlar, kendilerini Müslüman kabul eden insan kitlelerini istedikleri gibi yönetmekte ve sömürmektedirler.
Allah’ı Rabb, İslâm’ı din ve Resulullah (s.a.v)’i önder kabul ettiklerini beyan eden Müslüman kitleler, tağutun egemen şirk kültürünü benimsemiş, böylece şirkle, bid’atle, uyumlu ve ılımlı bir acaib karakter ortaya çıkmıştır. Bir tarafta kendilerini İslâm’a mensup gören, diğer tarafta egemen tağutlara itaat eden bir tip! Bir tarafta, “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin Kâfir, zalim ve fasık olduklarını” dilleriyle söyleyen, diğer taraftan onları alkışlayan, destek olan hatta bizzat, Kuranın ifadesi ile zalim diye tanıttığı kişinin makamında oturan fakat kendini müslüman zanneden bir tip. Mesela düşünün ki siz; Bilmediğiniz bir dilde kitap okuyorsunuz ve içerisinde, bu okunan bilgilerin tek tek anlaşılıp yaşanması gerektiğine dair açıklamalar bulunsa fakat okuduğu bilgilerin zaruretini kavrayıp yaşamadığında da ahmak, akılsız, cahil diye nitelendirse, okuyucunun yazılanları anlaması sebebiyle şöyle bir sonuç ortaya çıkacaktır. Kitap kendisine her yapmadığı amel için fasık, sahip olmadığı düşünce için gafil ve yalancı diyor. Asılda okuyan kendisine yukardaki kelimeleri söylüyor ama farkında değil şimdi bu kişi hakkında ne dersiniz. Acı ama var olan bir tablo zihinlerimizde canlanıyor.
Bilindiği üzere müşrik Allah’u Teâlâ’ya zat, sıfat veya fillerinde ortak koşan kimsedir. Eğer bir isminde dahi eş veya benzerinin olduğuna inanıyorsa kişinin müşrik olması için yeterlidir. Sadece haşa Allah’u Teâlâ’nın ortağı var diyerek diliyle söylemesine gerek yok. Yaşantısı ve akidesi böyleyse o kimse zaten müşriktir. Allah (cc) insanların birçoğunun müşrik olduğunu ayette beyan etmektedir;
وَكَأَيِّن مِّن آيَةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ
وَمَا يُؤْمِنُ أَكْثَرُهُمْ بِاللّهِ إِلاَّ وَهُم مُّشْرِكُونَ
“Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, insanlar bunların yanından yüz çevirip geçerler de ibret atmazlar. Onların çoğu ancak müşrik olarak Allaha iman ederler.” (Yusuf 105-106)
“Başka ilahları Allah’a eş koşmalarının nedeni Allah’ın Sırat-ı Müstakime giden yolu gösteren işaret levhaları mesabesindeki ayetlerinden yüz çevirmeleridir. Böylece yoldan sapmakta ve dikenli çalılar arasında yitip gitmektedirler. Gerçi çoğu hakikati bütünüyle gözden kaçırmamıştır ve Allah’ı bir yaratıcı, bir Rabb olarak inkâr etmemekte ancak O’na şirk koşmaktadır. Yani, Allah’ın varlığını inkâr etmemekte fakat O’nun zatına, sıfatlarına, kudret ve haklarına ortak olan başka ilahlara da inanmaktadır. Eğer gökler ve yerdeki ayetleri bu bakış açısıyla müşahede etselerdi hiçbir zaman şirke düşmezlerdi, zira her yer ve şeydeki bu ayetlerin, Allah’ın birliğinin birer delili olduğunu keşfedeceklerdi.”[58]
Müşrikler; Kargaşalıklar, bunalımlar ve başıboşluklar içerisinde bocalayan şaşkınlardır. Müşrikleri bunalımların içerisine iten hiç şüphesiz şirktir. Şunu unutmayalım ki; dünyadaki bütün kargaşaların temelinde terbiye edilmemiş arzular, insana yardım etme olgunluğuna erişmemiş insanlar ve insan tabiatına aykırı negatif düşünceler sebep olmaktadır. Aslında, bir inanç olarak şirk, varlıkta ve toplum hayatında var olması gereken birliğe ve düzene intibak edememe halidir. Şirk arızi, geçici heveslerin ve ihtirasların kurbanı olan üstün değerleri yok etmektedir. Esasen bir fikri dayanaktan yoksun Allah’a ortak koşma inancı; bocalama, saldırı, kargaşa, bunalım gibi insanı yaşamdan tiksindiren davranışları beşeriyete hediye etti. Hayatın gerçekleri karşısında kendini müdafaa edemeyen bu fikirler, asırlardır aldatma, kötü alışkanlıkları meşru gösterip ve insanları bağımlı yaparak hayatını sürdürmeyi yeğlemiştir.[59] Tabii ki, bu da dayanıksızlıktır. Bakınız Allah’u Teâla şöyle buyuruyor:
لاَّ تَجْعَل مَعَ اللّهِ إِلَهًا آخَرَ فَتَقْعُدَ مَذْمُومًا مَّخْذُولاً
“Allah ile beraber başka ilah edinme ki, sonra kınanmış ve dayanıksız kalmayasın.”( İsra 22)
“Dikkat edilirse müşrikler, hayatlarını muhtelif sahte ilahlar için bölen ve dağıtan çaresizlerdir. Müşrikler; putların ve heykellerin huzurunda hazır bekleyen sorumsuzluğun bunalımlı ve bunak savaşçılarıdır. Çünkü putların himayesine sığınmayı sermaye edinenler müşriklerdir.”[60] “Bilindiği gibi, putlar; esasen hayat hususiyetinden bütünüyle yoksundur. Putların görme hassaları yoktur; işitmezler, konuşmazlar. Putların tutacak elleri, yürüyecek ayakları yoktur. Putlar yol gösteremezler, düşünemezler ve bilemezler!”[61] Beyni küflenmiş bu müşrikler, karşısına geçip tapmış oldukları putlar kadar basit ve acizdirler. Putlar hakkında sahip oldukları bilgiyle, farkında olmadan delillerini çürütürler, kendi ağızlarıyla onların aciz olduğunu söylerler fakat onlara yüklemiş oldukları kutsiyet beyinlerini köreltmiştir. Müşrikler; itikaden pis ve necis olanlardır. Allah’u Teala ezeli ve ebedi hayat rehberimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ فَلاَ يَقْرَبُواْ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هَذَا وَإِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْنِيكُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ إِن شَاء إِنَّ اللّهَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
“Ey iman edenler! Şüphesiz müşrikler necistir. Artık bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız bilin ki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirecektir. Şüphesiz Allah Alim’dir, Rahim’dir.”(Tevbe/28)
Evet, müşrikler; bütün varlıkları ve bütün hakikatleriyle pistirler. Hisler, müşriki çirkin görür. Temiz insanlar, müşrikten temizlenmek ihtiyacını hissederler. Hakikatte müşriklerin bu necisliği, manevi bir necasettir, hissi değildir.[62] Bizzat bedenleri itibariyle, maddi varlıkları bakımından değil, inançları ahlaki anlayış ve davranışları, amelleri ve “cahiliye” yollarında olmaları yönünden “necis” (pis) diler. Müşriklerin, mübarek yerin kutsal sınırları içinde kalan sahalarına girmelerinin yasaklanmış olması bu sebepten dolayıdır.[63]
Müşrikler, itikatları bakımından pis hükmündedirler. Onların işledikleri bu suç, kalplerini kara kara lekelerle kaplamıştır. Bunun temizliği hiçbir sıvı ya da hiçbir kimyevi madde aracılığı ile giderilemez. Defalarca da yıkansa o necistir. Allah’ın sıfatlarına, hükmüne karşı tutumu onu aşağılık konumuna itmiş ve necaseti kazandırmıştır. Bunun temizliği ancak Tevbe ve iman ile mümkündür. İmandan daha üstün ve keskin temizleyici yoktur. İslam kendinden öncekileri siler. Şirk ise ebedi gazabın, aftan mahrum kalmanın sebebidir. Nitekim Allah (cc) hayat rehberimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır;
إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاء وَمَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيدًا
“Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz, derin bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisa/116)
Şu halde şirk (Allah’a ortak koşmak), hem Hakk’a bir iftira ve büyük günah, hem de derin bir sapıklıktır. Ve her iki şekil de büyük zulümdür.[64]
Şirk büyük zulümdür. Yeryüzünde işlenen en ağır suçtur. Allah (cc)’ın hakkını bir başkasına vermek suretiyle affı olmayan zulüm işlenmiş olur. Zira kişi şirk koşarken Allah (cc)’ın verdiği nimetleri kullanır, O’nun verdiği nimetlerle şirk koşar. Bir de o nimetlerin itaat için verilmiş olması şirkin vahamet derecesini biraz daha artırmaktadır. İtaat için verilenlerle isyan etmek. Zira Lokman (as) oğlunu böylesi sapıklıktan, sapkınlıktan, zulümden şöyle sakındırmıştır;
وَإِذْ قَالَ لُقْمَانُ لِابْنِهِ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللَّهِ إِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ
“Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.”(Lokman/13)
Şirkin sonucu hüsran, kendisi ise karmaşa şüphe ve çelişkidir. Şirk inancının temelinde insanın gerek ruhi gerek fiziki yapısını bozan bu tarz bozukluklar yatar. Bu konuyla ilgili Dr. Ruhi Özcan’ın İbadetlerde Şekil ve Mana İlişkisi adlı eserinde şunları kaydetmiştir;
“Bizim son zamanlarda dilimizde tekrarlanan bir tabir var. “Şirk tabiri”. Müşriklik veya Şirk müslüman tarafından çok iyi anlaşılması lazım gelen bir ifadedir. Allah(c.c.) Zatında, sıfatlarında,fiillerinde tektir. Sadece Allah’a mahsus olan niteliklerde, vasıflarda, sıfatlarda Allah’a mukabil bir başkasında bu vasıfları görürseniz, bu nitelikler ve bu vasıflar, onda da var derseniz, o kişide bu toplumda, şu yapıda şu etapta var derseniz Allah’a ait olan sıfatı bir başkasına verdiğinizden dolayı Allah’a denk Allah’a ortak tanımış olup bu manada şirke düşmüş olursunuz.
Hüküm koyma salahiyetini Allah sadece kendisine tahsis etmiştir. Allah’ ın bu yetkisinin mukabilinde, karşısında olarak kendinizde siz onun koyduğu hükümlere mukabil hüküm koyma yetkisini görürseniz, aynı salahiyeti bir başkasında da var diye düşünürseniz, gönlünüzü ona yatkın kabul ederseniz bu Allah’a şirk koşmanız manasında bir düşünce tarzıdır. Şunu unutmayalım ki; insan Allah’ın koyduğu hükümler karşısında arzu ve isteklerine uyup onlardan talimat alırsa arzu ve isteğini ilahlaştırmış oluyor.[65]
Allah’ın kurallarına rağmen kural koymak ya da o kurallara göre hayatını tanzim etmek şirktir. Bu ameliyeyi gerçekleştirenler şeksiz ve şüphesiz ‘Müşriktirler. İsmi, makamı ne olursa olsun bu gerçeği değiştiremezler.
ŞİRK KOŞARAK İMAN EDENLER
Şirk inkârdan ince bir farkla ayrılır ki bu ayrışımın temel sebebi şirkte imanın söz konusu olmasıdır. Müşrikler, Allah’a iman eden kâfirlerdir. Allah(cc)’ın varlığına iman ederler fakat birliğini ve tekliğini inkâr ederler. Böylelikle hem müşrik hem kâfirdirler. Nitekim Allah (cc) ebedi düsturumuz Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurmaktadır;
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَهُمْ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ فَأَنَّى يُؤْفَكُونَ
“Andolsun, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette, “Allah” derler. Öyleyken nasıl döndürülüyorlar?”(Zuhruf/87)
Ayetten de anlaşıldığı üzere müşrikler Allah’ın yaratıcı olduğunu biliyorlar ve O’nun varlığına iman hususunda herhangi bir tereddütleri bulunmamaktadır. Hatta sadece varlığına iman etmekle kalmayıp rızık verici olduğunu kainata hükmettiğini de kabul ve tasdik ediyorlar. Nitekim;
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ فَأَنَّى يُؤْفَكُونَ
Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı hizmetinize kim verdi?” diye soracak olsan mutlaka, “Allah” diyeceklerdir. O hâlde nasıl (haktan) döndürülüyorlar?(Ankebut/61)
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّن نَّزَّلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَحْيَا بِهِ الْأَرْضَ مِن بَعْدِ مَوْتِهَا لَيَقُولُنَّ اللَّهُ قُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ
Andolsun, eğer onlara, “Gökten yağmuru kim indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti?” diye soracak olsan, mutlaka, “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Hamd Allah’a mahsustur.” Fakat onların çoğu akıllarını kullanmazlar.(Ankebut/63)
Yukarıdaki ayetlerde müşriklerin akidevi yapısını az da olsa görmüş olduk. Fakat onların bu kabulleri, tasdikleri, imanları onlara bir fayda vermemiştir. Nitekim bu konuyla alakalı Süddi (rha) şunu söylemiştir; İbâdetin fayda vereni de, fayda vermeyeni de vardır. “Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, muhakkak: Allah, derler.” (Lokman, 25) İşte bu, onlar için bir ibâdettir. Ancak şirk ile beraber olduğu için onlara fayda verecek değildir.[66]
“İnsanların çoğu Allah’ı kainatın Halık’ı olarak kabul etmenin zarurî sonuç ve gereklerini, bununla neyin çatıştığını bilmez. Bir kimse Allah’ı yerin ve göklerin yaratıcısı olarak kabul ettiği zaman İlâh ve Rabbin yalnızca Allah olduğunu da kabul etmek zorundadır. Yalnızca O’nun ibadet ve itaate lâyık olduğunu, yalnızca O’ndan yardım istenebileceğini ve O’ndan başka hiçbir varlığın, mahlukatın Şârî ve Hakim olamayacağını da kabul etmek zorundadır. Birincisi Halık’tan başkasını ilâh kabul etmek akla aykırıdır ve yalnızca cahillerin içine düşebileceği bir çelişkidir. Aynı şekilde bir varlığın yaratıcı olduğuna inanıp, O’nun yarattıkları arasından birini belâları giderici veya bir ilâh, kudret, hüküm ve hakimiyet sahibi bir varlık olarak kabul etmek hiçbir akıl sahibinin teslim ve tasdik edemeyeceği bir çelişki olacaktır.[67]
Şirk, yeryüzündeki en ağır suçtur. Allah’ı kabul edip O’na rağmen ortaklar koşmaktır. Allah’tan başkasına saygı göstermek, sevgi beslemek, hükmüne başvurmak ve onlara kutsiyet yüklemek suretiyle derin bir sapıklığa düşmüşlerdir. Firavun ve Nemrut gibilerin hükmü altına girerek onların kanunlarını desteklemek ve devamı için çalışmak, yorulmak Allah (cc)’a noksanlık izafe etmektir (Haşa). Bu akidenin sahipleri belli başlı amellerle Allah (cc)’ı razı ettiklerini düşünürler. İlginç olan da budur. Bir takım amellerinin Allah tarafından beğenildiğini ve hoş karşılanacağını düşünerek sapıkça fikirler ve ameliyeler türetmişlerdir. Nitekim;
وَمَا كَانَ صَلاَتُهُمْ عِندَ الْبَيْتِ إِلاَّ مُكَاء وَتَصْدِيَةً فَذُوقُواْ الْعَذَابَ بِمَا كُنتُمْ تَكْفُرُونَ
“Ve onların Beyt-i Şerif’teki(Kâbe) namazları(ibadetleri), ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka değildir.”(Enfal/35)
Onlar Kâbe’nin yanında namaz kılıyor olsalar bile, onun dostları korucuları değildirler. Üstelik yaptıkları tapınma namaz da değildir. Yaptıkları ıslık çalmak ve el çırpmaktı. Vakardan uzak, karmakarışık birtakım davranışlardı. Ne Kâbe’nin saygınlığının bilincindeydiler, ne de Allah’ın heybetinden ürperiyorlardı.
İbn-i Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle der: “Müşrikler yanaklarını yere değdirerek ıslık çalıyor, alkış tutuyorlardı.”
Bu olay günümüzde “İslâm ülkeleri” (!) adı verilen birçok ülkede, yanaklarını kapı eşiklerine, mevki ve makam sahiplerinin ayaklarına sürten çalgıcıları, dalkavuk alkışçıları ve şamatacıları hatırlatmaktadır insana. İşte bu, değişik şekillerde ortaya çıkan aynı cahiliyedir. Ve bu cahiliye bir kez daha en büyük ve en açık şekliyle ortaya çıkmıştır. Yeryüzünde kulların ilahlık sürmesi, insanların hayatına hükmetmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu olay gerçekleşti mi diğer cahiliye şekilleri bunu izler ve bunlar sadece bu büyük cahiliyenin bir ayrıntısı niteliğindedirler.[68]
Mekkeli Müşrikler, Kâbe’nin dibinde de olsalar hatta onun içerisine girip ibadette de bulunsalar, bu halleriyle gene de Allah’ı razı edememişlerdir. Hacılara su dağıtma veya Kâbe’nin örtüsünü kendi cebinden değiştirme gibi cömertçe davranışlarda da bulunsalar gene de ‘Müslüman’ vasfını elde edememiş böylelikle de amellerinin karşılığını alamamışlardır. Yaptıkları amelleri Allah’a karşı gelmek gayesiyle O’nu tanımamak gibi bir amaçla değil bilakis O(cc)’nun rızasını gözeterek yaptıklarını ileri sürmüşlerdir. Nitekim;
أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ
“İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.”(Zümer/3)
“Mekkeli kâfirler ve genelde tüm müşrikler, “Biz başka kimselere yaratıcı oldukları için kulluk etmiyoruz. Biz sadece Allah’ı yaratıcı olarak kabul ediyor ve O’na itaatte bulunuyoruz. Ancak O’nun yüce makamına doğrudan ulaşamadığımız için, arada bulunan mübarek zatlara dua ediyor ve dualarımızı Allah’a çabucak ulaştırsınlar diye onlara müracaatta bulunuyoruz” demektedirler.
“İttifak ancak tevhid üzerinde söz konusudur, şirk üzerinde ise ittifak etmek mümkün değildir.” Hiçbir müşrik hangi ilâhın, hangi aracının Allah’a daha yakın olduğu konusunda hemfikir değildir. Bazıları aya, güneşe ve yıldızlara vs. aracı olarak tapmaktadır ama, aralarında, bunlardan hangisinin Allah’a daha yakın olduğu konusunda bir birliktelik yoktur. Yine bazıları ölmüş bulunan muhterem zevatın Allah indinde kendilerine şefaat edeceğine inanmalarına rağmen hangisinin orada daha etkili olduğu konusunda ayrılık içindedirler. Dolayısıyla bu tür inançların hiçbiri bir ilme dayanmaz. Çünkü kimin ilahî yetkiyle donatıldığı, kimin sözlerinin Allah indinde geçerli olduğu, Allah tarafından bir liste halinde gönderilmiş değildir.
Tüm bunlar cahilce inanışlar ve ataları körü körüne taklidin bir sonucu olduğu için, ihtilafın vukû bulması kaçınılmazdır.
Allah Teâlâ, bu kimseler için “Kâzip” ve “Kâfir” olmak üzere iki tür ifade kullanmıştır. Kâzip denmesinin nedeni onların Allah’a yalan ve iftira uydurmuş olmalarıdır. Kâfir ifadesi ise, ilki, hakkı reddetmeleri ve tevhidi bildikleri halde batıl inançları üzerinde ısrar etmeleri, ikincisi ise, “Allah’ın nimetleri için başkalarına şükretmeleri ve Allah’ın verdiği rızık ve nimetlerde, O’nun yanında sözü geçtiğini zannettikleri kimselerin payı olduğuna inanmaları” dolayısıyla iki anlamda kullanılmıştır.”[69]
Onlar Allah (cc)’a göstermeleri gereken saygıyı itaati, putlarına kendi beşeri ideolojilerine gösteriyorlardı. Kendi elleriyle yazmış oldukları kural ve kanunların insanlar üzerindeki hâkimiyetinin devamı için savaşan, canlarından vazgeçen beşeri sistemlerin müdavimleridirler. Onlar için canlarını vermekten çekinmezler. Bunu şeref ve haysiyet meselesi olarak görürler ve çocuklarına da bunu öğretirler. Bugünkü halkın, demokratların, Demokrasiye ve Laikliğe besledikleri sevginin benzeridir. Demokrasiyi ve Laikliği güzel göstermek için dinlerini satarlar. Allah’ın ayetlerini te’vil ederler ve Demokrasiye gelecek herhangi bir zarardan büyük endişe duyarlar. Demokrasi için meydanları doldururlar hatta sabaha kadar nöbet tutmaktan, ayakta durmaktan da geri durmazlar. Onlar, putlarını beşeri sistemlerini öyle severler ki;
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَتَّخِذُ مِن دُونِ اللّهِ أَندَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّهِ وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَشَدُّ حُبًّا لِّلّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ أَنَّ الْقُوَّةَ لِلّهِ جَمِيعاً وَأَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ
“İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp da O’na ortak koşanlar vardır. Onları, Allah’ı severcesine severler. Mü’minlerin Allah’a olan sevgisi daha güçlü bir sevgidir. Zulmedenler azaba uğrayacakları zaman bütün kuvvetin Allah’ın olduğunu ve Allah’ın azabının pek şiddetli olduğunu bir bilselerdi!”(Bakara/165)
Onlar ister itiraf etsinler, ister gizlesinler, isterse de kabul etmesinler; hâkimiyet, egemenlik, sulta, tasarruf yetkisi, yaşam tarzı belirleme ancak ve ancak Allah (cc)’a aittir.
إِنَّ رَبَّكُمُ اللّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِأَمْرِهِ أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ
“Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan ve Arş’a kurulan, geceyi, kendisini durmadan takip eden gündüze katan, güneşi, ayı ve bütün yıldızları da buyruğuna tabi olarak yaratan Allah’tır. Dikkat edin, YARATMAK TA HÜKMETMEK TE ALLAH’A MAHSUSTUR. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı yücedir.”(Araf/54)
Şirki daha iyi anlayabilme adına ilk isyanı başlatan şeytanın kıssasını hatırlatmakta fayda görüyoruz;
قَالَ مَا مَنَعَكَ أَلاَّ تَسْجُدَ إِذْ أَمَرْتُكَ قَالَ أَنَاْ خَيْرٌ مِّنْهُ خَلَقْتَنِي مِن نَّارٍ وَخَلَقْتَهُ مِن طِينٍ
Allah İblis’e “- Ben, sana secde ile emretmiş iken, seni, secde etmekten alıkoyan neydi?” buyurdu. İblis şöyle dedi: “- Ben Âdem’den hayırlıyım çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.”(Araf/12)
Bilindiği üzere Allah (cc), meleklere Adem (as)’a secde etmesini emretmiş fakat şeytan bu emre muhalefet edip secde etmeyerek baş kaldırmıştır. Fakat şeytanın bu baş kaldırışı bildiği halde Allah’ı inkar ettiği için değil Allah’ın hükmünü beğenmediği içindir. Dikkat edilirse şeytan kendi diliyle yaratıcının Allah olduğunu söylüyor bu ağzından kaçırdığı bir hakikat değil kesin kes inandığı bir gerçektir. Şeytanın böyle bir başkaldırışla küfre girmesi birçok meseleyi açığa kavuşturuyor.
Şeytan, Allah (cc)’ın hükmüne mukabil bir hüküm ortaya atarak tağutlaşıp bir ilke imza atmıştır. İlk tağut şeytandır. Allah (cc), Adem’e secde edin diyerek o konu hakkındaki hükmü verince; İblis, Beni ateşten onu topraktan yarattın ben daha üstünüm diyerek kendi hükmünün daha doğru olduğunu iddia etmiştir. Allah’ın kanunu yerine kendi mantığını ortaya koyup; ateşin topraktan üstün olduğuna dair bir delilin olmamasına rağmen delilsiz hareket etmekle kalmayıp emre isyan ederek büyük bir sapkınlığın içine düşmüştür. Ve şeytan böylelikle kâfirlerden olmuştur. Allah’ı yaratıcı kabul etmesi varlığını kabul etmesi iblisin bir işine yaramadı. Eksik tanıma, eksik inanç beraberinde isyanı getireceğinden sapkınlık kaçınılmaz hale gelir. Şeytanın içine düştüğü durum da işte budur. Sonuç olarak;
“Allah Teâlâ, meleklere, Hz. Âdem’e secde etmeyi emretmiştir. Çünkü O, “Hâni meleklere, “Âdem’e secde edin” demiştik de, iblisten başkası hemen secde etmişlerdi” (Bakara. 34) buyurmuştur. Sonra iblis, bu nassı (emri) tamamen reddetmemiş, aksine kıyas yaparak kendisini bu umumi emir dışında kabul etmiştir. Onun kıyası da, “(Çünkü) beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın” (Araf, 12) şeklindeki sözüdür. Sonra âlimler, iblisin böylece, kıyasını nassa takdim ettiği(önüne geçirdiği) ve bundan dolayı lanetlenmiş olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da, nassı kıyas ile tahsis etmenin, kıyası nassa takdim etme manasına gelir ki caiz değildir.”[70]Bu kıssada dikkat çeken bir ifade söz konusudur. Allah (c.c.)iblis için ‘o kafir oldu’ dememiş ‘kafirlerden oldu’demiştir.Yani Allah azze ve celle kendi hükümleri dışındaki hükümlerle hükmeden herkesin kafir olacağını,bunun sadece iblise ait bir hüküm olmadığını beyan buyurmuştur.
Günümüzde de bu hastalık söz konusudur. Allah’ın hükmünü arkaya atıp kendi heva heveslerini öne alanlar şeytanın düştüğü duruma düşenlerdir. Salt bir Allah inancı tevhid için yeterli değildir. Allah’a iman ettiğini söyleyen milyonlarca insan O’nun peygamberinin (sav) getirdiği şeriata uymayarak onun tek doğru kaynak olduğunu kabul etmeyerek ağızlarından çıkanla çelişki içerisine girmektedirler. Allah (cc)’ın bir konu hakkındaki hükmünü bildiği, duyduğu halde; çağın gereği ya da bu kadar insan yanlış mı yapıyor gibi cümlelerle arkaya almak Allah ve Resulünün önünden yürümek demektir.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَيِ اللَّهِ وَرَسُولِهِ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
“Ey iman edenler! Allah’ın ve Peygamberinin önüne geçmeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”(Hücurat/1)
Allah (cc)’ iman etmekle birlikte kendi aklını Allah’ın Şeriat’ına tercih eden veya kendisi gibi biri olan insanın aklının mahsulü olan kural ve kanunlara uymak, kabul ve tasdik etmek bu bağlamda şirktir.
“Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin yöneticileri, Allah (cc)’a inandıklarını, kitleler önünde ikrar ederler. Ancak belirli ideolojilerle, insanların hayatlarına yön vermeye kalkarlar. Yani Allahu Teâlâ’ya, kurtarıcı ilan ettikleri ideologları ortak koşarlar. Bu sebeple Müşrik Düzen tabiri isabetlidir.”[71]
Allah’a iman etmekle, Beytullah’ı tavaf etmekle birlikte hatta namaz kılmak oruç tutmakla birlikte Allah’tan başkasını kanun koyucu kabul etmek şirktir. İslam’a aykırı ideolojilere sistemlere, küfür adetlerine inanmakla mümin olamazlar. Bakınız bu konuda İmam-ı Rabbani (rha) şöyle diyor; “Şirk adetlerine küfür mevsimlerine tazim etmek şirkte sağlam bir basamaktır. İki dini (sistemi) tasdik eden dahi şirk ehlinden sayılır. İslam hükümlerinin tamamı ile küfrü bir araya getirmeye teşebbüs eden dahi müşriktir. Halbuki küfürden teberri etmek, şirk şaibelerinden sakınmak tevhiddir.
Marazların, hastalıkların def’i için, esnamdan ve tâğûttan (putlardan ve heveslerinden kanun uyduranlardan) yardım talep etmek şirktir. Böyle şeyler, ehl-i İslam’ın cahilleri arasına şayi olmaktadır. Yontulmuş taşlardan hacet talep etmek dahi küfrün kendisi olup Allahu Teâlâ’yı inkârdır.”[72]
Ehli kitab ’ın şirkine gelince; Ehli kitap olan Yahudi ve hristiyanlar da müşriktirler. Ehli kitap olan Yahudi ve Hristiyanlar hakkında Allah-ü Teâla şöyle buyuruyor: “Yahudiler: “Üzeyir Allah’ın oğludur”, Hristiyanlar da: “Mesih: (İsa) Allah’ın oğludur” dediler. Bu, daha önce inkâr edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri bir sözdür. Allah onları yok etsin, nasılda döndürülüyorlar?” (Tevbe 30) Dikkat edilirse bu ayet-i kerimede; “Ehl-i Kitab’ın nasıl şirk koştuğu açıkça izah buyurulmuştur. İslam Dininin esaslarına inanmayan, tevhid akidesini inkâr eden ve bunları açıktan açığa ilan edenlere “Hakiki Müşrik” denilmiştir.[73] Yahudiler ve Hristiyanlar “Hakiki Müşrik” grubuna dâhildirler.[74]
Müfessirin ulemadan M. Hamdi Yazır (r.a.) şöyle diyor; “Müşrik, lisanı Kur’an’da iki manaya ıtlak olunur ki biri zahiri, diğeri hakikidir. Zahiri müşrik, açıktan açığa Allah’a şerik koşan, teaddüdi/birden fazla ilaha kail olanlardır. Bu manaca Ehli-i Kitap olana müşrik denmez. Hakiki müşrik de hakikaten tevhide ve dini İslam’a kâfir olanlar, yani mü’min olmayan gayr-i müslimlerdir. Bu manaca Ehl-i Kitab olan Yahudi ve Hristiyanlar dahi müşriktirler. Zira bunlar zahiren Tevhid iddialarına rağmen hakikatte Allah’a veled/çocuk isnad ederler.[75]
Şunu bilmekte fayda vardır: Allah’ın birliğine inanmayan ve vahye tabi olmayan kişiler ister ehl-i kitab olsun, ister ehl-i kitab olmasın müşriktirler. Ölçü, Allah’ın birliğine imandır. Allah’ın birliğine iman etmeyen kişinin kimliği ne olursa olsun müşriktir. Ve şirk kavramının, ifade ettiği en geniş anlamda budur. Aslında şirk kavramının küfürle ilgisi, sözlük yönünden değil şer’i yöndendir. Ehl-i Kitabın şirki, açık değil te’villidir. Bu nedenle onlara doğrudan müşrik denilmekten kaçınılmıştır. Kitab-ı Mukaddeste, şirki reddeden ayetler bulunmakla beraber, şirk ifade eden ayetler de bulunmaktadır. Teslis ve ittihat gibi.[76] Kısacası ehli kitap olan Yahudi ve Hristiyanların sözleri, iddialarını yalanlamaktadır. Gerek Yahudiler ve gerekse Hristiyanlar olsun, müşriktirler. Her hâlükârda putlara tapan diğer müşrikler gibidirler. Çünkü ehl-i kitab, ehl-i şirktendir.[77] Yani itikad nokta-i nazarında ehl-i kitab olanlar müşriktirler, Ehl-i kitabın şirki, dalaletten ziyade iftira, diğerlerininki de iftiradan ziyade sapıklıktır, Biri ahlaksızlığa, diğeri sapıklığa yöneliktir.[78] Yani ehl-i kitab olanlar sapıklığın içerisinde yüzen müşriklerdir.
MÜŞRİKLEŞME TEHLİKESİ
Müslüman fert ve toplumları bekleyen en büyük tehlike hiç şüphesiz kalplerde bulunan imanın küfür ile değiştirilmesidir. Allah katında, makbul imana sahip olmak nasıl önemli ise o imanı muhafaza etmek ve son nefese kadar taşımak daha önemlidir. Müslümanların müşriklerin akidesine dair bir meseleyi dahi kabul etmeleri, temiz olanın pis olanla, hayırlının şer ile faydalının zararlı ile ıslah ’ın ifsad ile değişmesi ve kirlenmesidir. Müslümanların, müşrikleşmesi kendilerine indirilen Kuran’ın içeriğinden taviz vermeleri ve İslam’ın dışında kalan herhangi bir ideolojinin iradesinin ortaya koyduğu fikir beyanlarını tasdik ve tatbik etmesi neticesinde gündeme gelen bir meseledir. Dolayısıyla iki mesele arasındaki ilişki şudur, birincisi; şirkin topluma girmesi ve yayılması için çalışan grup, birde sahip olduğu inanç ve değerleri kaybetme tehlikesi ile başbaşa kalan ikinci grup. Şirk, Hz. Muhammed (sas)’in kendisinden sakındırmış olduğu en büyük tehlikedir. Şeddat bin evs(R.a)’ın rivayeti ile Önderimiz (Sas) bir hadisinde; Ümmetim, hakkında en çok korktuğum şey, Allah’a ortak koşma (suçunu işlemeleri) dir. Bilmiş olunuz ki: Şüphesiz onlar güneşe, aya veya puta tapacaklar diyecek değilim ve lâkin bir takım ibadetleri Allah’tan başkası için işleyecekler ve gizli bir şehvet arzulayacaklar. “Buyurmuştur. Dikkat edersek peygamberimiz(Sas) ümmeti adına en korktuğu tehlike şirktir.
Müslüman, Alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim olmuş kimse demektir. Kendisinden müslüman sıfatının uzaklaşması ise, kendisini müslüman kılan özelliğini kaybetmesi sonucu gündeme gelen bir durumdur. Yani teslimiyetin Allah’a olması demek, hayatın her alanında Allah’ın kelamının, emrinin, hükmünün uygulanması demektir ki ozaman kişilere müslüman denmiştir. İşte buradan hareketle Ayeti Kerime’yi dikkatle incelersek konu kolayca anlaşılır. Allah azze ve celle;
وَلاَ تَأْكُلُواْ مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ وَإِنَّهُ لَفِسْقٌ وَإِنَّ الشَّيَاطِينَ لَيُوحُونَ إِلَى أَوْلِيَآئِهِمْ لِيُجَادِلُوكُمْ وَإِنْ أَطَعْتُمُوهُمْ إِنَّكُمْ لَمُشْرِكُونَ
“Üzerinde Allah’ın isminin anılmadığı şeyi yemeyin; çünkü bu bir fısk’tır (yoldan çıkıştır) . Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli-çağrılarda bulunurlar. Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz.” (Enam 121) buyurmaktadır.
Dikkat ederseniz Ayeti Kerime’nin ifadesi açıktır. Muhataplarına bir ölçü belirliyor ve ölçünün dışına çıkan kişilere sıfat olarak ta müşrik deniliyor. İmam kurtubi(Rah) bu Ayet ’in tefsirindeki açıklaması şudur; “Şüphesiz mümin, müşrik’e itaat etmekle müşrik olur. Ancak bu itaati itikatta ise müşrik olur. Ama fiilen müşrik’e itaat eder, ancak akidesi selim, Tevhid ve tasdik üzere kalmakla devam ediyorsa bu kişi asidir. Bunu iyice belleyiniz.[79]
Bu meselede anlaşılması zaruri durum o ki, müşriklere itaat hangi konuda olursa olsun fark etmez kişiyi onlardan, yani müşriklerden yapar. Allah azze ve cellenin inzal etmiş olduğu şeriatı haşa çirkin gören, Dini Mübin’in apaçık ayetlerini hayat sahnesinden uzaklaştıran, Ayetlerin ifadelerini “güncelleştirmek lazımdır” diyerek insanlara batıl fetvalar veren din görevlilerini yani bel’am’ları besleyen düzenin tabilerine, müslüman nasıl olurda tâbi olabilir. Az önce okuduğunuz cümlelere dikkat ederseniz bu kimselere uymanın neticesi olarak “sizde müşriklersiniz” denilerek dünyadayken dahi ağır bir cümleye hedef olmuşlardır.
Yine yukarıda zikredilen ayetin tefsirinde Mevdudi(Rah) şu izahı yapmıştır;
“Allah’ın ilâhlığını kabul etmekle birlikte Allah’tan yüz çevirenlerin yollarını ve buyruklarını izlemek de şirktir. Allah’ın birliğini kabul etmek, hayatın tüm yönlerinde Allah’a itaat etmektir. Allah’ın yanı sıra bir başka kişiye daha itaat edilmesi gerektiğine inanan bir kimse akide açısından şirke düşmüştür. Haram ve helâl kılma yetkisini kendisinde gören böylesi kişilere Allah’ın yol göstericiliğini hiçe sayarak itaat eden bir kimse ise şirke fiili açıdan girmiş olur.”[80]
Kuran’ın bütün bu açıklamalarına rağmen, İslam ülkelerinde! Kendilerini İslam önderleri diye topluma kabul ettiren firavunun çağdaş dostları, cahil toplumları aldatmada çok çeşitli yöntemlere başvurmaktadır. Avrupa adındaki vampirlerin görüşünü kabul eden onaylayan idareciler İslam toplumlarına da çağdaşlığın gereği düşüncesini aşılayarak İslam’ın onlar için seçtiği en şerefli yaşamdan uzaklaştılar. Sadece dinlerini kaybetmekle kalmayıp, aynı zamanda dünyalarını kaybettiler. Hayat sebebimiz Kuran’ı Kerimde Allah cc;
وَلَن تَرْضَى عَنكَ الْيَهُودُ وَلاَ النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ قُلْ إِنَّ هُدَى اللّهِ هُوَ الْهُدَى وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءهُم بَعْدَ الَّذِي جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ مَا لَكَ مِنَ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ
“Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir.”(Bakara 120) Buyurmaktadır.
Yani, “Bu insanların Sen’den hoşlanmamalarının nedeni, Hakk’ı arayan samimi kimseler olmaları ve Sen’in Hakk’ı, gereği gibi açıkça anlatmayı becerememen değildir.
Aksine, onların sana karşı çıkmaların nedeni, senin Hakk’ı o denli açıkça ortaya koyup onlara, dini kendi arzu ve isteklerine göre değiştirebilecekleri bir boşluk bırakmamandır. Bu nedenle onları bırak ve uzlaşmaya çalışma; çünkü sen dine karşı onların takındığı tavrı takınmadıkça, onlar senden razı olmazlar. Eğer sen de onlar gibi ikiyüzlülük yapsan ve Allah’a ibadeti nefse tapınma için bir kılıf olarak kullansan, o zaman senden hoşnut olurlardı. İnanç ve kötü amellerinde onlara uymadıkça, onları hoşnut edemezsin.”[81]
Bugün İslam coğrafyasında birtakım insanlara rastlarsanız, isimleri Ahmet, Hüseyin, Abdullah’ tır… Nüfus cüzdanlarında, din hanesi karşısında “İslam” yazılıdır. Çeyiz bohçasında evine gelmiş olan Kur’an bile vardır zaten kılıf içinde… Kurban keserler bayramlarda milli birlik ve beraberliği bozmamak için… Mevlut okuturlar ölülerinin elli ikinci gününde… Ama İslam’ın esaslarını ( ! ) bu şekilde yerine getiren Müslümanlarla (!) konuştuğunda şunları duyabiliyorsunuz onlardan:
-Efendim, bu çağda da hırsızın eli kesilir mi? Bu medeni dünyada şarap haram olur mu? Seksin, yani fuhşun bu kadar harc-ı âlem olduğu bir dünyada, “zina haramdır” denir mi? Hele hele güzel kapitalizmimizin yürümesi gerekirken, buna engel olacak olan faiz yasağından, faizin haram olduğundan söz edilir mi?. Hele hele din fakültelerinde uzun uzun mantolar, tuhaf tuhaf örtüler, sakallılar (tabi çember olanları kastetmiyorum, yoksa modern sakala evet tabii) görünmesi çağdaşlıkla hiç bağdaşır mı? Vs.
Şimdi aynı müslümanlara (!) deseniz ki: Efendi, sen Allah’ın birliğine yani ortağı olmadığına, O’nun her şeyi bilip her şeye kadir olduğuna, gönderdiği son peygamberin hak ‘olduğuna, son gelen ve uyulması gereken kitabın Kur’an olduğuna inanıyor musun?
Muhatabınız hemen şu cevabı verir:
-Ayol sen beni gavur mu sandın; Allah’a inanmamak, peygamberini tanımamak, Kur’an’ını öpmemek mümkün mü bizce? Biz her şeyden önce Müslümanız. Yani bunlara inanmayıp, kâfir mi olayım?
Diyorsunuz ki;
-Efendi, bunlara inanıyorsun ama demin kabul etmediğin, çağdaş zihniyetine uymadığını söyleyin bütün esaslar, inandığını söylediğin o Allah’a aittir.
Muhatabınız cevap veriyor:
-Canım onlar irticai, modası geçmiş çağdışı şeylerdir. Hiç kabul edilir tarafı var mı bunların? … Bu konuda ben, Kur’an’a değil, bağlı bulunduğum ilkelere inanıyorum! Kur’an’ın ahlak ve ibadet emirlerini de başımın üzerinde kabul ediyorum. Fakülteye gelen örtülü kızları kovduktan sonra cuma namazına koşuyorum. Daha dün anneme, Almanya’da basılmış bir Kur’an aldım; daha nasıl Müslüman olalım ki? Farzları kılmıyorsam da, teravihleri kaçırdıysam kahrolayım!
Bu gibi insanların, Mekke müşriklerinden farkı nedir? Mekke müşrikleride Allah’a inanıyor, yeri ve göğü O’nun yarattığına, yerlerin ve göklerin güçlerinin O’nun elinde olduğuna inandıkları gibi bunu söylüyorlardı![82]
Evet, bu inanç ve amelin Mekke müşriklerinin inancı ve ameli arasındaki farkı nedir. Çünkü onlarda hacılara su veriyorlardı, kabenin örtüsünü değiştiriyorlardı. Fakat pratik hayatlarına Allah’ı karıştırmıyorlar. Mesela iki veya daha fazla kişi arasında yaşanan herhangi bir olayın neticesini, yani hükmünü Âlemlerin Rabbinden değil de darun nedvelerinden alıyorlardı. Bunun güncel yansıması ise parlamenterler meclisinde bazı insan kılıklı şeytanların herhangi bir konuda onaylıyor musun ya da onaylamıyor musun diyerek insanların üzerinde tahakküm kurmasıdır. Allah cc hakkını gasp ederek, kendisinde Allah’ın hakkının olduğunu iddia etmesidir haşa. Kuran’ın açıkça ortaya koyduğu ifade şu ki şeriatın gereklerini ve farziyetlerini, o an için toplumda uygulanan herhangi bir ideolojik sistemle( laiklik, demokrasi, faşizm, komünizm) fark etmez değiştirenler tereddütsüz müşrik olmuşlardır. Yine Allah azze ve celle’nin gaybı bilme sıfatını, üstatlara, şeyhlere, hocalara atfedenler müşriklerdir. Konuyu eni konu inceleyerek meseleyi anlama adına Muhammed Kutub(Rah) şu tespitine başvuralım;
“Günümüzde en yaygın olan şirk, türbelere ve velilere ibadet, müridin gözünde şeyhin onunla Allah arasında aracı olacak kadar büyütülüp şişirilmesi, Allah’tan başka kimseye yöneltilmeyecek bazı ibadetleri ölü olsun, sağ olsun bu şeyhlere yöneltmektir. Bugün elbette insanlar Mekke ‘deki eski müşrikler gibi yontulmuş putlara tapınmıyorlar. Fakat bereket umarak türbelere el sürmeyi, kesin kabul olur inancıyla türbenin yanında dua etmeyi, türbede yatandan yardım istemeyi, sıkıntılarında imdat dilemeyi, kaderin akışını değiştirmeye güç yetirecek şekilde Allah katında itibar sahibi olduğuna inanmayı ne diye isimlendireceğiz? Veya Allah’ ın kutuplara, abdallara Allah’ın mülkünden tasarruf yetkisi verdiğine, bu nedenle mürid şeyhinden şefkat, merhamet isteyip tazarruda bulunursa işleri şeyhin mürid yararına çevireceğine ve onu tehlikeden koruyacağına inanmayı ne diye isimlendirelim? Arap yarımadasının müşrikleri şöyle demiyorlar mıydı?
أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ
“Biz, bunlara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” (Zümer 3) Yani biz bunların zatları için değil, fakat onların Allah katındaki itibarları için ibadet ediyoruz!”[83]
“Dilden söyledikleri kelime-i şehadet ile “Allah’ın dinine” girmiş olduklarını ve fiilen yaptıkları abdest, taharet eda ettikleri namaz, tuttukları oruç ve ifa ettikleri hac dolayısıyla müslüman olduklarını sanıp ta bunun dışında kalan ahkam ve diğer hususlarda Allah’tan başkasının buyruklarına uyanlar, Allah’ın emrinin zıddı olan sistem ve prensipleri benimseyenler, Allah’ın şeriatına tamamı tamamına zıt olan hükümleri tatbik edenler … Sonra bu her gün yenilenen putların isteğini yerine getirmek ve arzularını tatmin etmek için bu uğurda ırzlarını, ahlaklarını, mallarını ve canlarını verenler… Bu putların istek ve arzularıyla bu dinin emir ve hükümlerini çatıştığı zaman Allah’ın emir ve hükümlerini arkaya atıp putların istek ve arzularını yerine getirenler… Evet, bütün bu yaptıklarına rağmen hala “Allah’ın dininde’ olduklarını “Müslüman” kaldıklarını sananlar bir kere kendilerine gelsinler de içinde yüzdükleri şirki görsünler…”[84]
MÜŞRİKLEŞTİRİLME TEHLİKESİ
Beşeri sistemler için en önemli vazife insanları müşrikleştirme politikasıdır. Gecelerini ve gündüzlerini bu amaç uğrunda harcarlar. Çünkü müslümanların varlığının yok olması onların hedefledikleri amaca bağlıdır. Allah (cc) kitabında müşriklerin bu amaç uğrunda çalıştıklarını bildirmiştir. Bunun şuurunda olan Müslüman müşriklerle olan diyaloğunda dikkatli olmalıdır. Zira Kur’an-ı Kerim’de Allah (cc) şöyle buyurmaktadır;
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ فِيهِ قُلْ قِتَالٌ فِيهِ كَبِيرٌ وَصَدٌّ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَكُفْرٌ بِهِ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِخْرَاجُ أَهْلِهِ مِنْهُ أَكْبَرُ عِندَ اللّهِ وَالْفِتْنَةُ أَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ وَلاَ يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّىَ يَرُدُّوكُمْ عَن دِينِكُمْ إِنِ اسْتَطَاعُواْ وَمَن يَرْتَدِدْ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَأُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
“Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki: “O ayda savaş büyük bir günahtır. Allah’ın yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük günahtır. Zulüm ve baskı ise adam öldürmekten daha büyüktür. ONLAR, GÜÇ YETİREBİLSELER, SİZİ DİNİNİZDEN DÖNDÜRÜNCEYE KADAR SİZİNLE SAVAŞMAYA DEVAM EDERLER. Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da, ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır.”(Bakara/217)
Bu düşmanların Müslümanlarla savaş yolları ve teknikleri başka başkadır. Fakat hedef hep aynıdır. Sadık müslümanları güçleri yeterse dinlerinden döndürmek. Ellerindeki silahları ne, zaman kırılsa başka bir ilaha sarılmak. Kullandıkları vasıtaları ne zaman körelirse başka birisini bilemek.[85] Her ne suretle olursa olsun, mü’minleri dinlerinden döndürüp müşrik ve kâfir yapmak, müşriklerin değişmeyen karakterleridir. Esasen mü’minleri dinlerinden döndürüp müşrik ve kafir yapmak, müşriklerin ve kafirlerin teselli kaynaklarıdır.[86]
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَن نُّؤْمِنَ بِهَذَا الْقُرْآنِ وَلَا بِالَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَلَوْ تَرَى إِذِ الظَّالِمُونَ مَوْقُوفُونَ عِندَ رَبِّهِمْ يَرْجِعُ بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ الْقَوْلَ يَقُولُ الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا لَوْلَا أَنتُمْ لَكُنَّا مُؤْمِنِينَ
قَالَ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا لِلَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا أَنَحْنُ صَدَدْنَاكُمْ عَنِ الْهُدَى بَعْدَ إِذْ جَاءكُم بَلْ كُنتُم مُّجْرِمِينَ
وَقَالَ الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا بَلْ مَكْرُ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ إِذْ تَأْمُرُونَنَا أَن نَّكْفُرَ بِاللَّهِ وَنَجْعَلَ لَهُ أَندَادًا وَأَسَرُّوا النَّدَامَةَ لَمَّا رَأَوُا الْعَذَابَ وَجَعَلْنَا الْأَغْلَالَ فِي أَعْنَاقِ الَّذِينَ كَفَرُوا هَلْ يُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
“…Zayıf ve güçsüz görülenler, büyüklük taslayanlara, “Siz olmasaydınız, biz mutlaka iman eden kimseler olurduk” derler.Büyüklük taslayanlar, zayıf ve güçsüz görülenlere, “Size hidayet geldikten sonra, biz mi sizi ondan alıkoyduk? Hayır, suçlu olanlar sizlerdiniz” derler.Zayıf ve güçsüz görülenler, büyüklük taslayanlara, “HAYIR, BİZİ HİDAYETTEN SAPTIRAN GECE VE GÜNDÜZ KURDUĞUNUZ TUZAKLARDIR. ÇÜNKÜ SİZ BİZE ALLAH’I İNKÂR ETMEMİZİ VE O’NA EŞLER KOŞMAMIZI EMREDİYORDUNUZ” derler. Azabı görünce de içten içe pişmanlık duyarlar…”(Sebe/31-33)
Müşrikleştirilenler ve müşrikleştirenler arasındaki diyaloğu Mevdudi (rha)’nin şu muazzam tespitiyle sizleri başbaşa bırakıyoruz;
Yani, “Liderlerine, başkanlarına, yönetici ve ulularına körü körüne tabi olan ve onlara karşı hiçbir nasihatçıyı dinlemeye hazır olmayan sıradan insanlar. Bu insanlar gerçeği apaçık gördüklerinde ve dini liderlerinin nasıl her şeyi ters gösterdiklerini, liderlerine uydukları için nasıl bir akıbete sürüklendiklerini fark ettiklerinde bu önderlerine dönecek ve şöyle diyeceklerdir: “Ey zalim insanlar, bizi siz saptırdınız. Bizim düştüğümüz bütün belaların sorumlusu sizsiniz. Eğer siz bizi saptırmasaydınız, biz Allah’ın elçilerini dinler ve onların söylediklerine inanırdık.”
Büyüklük taslayanlar şöyle cevap verecek;
“Onlar derler ki: Biz birkaç kişi sizin gibi yüzlerce, binlerce insanı bize tabi olmaya zorlayacak bir güce sahip değildik. Eğer siz inanmak isteseydiniz, bizi liderlik, güç, yetki ve yönetimden alıkoyardınız. Eğer sizin hediyeleriniz, vergileriniz ve hibe ettiğiniz şeyler olmasa biz fakir olurduk. Eğer siz bize bağlılık göstermeseydiniz, biz bir gün bile ulu ve aziz olarak kalmazdık. Siz bizi önder kabul edip yüceltmeseydiniz, bizi kimse tanımazdı bile. Siz bizim ordumuz olmasaydınız, biz bir tek ferdi bile yönetemezdik. Şimdi neden size peygamberin gösterdiği yola kendinizin tabi olmak istemediğinizi kabul etmiyorsunuz? Siz haram ve helalden gafildiniz ve hayatın sadece bizim sağlayabileceğimiz sükselerinin esiriydiniz. Size her tür suç ve günahı işleme ehliyeti verebilecek ve vereceğiniz hediyeler karşılığında sizi Allah’a bağışlatma sorumluluğunu üzerine alacak rehberler arıyordunuz. Her tür şirki icat ederek, dinde birçok yenilikler çıkararak ve sizin bütün arzularınızı gerçeğin kendisi diye sunarak sizi hoşnut eden dini liderleri dinlemek istiyordunuz. Allah’ın dinini sizin arzularınıza uydurmak için değiştirecek sahtekârlara ihtiyacınız vardı. Ahirette ne olursa olsun sizi bu dünyada zengin kılacak önderlere uymak istiyordunuz. Hâkimiyetleri altında her tür günah ve ahlaksızlığı işleme özgürlüğüne sahip olacağınız ahlaksız ve şerefsiz yöneticileri istiyordunuz. Bu nedenle bu alışverişte siz ve biz eşit ortaklarız. Şimdi tamamen masum olduğunuzu ve siz istemeden bizim sizi saptırdığımızı söyleyerek hiç kimseyi kandıramazsınız.”
Müşrikleştirilenler diyecek ki;
Başka bir ifadeyle halktan insanlar şöyle diyeceklerdir: “Bizim bu sorumlulukta eşit paya sahip olduğumuzu nasıl söylersiniz? İnsanları aldatmak ve saptırmak için gece gündüz ne kadar planlar, hile ve dolaplar kurduğunuzu bir hatırlayın. Sizin bize bütün dünyayı sunduğunuz, bizim de buna kandığımız doğru değil. Sizin bizi dolandırıcılık ve hilelerinizle kandırdığınız ve her birinizin sıradan insanları kandırmak için her gün yeni bir yem ortaya attığı da bir gerçek.”
Kur’an, dini liderlerle, onlara tabi olanlar arasındaki bütün tartışmalara birçok yerde farklı şekillerde yer verir.[87]
Müşrik liderlerin hedefi; insanları fert, aile, toplum ve devlet nazarında müşrikleştirme faaliyetidir. Bunun için atılan adımların başını devleti putlaştırma gelmektedir. Ona kutsiyet atfederek insanları kendilerine kulluğa zorlamışlar ve insanların aileleri ve toplumsal yapılarını tahrip etmişlerdir.
Cahili sermayenin yeryüzünde gerçekleştirdiği cahili hakimiyeti sevimli gösterebilmek için insanı putlaştıran ideologlar, kendi yanlarından çıkardıkları hükümleri insanların “Ortak Arzulan” biçiminde sunabilmek gayretindedirler. Dikkat edilirse halkı müslüman olan ülkelerde en az tartışılan konuların başında “Kanun” ve “Devlet” kavramları gelir. Bu kavramlar (üzerinde asla tartışılmaz) tabu haline getirilmiş; cahili hâkimiyet gizlenmiştir. Beşeriyete ibadet mezhebine (Hümanizme) iltifat etmeyen ve yeryüzünde tasarruf hakkının yalnız Allah’a ait olduğuna inanan müslümanlara, laikleştirilmiş ilimlerin gölgesinde korkunç saldırılar düzenlenir. İslami eğitim uzun süre terkedildiği için, kitlelerde akaid hususunda belirli bir çözülmenin var olduğunu bilen bu zalimler, Allah adına insanları yanlış yollara sürüklemekten asla çekinmezler.[88]
Sanayi devrimini tamamlayan ve hammadde ihtiyacını gidermek, şirkin yeryüzündeki galibiyetini kesin hatları ile ortaya çıkarak için, 20. yüzyılın başında bütün İslam toprakları işgal edilmiştir. Bazı çevrelerce ehl-i kitap diye sevimli hale getirilmek istenen, esasen üçlü teslis sistemi ile Allah’a şirk koşan bu cahili güç, tarih boyunca haçlı seferleri düzenlemiştir. Ümmet-i Muhammedin tarihinde haçlı seferlerinin önemli bir yeri vardır. Dikkat edilirse bundan 70 yıl önce Anadolu, Fransızların, İngilizlerin, İtalyanların ve Yunanların işgaline uğramıştır, Kulaklarımızda hala acılı Yemen türküleri var, kalbimizde balkan acıları… Bunların sonunda Ümmet-i Muhammed darmadağın olmuş birbiri ile olan ilişkileri bozulmuş, bütün zenginlikleri talan edilmiştir. Bütün bunlardan da önemlisi, İslam topraklarında ideolojik devletler baş göstermiş, bir kısmı komünist Rusya’nın, bir kısmı da kapitalist Amerika’nın ileri karakolları görevini üstlenmiştir. Filozofların kurdukları bu cahili hâkimiyet, eğitim kanalı ile geniş bir kitle tabanı meydana getirmiş, din bir “Manevi ihtiyaç” olarak vicdanlara hapsedilmiştir.
Bütün bu gelişmelerde en büyük rolü; kendilerine “Aydınlar Ordusu” sıfatını uygun bulan müşrik devletlerin gönüllü gladyatörleri oynamıştır. Bu gladyatörlerin önemli bir bölümü sosyalist felsefeyi, bir bölümü de milliyetçi mukaddesatçı, sağcı ve kapitalist felsefeyi temel olarak seçmişlerdir. Ancak ortak yönleri hepsinin demokrasiyi vazgeçilmez kabul etmeleridir.[89]
Günümüzdeki müşrikleştirme operasyonun bir diğer yönü özendirme politikasıdır. İnsanlarda batı hayranlığı, batı kıyafetleri, batılıların evleri, gündemleri sevdirilerek ve bunları da eğitim ve öğretim müfredatına ekleyerek büyük ölçüde sonuç elde etmişlerdir. Müslümanların bu konudaki basiretsizlikleri ve vurum duymazlıkları düşmanların işine yaramış ve onlar için uygun ortamı hazırlamıştır.
“Fikir savaşı, vücuda girip etki göstermeyen fakat zayıf bünyeye isabet etti mi güçten düşüren mikrop gibidir. Nefislerde İslam akidesi sağlam olduğu ve onu muhafaza eden kişiler bulunduğu sürece İslam düşmanlarının gayretleri rüzgarla birlikte geçip giden toz gibi geçer gider. Fakat akide zaafa uğrar da müdafaa kalesine düşmanlar yerleşirse işte o zaman felaket olur.
Müslümanların fikir savaşında başarıya ulaşmaları ancak fert ve cemiyet hayatında İslam’ı yaşama ve yaşatmaları ile mümkündür. Bu da düşmanların uzak görmedikleri bir ihtimaldir. Zira onlar (müşrikler) geçmişte Müslümanların dinlerine sarıldıklarını ve ondan uzaklaşmalarının mümkün olmadığını bilirler. Bundan dolayı da fikir savaşının neticeleri ile yetinirler. Yani Müslümanın yaşantısında İslam’ın etkisini zayıflatmakla iktifa ederler. Müslümanı şaşkınlık içerisinde bırakırlar. Neticede müslüman öyle bir hal alır ki Müslüman mıdır? Gayr-i Müslim midir? Bilinmez. Bu sonuç ise her halükarda düşmanların işine yarar.”[90]
Ehli kitabın ve müşriklerin müslümanlara olan düşmanlığı kendilerini çirkince ve ahlaksızca tuzaklar kurmaya toplumu kirletme adına fitne tohumları ekmeye sevk etmiştir. Allah’u Teâla onların bu tutumlarını, asırlara ışık tutan bir ayette şöyle açıklıyor;
وَقَالَت طَّآئِفَةٌ مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ آمِنُواْ بِالَّذِيَ أُنزِلَ عَلَى الَّذِينَ آمَنُواْ وَجْهَ النَّهَارِ وَاكْفُرُواْ آخِرَهُ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
“Ehl-i Kitap’tan bir güruh şöyle dedi: Varın o mü’minlere indirilenlere güpegündüz iman edin. Sonunda da dönüp küfredin. Belki onlar da dönerler.”(Al-i İmran/72)
Bu ayeti kerimenin tefsirinde Şehid Seyyid Kutup (rha.) şöyle diyor: “Yeryüzünde İslam’a karşı olan kuvvetler çok çeşitli şekillere ve kılıklara girmiştir. Hadd-i zatında bunların hepsi o ilk hile ve taktik esasına dayanmaktadır… Bugünün İslam dünyasında bu şer kuvvetlerinin bedava tellallığını yapan satılmış veya aldatılmış orduları mevcuttur. Bazen Prof. etiketiyle, bazen filozof, doktor ve araştırmacı Unvanıyla ve bazen de gazeteci, sanatkâr, yazar ve şair sıfatıyla karşımıza dikilmektedirler. Adları müslüman adıdır. Zira müslüman annenin ve müslüman babanın evladıdırlar. Ne yazık ki, bazen de “İslam Âlimleri” olarak karşımıza dikilmektedirler.
Satılmışlar ordusu bütün kuvvetlerini çeşitli adlar altında ve çeşitli üsluplar ile müslümanların kalbinde yer eden itikad esasına karşı yöneltmişlerdir. İlim araştırma, edebiyat ve sanat, basın ve gazetecilik adı altında bu hareketlerine devam etmektedirler. Esas gayeleri İslam akidesini temelinden yıkmaktır. İtikad ve şeriat bağlarını kesip atmaktır. Ya da şeriata ve akideye dair hususları kendi keyiflerine göre te’vil etmektir. Hep İslam’ın “gericilik” olduğunu söyleyip durmakta ve bundan kurtulmanın çarelerini yaymaktadırlar, Dini, hayat sahasından çekerek veya hayatı dinin emrinden kurtararak din ile dünyanın arasını açmaktadırlar. İtikadi emirleri kökünden yıkan birtakım alış kanlıklar ve modalar, metot ve usuller ihdas etmektedirler… İcat ettikleri modalarla, fikir ve düşüncelerle imani değer ve ölçüleri kıyaslayıp ellerinden geldiği kadar gülünç ve korkunç şekiller vermeye çalışmaktadırlar. İman, ahlak ve kaidelerinin üzerine kaim olduğu prensipleri yok etmektedirler.·
Böylece yetişen yeni nesli çirkeflerle dolu bir bataklık içine bırakmaktadırlar. Bütün ahkâmı tahrif ettikleri gibi tarihi vakıaları büsbütün kirletmektedirler.
Bütün bunlardan sonra da onlar Müslümandırlar öyle mi? Gayet tabii, müslüman ismi taşımıyorlar mı? Taşıdıkları bu müslüman adlarla açıkça müslüman olduklarını ilan etmektedirler. Sonra da irtikâp ettikleri bu cürümlerle küfürlerini saklamamaktadırlar. Bu nevi hareketleriyle de kadim ehl-i kitabın yaptıkları hareketi tekrarlamaktadırlar. Eski küfür şeklinden değişen sadece zaman ve mekânın şekli ve hudududur.”[91]
Bu İslam düşmanları Müslümanlara öyle kinlidir ki ellerine geçen ilk fırsatta onları tepelemek isterler. Fırsat bulamadıklarında da fırsat bulmak için çalışmaya onu da yapamazsa kendi içindeki kinini kusacak bir yol aramaya koyulurlar. Nitekim şu kıssa bu cümleyi destekler niteliktedir;
Hz. Ali ne zaman namaza veya herhangi bir nedenle dışarı çıksa o vakit Yahudi komşusu da edep ve hürmet içerisinde Hz. Ali’yi takip ediyordu. Hz. Ali’de yaşanılanlar karşısında Yahudi komşusunun kendisine hürmet ettiğini zannediyordu. Nihayet bu ayet nazil oluyor.
لَتَجِدَنَّ أَشَدَّ النَّاسِ عَدَاوَةً لِّلَّذِينَ آمَنُواْ الْيَهُودَ وَالَّذِينَ أَشْرَكُواْ وَلَتَجِدَنَّ أَقْرَبَهُمْ مَّوَدَّةً لِّلَّذِينَ آمَنُواْ الَّذِينَ قَالُوَاْ إِنَّا نَصَارَى ذَلِكَ بِأَنَّ مِنْهُمْ قِسِّيسِينَ وَرُهْبَانًا وَأَنَّهُمْ لاَ يَسْتَكْبِرُونَ
“Andolsun, insanlar içinde, müminlere en şiddetli düşman olarak Yahudiler ve müşrikleri bulursun. Onlardan, iman edenlere sevgi bakımından en yakın olanların da: «Hıristiyanlarız» diyenleri bulursun. Bu, onlardan (birtakım) papaz ve rahiplerin olması ve onların gerçekte büyüklük taslamamaları nedeniyledir.” (Maide 82)
Bu ayet nazil olduktan sonra yine bir sabah o Yahudi yine edep ve hürmet içerisinde Hz. Ali’nin peşinden takip ederek yola koyuluyor. Köşeyi döner dönmez Hz. Ali Yahudi’nin gırtlağına yapışıyor.
Hz. Ali: Gel bakım buraya! Sen Yahudi değil misin?
Yahudi: Evet ben Yahudiyim. Neden gırtlağımdan tutuyorsun Ya Ali.
Hz. Ali: Sen! Peki, neden bana hürmet ediyorsun o zaman. Beni çok mu seviyorsun.
Yahudi: Evet seni çok seviyor ve hürmet ediyorum Ya Ali.
Hz. Ali: Peki söyle bakım! Allah mı doğru söylüyor yoksa sen mi?
Yahudi: Tabi ki de Allah doğru söylüyor Ya Ali.
Hz. Ali: Öyle ise Allah doğru söylüyor. Sen benim düşmanımsın ama neden peşimden geliyorsun bak ayet indi. Eğer doğru söylersen seni serbest bırakacağım.
Yahudi Hz. Ali’nin karşısında korku içinde beklerken şunları ifade ediyor; Ya Ali hakikatte sana karşı o kadar gadaplıyım ki, sana karşı o kadar kin besliyorum ki fakat karşına çıkıp bir şey yapamıyorum. Sen Allah’ın resulünün damadısın ve Allah’ın aslanısın.
Hz. Ali: Peki o zaman neden beni takip ediyorsun.
Yahudi: Sana bir şey yapamayacağımdan Ya Ali bende düşmanlığımı tatmin etmek ve yüreğimi soğutmak adına seni takip ederken geriye düşen gölgende senin başını eziyorum.
Netice olarak bilinmelidir ki müslüman fertlerin müşrikleştirilme çabası, müşrikler tarafında sürekli olarak gündemdedir. Anlık dahi olsa gösterilen zaafiyet ve gevşeklik MAAZALLAH elimizdeki sermayemizin ve çabalarımızın heder olmasına sebep olur. Bu sebeptendir ki şuurlu ve bilinçli müslüman olmak sözü yerine, “müslüman zaten bilinçli ve şuurlu kimsedir diyerek” Kuran’ın hükümlerinin her an akıl, kalp ve hayat alanında uygulamada kalmasına çalışmalıyız.
ISIRILDIĞI DELİKTEN GAFİL OLANLAR
Tağuti sistemlerin egemen olduğu toprak parçalarında sulta, istila yoluyla kazanılmıştır. İstilaya uğrayanlar ise o düzene mani olmayı emreden imanın, sahibi olan fertlerdir. Hedefte onlar vardır ve her biri ayrı ayrı tağuti sistemler için tehdit oluşturur. Bu istilayı gerek gerçekleştirirken gerekse de gerçekleştirdikten sonra hedef bu vahşeti, katliamı bir sonraki nesle kendilerinden başkasının anlatmasına mani olmaktır. Çünkü eğer bu katliam kendilerinden başkası tarafından anlatılırsa gerçeğin açığa çıkması gibi bir tehlike söz konusu olur ki; eğitim birimlerinde okuttukları Tarih kitaplarını dahi kendilerinden başkasının yazmasına müsaade etmezler. Tarihi kendileri anlatır, kendileri aktarırlar. Bunlara şahit olan halk ise tüm bu olup bitenler karşısında gafil bir şekilde durup önlerine ne konursa onu okur, onu konuşurlar. Tarihini, geçmişini düşmanlarından öğrenenler ısırıldıkları kocaman deliğin hiçbir zaman farkına varamazlar. Gaflet öyle bir hal almıştır ki düşmanını dost dostunu da düşman bilmiştir. İçinde bulunduğu durumu süzgeçten geçirmeyip hafıza yoklaması yapmayanlar koyun sürüsünden farksızdırlar.
Yeryüzünde İslam’a savaş açan ve beşeri ideolojilerin devamı için mücadele eden müstevliler Tarih meselesine önem vermişler ve vakıf olma noktasında ciddi çalışmalar yapmışlardır. Geleceğin kendi istediklerine göre şekillenmesi için böyle bir çalışma yapmaları şarttır ve maalesef bunu başarmışlardır. Oysaki Allah (cc) kitabında bize geçmişten haber verir, hatırlatmada bulunur ve İslam düşmanlarının gayesini amacını hedefini bizlere net bir şekilde gösterir. Nitekim Kuran’da şöyle buyurulmaktadır;
قُلْ سِيرُواْ فِي الأَرْضِ ثُمَّ انظُرُواْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ
“Ülkeleri gezin (belgeleri inceleyin). Sonra da (Allah’ın kanunlarını elçilerinin öğütlerini) yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.”(En’am/11)
أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ
“Yeryüzünde dolaşmıyorlarmı ki (tarihi olaylar üzerinde) düşünecek (kafaları) kalpleri,(yansıyan gerçekleri) işitecek kulakları olsun. Fakat hakikat şudur ki yalnız gözler kör olmaz göğüslerde olan kalpler de körleşir.”(Hac/46)
أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ كَانُوا أَكْثَرَ مِنْهُمْ وَأَشَدَّ قُوَّةً وَآثَارًا فِي الْأَرْضِ فَمَا أَغْنَى عَنْهُم مَّا كَانُوا يَكْسِبُونَ
O inkarcılar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden daha çok, daha kuvvetli… bıraktıkları eserler daha sağlam olan öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğunu görmezler mi ? Kazandıkları onlara bir fayda vermemiştir.”(Mümin/82)
Bilindiği gibi tarih; İman ve takva ’nın meyvesini, küfür ve kötülüğün akıbetini yansıtan en güzel aynadır. [92]
Zihin sorgulaması; Bazı olayların meydana gelişinde, sebep, vesile ve sonuç ilişkisini dikkate alarak şuan yaşanılan hayatın ve yaşanan durumun geleceğini ve geçmişini tefekkür aynasında mütalaa ederek ders ve ibretler almaktır. Geçmişi sorgulamayan bir müslüman ’ın tarih aynasının öğütlerini anlaması düşünülemez. Tüm vücudu ve azalarını yönlendiren Aklın, yine bu azaları Allah azze ve celle’nin kitabından aldığı nasihatlerle yönlendirmesi gerekmektedir. Düşünce faaliyetinden yoksun kimselerin yapamayacağı bir şeydir bu.
İnsan hafızası bilgilerin toplandığı yerdir. Kişinin kendisinde bulunan bilgileri birleştirebilmesi, aklın şeriat ölçüsünde otokontrole tabi olarak görevini getirmesi ile mümkündür. İslam topraklarını hem fiili hemde kalbi olarak istila eden gayri Müslimler, bu istila sonrası müslüman toplulukların zihinlerini dumura uğratarak faydalı ve zararlıyı ayırt edemeyecek kadar, kabiliyetlerinden soyutlamıştır. Anlaşılması zaruri olan odur ki; İslam’ın “Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız Allah’ındır” ilkesini yaşam sahnesinden uzaklaştırarak insanlar üzerinde “ Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” cahili düşüncesini uygulamaya çalışan kimselerin hedefi akıl ve kalpler olmuştur. Birde İslam’ın çizdiği hudutlardan uzak eğitim veren bir kuruma ailelerin evlatlarını verdiklerini düşünsenize. Bu ekilmeye müsait bir toprağın üzerine zararlı bir ilaç dökerek verimsiz hale getirmeye çalışmak gibidir. Genç nesil akan nehir gibidir. Sen onun önüne sınır ve yol çizersen, baraj olur elektrik alırsın, hat çeker bahçeni sularsın, muhafaza eder suyunu içersin. Ancak bunları yapmazsan gün olur o nehir önüne gelen her şeyi yıkıp parçalar ve bir gün taşarak senin de ekmiş olduğun tarlayı kaplayarak ektiğin mahsulleri çürütecektir. İşte insan İslam’ın hayat düzeninden ve kriterlerinden asla ve asla sapmamalıdır. Muhammed ikbal şöyle diyor; Resul-ü ekrem (Sas)’e her salavat getirdikçe, utancımdan eriyorum. Aşk bana “ey başkalarının hükmü altında yaşayan insan, sinedeki putlarla kiliseye dönmüşsün. Muhammed (Sas)’den sende ne bir renk, ne de bir koku var. Salavat getirmekle onun ismini kirletme” dedi. Hür insanların bayramı mülkün ve dinin şevket ve azametidir. Mahkûmların bayramı, müminlerin hücumudur.[93]
Zihni ve kalbi olarak, nefse ve tağutlara karşı fiili bir reaksiyona girmeyenlerin hayatları da o reaksiyona eşlik edemez. Çünkü iç âlemindeki duygu ve düşünce alanında baskın gelemiyor ise düşmana karşı nasıl baskın gelecektir.
Düşmanlara baskın gelmemesi halinde elde edilecek olan en büyük zarar onların medet umulan kişilere dönüşmeleridir. Gerekli tedbirlerin alınmaması halinde sulta ellerine geçecek ve eğitim, planlama, gündemi belirleme gibi insanın doğrudan bağlantılı olduğu konularda söz sahibi olacaklardır. Bu gibi yetkilerin düşmanlara verilmesi büyük yıkımlara sebebiyet verecektir. Bugünkü Demokratik-Laik sistemlerin eğitim müfredatını belirlemeleri, ticarete ilişkin yasalar çıkarmaları, aile düzenine ait yapılandırmalarda bulunmaları vs. Bu alanlarda yetkili ya da ehliyet sahibi olduklarından değil sömürülerine ve ihanetlerine kılıf hazırlamak içindir. Kendi menfaatlerini temin etme adına saatlerce toplantılar ya da oturumlar gerçekleştirmekten çekinmezler. Bu ihanet şebekelerinin kılavuz edinilmesi halinde pislikten kurtulmak mümkün olmayacaktır. Sistemleri bu amaç ve gaye üzerine kurulmuştur. İnsanlar onlar için bir malzeme ve dünyalık metalarını kullanmak için birer maşa mesabesindedir. Ve işin ilginç olan yanı ise tüm bunları yaparken halk için yaptıklarını söylemeleri, daha da ilginci HALKIN DA BUNA İNANMASIDIR. Gerçeklerden habersiz olmak, zihin yoklamasından uzak kalmak, kasabının bıçağını yalayan koyunun misali gibidir. Tüm bunlardan gafil olmak sırtına binen yöneticilerin işini kolaylaştırmakla kalmayıp makamlarının devamını sağlamaktadır. Bunca ihanete, aldatmaya rağmen onları alkışlamak, desteklemek, başa geçmesi için her türlü desteği vermek; ne kadar büyük bir gafletin, cehaletin ve akılsızlığın içine düşüldüğünü gözler önüne sermektedir. Bu ihanet şebekelerine ittiba edenler koyun, yönetenler ise koyun postuna bürünmüş dişleri kanlı açgözlü kurtlardır.
TUTARSIZ TOPLUM
Şirk, hastalıkların en şiddetli halidir. Bu hastalığın şiddeti sahibine büyük ölçüde zararlar verir. Sağlıklı düşünemez, sağlıklı kararlar alamaz. Akıl fonksiyonunu kaybeder ve bu dengesizlik dile ve amellere yansır. Zira Kur’an’ın anlattığına göre müşrikler Allah’ın yaratıcı olduğunu kabul ederler fakat hayatına karışmasına müsaade etmezler. Nitekim;
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَهُمْ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ فَأَنَّى يُؤْفَكُونَ
“Andolsun, onlara: “Kendilerini kim yarattı?” diye soracak olsan, elbette: “Allah” diyecekler. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorlar?” (Zuhruf/87)
“Öyleyse nasıl olur da çevriliyorlar?” sorusu müşriklerin tutarsızlığını ve büyük bir çelişki içerisinde olduklarını ifade eder. Hem yaratıcı olarak Allah’ı kabul ederler hemde Allah’ı gadablandıracak söylem ve eylemlerde bulunurlar. Allah’ın yaratıcı olduğunu kabul edip sultayı, idareyi, kural ve kanun koymayı bir beşere tahsis edenler nasıl bir çelişki içeresinde olduklarını anlayamayacak kadar akılsızlaşırlar. Zira Allahu Teala ebedi hayat düsturumuz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır;
وَقَالَ اللّهُ لاَ تَتَّخِذُواْ إِلهَيْنِ اثْنَيْنِ إِنَّمَا هُوَ إِلهٌ وَاحِدٌ فَإيَّايَ فَارْهَبُونِ
وَلَهُ مَا فِي الْسَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَلَهُ الدِّينُ وَاصِبًا أَفَغَيْرَ اللّهِ تَتَّقُونَ
Allah dedi ki: “İki ilah edinmeyin: O, ancak tek bir ilahtır. Öyleyse benden, yalnızca benden korkun”. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, itaat-kulluk da (din de) sürekli olarak O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup-sakınıyorsunuz?” (Nahl/51-52)
“Böyle olduğu halde siz hayat düzeninizi Allah’tan başka bir ilâhtan korku üzerine mi kuruyorsunuz?”[94]
Ellerinden dünyanın ve dünyalıkların gitme endişesi, yöneticilerin şiddetinden korkulması insanları Allah’tan başkasını ilah edinmeye götürmüştür. Bu korku ve kaygı sözde Müslümanları İslam’dan büyük tavizler vermeye götürmüş tüm bunları yaparken de yaptıklarından utandırmamıştır. Yaptıklarını da pişkin pişkin çağdaşlık olarak nitelemişlerdir. Aslında onların çağdaşlık dediği şey şudur; Hayatlarını köle gibi yaşayıp kendisini efendi zannetmesidir. Daha hayatı adına karar veremezken, kendisine dayatılandan başka şeyi düşünemez ve değerlendiremezken özgür bir iradeye sahip olduğunu düşünmesidir. Bugün doğru dediğine yarın yanlış dediği halde, bugün âlim dediğine de yarın hain dediği halde kendini kahraman zannetmesidir. Aldatılmasına ve sapkınlığının artmasına büyük ölçüde sebep olan şeyleri “namus” olarak değerlendirmesidir. Vatan sevgisini namus meselesi olarak dikte edenler o vatana en büyük tecavüzü gerçekleştirenlerdir. İsteklerini gerçekleştirmek için hayvandan daha aşağı olmayı kanıksamazlar. Şirk düzeni ile yönetilen toplumun tutarsızlıkları bunlarla sınırlı değildir.
Onlar öyle çelişki öyle tutarsızlık içindedirler ki; Allah’tan başkasını Rab ve İlah edinirler de bunun farkına varmazlar. Nitekim;
اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُواْ إِلاَّ لِيَعْبُدُواْ إِلَهًا وَاحِدًا لاَّ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, hahamlarını; (hıristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa, bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.”(Tevbe/31)
“…Hahamlar (âlimler) ve rahiplerini Rabb’ler edindiler…”: Bu kısmın gerçek manasını, bizzat Hz. Peygamber (s.a) kendisi açıkladı. Daha önceleri bir Hıristiyan olan Adiy b. Hatim, İslam’ı kavrayıp anlamak niyetiyle geldiği zaman, taşıdığı şüpheleri gidermek için Hz. Peygamber’e (s.a) birkaç soru sordu. Bu sorulardan biri şu idi: “Bu ayet bizi, âlimlerimizi ve rahiplerimizi Rabler edinmekle suçluyor. Bunun gerçek manası nedir? Zira biz onları kendimize Rabler edinmeyiz” dedi. Hz. Peygamber (s.a) cevaben, ona karşı bir soru yönelttiler: “Siz onların gayrı meşru (haram) ilan ettiklerini gayri meşru, onların meşru (helal) kabul ettiklerini meşru sayıp öylece kabul etmiyor muydunuz?” Adiy, “Evet böyledir” diye tasdik etti. Hz. Peygamber (s.a) , “İşte bu sizin onları kendinize rabler edinmenizdir” buyurdu. Dolayısıyla bu hadis-i şerif, Allah’ın kitabına yetki tanımaksızın helal ve haramın sınırlarını belirleme yetkisini kendisinde görenlerin nefislerini ilah ve rabb ittihaz ettiklerini ve onlara kanun koyma yetkisi tanıyanların da onları rabbler edindiklerini göstermiş olmaktır.
Onların, a) Allah’a oğullar isnad etmek, b) Kanunları yapma yetkisini Allah’tan başka kimselere vermekle itham edildiklerine ayrıca dikkat edilmesi gerekir. Bu iki husus Allah’ın varlığına inansalar bile, onların O’na inandıklarına dair iddialarının inandırıcı olmadığını ispat eder. Allah hakkındaki böyle yanlış bir kavrayış, mensuplarının Allah’a olan inançlarını anlamsız kılar.”[95]
Kıssada adı geçen Adiy b. Hatim, Allah’tan başkasını Rab edindiği halde bunun farkına varamamıştır. Onların karşısına geçip yaptıkları bir ibadetleri de yoktu. Fakat kanun ve yasa belirleme işinde onlara yetki vermek onları derin bir sapıklığa düşürmüştür. Ağızlarından çıkan direktifi sorgulamayıp itaat etmeleri küfürlerine sebep olmuştur. Asırlar önce yaşanmış bu olay aslında bizlere pek de yabancı gelmiyor. Bugünde yaşanan manzara aynıdır. Dillerde Allah’ın lafzı vardır fakat hayatlarında başkalarının sözleri geçerlidir. Allah zinayı yasakladığı halde 18 yaşını doldurmuş bir kişinin bunu işlemesinde sakınca görmemek ya da bunu meşrulaştırmak ya da meşrulaştırmak isteyenleri alkışlayıp başa getirmek; Allah’ın varlığını kabul ederiz ama zinaya ilişkin emirlerini kabul etmeyiz demektir. Allah’ın haram kıldığını helalleştirenler ya da helal kıldığını haramlaştıranlar ayette geçtiği üzere ilahlık taslayanlar onlara uyanlarda onları ilah yerine koyanlardır.
Cahiliyye toplumu kategorisine günümüzde kendilerini müslüman sanan toplumlar da girer. Bu toplumların cahiliyye toplumu sınıfına girmesi Allah’tan başkasının uluhiyyetine inandıkları için veya ibadet maksadı taşıyan davranışları Allah’tan başkasına sundukları için değildir. Bu toplumlar, hayat düzenlerine tek Allah’a kul olma ilkesini benimsemedikleri için bu sınıfa girerler. Bu toplumlar, her ne kadar Allah’tan başka hiç kimsenin uluhiyyetine inanmıyorlarsa da, uluhiyyetin başta gelen özelliğini Allah’tan başkasına yakıştırarak Allah’tan başkasının egemenliğini tanımakta ve sosyal düzenlerini, kanunlarını bu yetkisiz egemenlik kaynağına dayandırmaktadırlar.
Kendi kendine “Müslüman” diyen bu toplumların bazısı açıkça “Laik” olduğunu, kesin olarak dinle hiçbir ilgisi olmadıklarını açıklıyor. Bazıları ise “dine saygılı” olduğunu ifade ediyor. Fakat “gaybı” inkâr ettiklerini ifade ederek “ilmilik” ilkesinin dinle bağdaşmayacağını ileri sürüp sosyal düzenini “ilmilik” prensibine dayandırıyor. Bu, ancak bir cahilin ağzından çıkabilecek olan ahmakça bir saplantıdır. Bazıları ise egemenliğini fiilen Allah’tan başkasına dayandırarak keyfine göre kanun koyar, sonra da arkasından kendi keyfine göre koyduğu yasalara “bunlar Allah’ın şeriatıdır” der. Bunların tümü, tek Allah’ a kul olma ilkesine dayanmamakta ortak ve birbirinin aynısıdırlar.
Bu durum ortaya çıkınca, İslam’ın bu cahiliyye toplumlarının tümüne karşı takındığı tavır, aynı cümle ile ifade edilebilir. İslamiyet, kendi ölçüsüne göre bu toplumların tümünün İslamlığını, şeriata uygunluk iddialarını reddeder: İslam bu toplumların taşıdığı çeşitli Unvanlara, yaftalara ve ileri sürdükleri sloganlara bakmaz. Bunların tümü tek bir gerçekte birleşir. O da bu toplumların hayat tarzı kâmil manada tek Allah’a kul olma ilkesine dayanmamaktadır. Bu yüzden bu toplumlar, diğer toplumlar gibi, aynı nitelikte, “cahiliyye toplumu” olma niteliğinde birleşirler.[96]
İslam, akide ve amel, İç ve dış âleme hükmetme noktasında bir bütündür. Bir kısmı ile yetinmek, müslüman adına taşıyabilmek için mümkün olmayan bir durumdur. Çağdaş! Olduğu söylenilen asrımızda, çağdaş olmadığı düşünülen zamanlar arasında amel edilme bakımından birçok benzerlik mevcuttur. İsim veyahut zaman her ne kadar değişmiş olsa da cahiliyye aynı cahiliyye dir. O dönemde darunnedve toplumu varken bugünde ismine parlamento denilen bir yapı mevcut. İkisinin de fonksiyonu aynı. Herhangi bir konuda toplumda serbest mi? Yasak mı? Olacak. Bunun tespitinde kendi akılları ölçüdür. İşte bu ve buna benzer birçok saplantı. Mesela Kitab’ın içerisindeki inanca, amele yahut sosyal düzene dair herhangi bir emir veya nehyi kabul etmemek uygulanması için çalışmamak, olmasa da olur gibi cahilane bir tavır takınmak, beraberinde kendisiyle tehdit edildiğimiz ayete muhatap olmayı getirmektedir;
ثُمَّ أَنتُمْ هَؤُلاء تَقْتُلُونَ أَنفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقاً مِّنكُم مِّن دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِم بِالإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِن يَأتُوكُمْ أُسَارَى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ فَمَا جَزَاء مَن يَفْعَلُ ذَلِكَ مِنكُمْ إِلاَّ خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَى أَشَدِّ الْعَذَابِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
“…Yoksa siz Kitab’ın (Tevrat’ın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.”(Bakara 85)
Tefsir usulünde kaide şudur; “Sebebin hususi olması hükmün umumi olmasına mani değildir.” Yani her ne kadar Yahudi olduğunu söyleyenler kendilerine indirilen kitaba uymamaları neticesinde böyle bir ihtar ve tehditle başbaşa kalmışlarsa da bu, Hz Muhammed(Sas) iman ettiğini beyan etmekle beraber, İndirilen Kuranın ahkâmına göre yaşamayıp, onlar gibi tavır takınan herkes için geçerlidir.
ŞİRKİN MEYVESİ; MUHTELİF DİN SAHİPLERİ
Gökte ve yerde hükmü uygulanması gereken tek İlah Allah cc ’dır. İslam’dan başka hayat düzeni aramak Allah azze ve celle ’den başka ilah arama çabasıdır. Böyle bir girişim, şirk kapısından girerek müşrik olmak için yeterlidir. Asılda Allah’tan başka ilahlar edinmek demek, evrenin üzerine kurulu olduğu din ve kanunlara muhalefet ederek fıtratın yaratılışından soyutlanması demektir. Beşeri herhangi bir ideoloji veya sisteme tabi olmak, Allah ve resulüne savaş açmak demektir. İnsanoğlu arz ve sema arsına selim bir akılla baktığı zaman her nesnede mutlaka Allah’ı hatırlatan ve O’na götüren bir işaretin olduğunu görecektir.
أَفَغَيْرَ دِينِ اللّهِ يَبْغُونَ وَلَهُ أَسْلَمَ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ طَوْعًا وَكَرْهًا وَإِلَيْهِ يُرْجَعُونَ
“Onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki göklerde ve yerde ne varsa ister istemez O’na teslim olmuştur ve O’na döndürüleceklerdir.”(Ali İmran 83)
Mümin kalbiyle, kalıbıyla Allah’a teslim olandır. Baskı ile karşı duramayacağı, engelleyemeyeceği büyük bir otoritenin zorlamasıyla istemeyerek Allah’a teslim olan ise kâfirdir, gönlü ile istemedikçe gerçek mümin olamaz.[97]
Yani, “Bütün kâinat ve onun içindekiler İslâm’a uyup Allah’a teslim olurken, aynı kâinatta yaşayan bu kâfirler İslâm’dan başka hangi hayat nizamına uymaya çalışıyorlar?”[98]
Görüldüğü gibi, Allah’ın dininden; Allah’a itaatten, Hakk’a teslimiyetten başka bir istek ve talepte bulunmak, çok dinli olmaya teşebbüste bulunmak demektir. Çok dinli olmak, müşrik olmak demektir. Müşrik olmak da; insani kimlik ve kişilikten soyulup iki sürü arasında gidip gelen şaşkın koyuna dönüşmektir. Daha doğrusu müşrik olmak; kuşlar gibi hür olmaktansa, köpekler bir kemik için sahte ilahların kapılarında dolaşmaktır. Bundan ötürüdür ki; Müşriklik müminliğin zıddıdır. Çünkü mümin olmak; köpekler gibi sahibinin yalını yalanarak yaşamaktansa kuşlar gibi hür olmayı tercih etmektir.[99]
وَعَجِبُوا أَن جَاءهُم مُّنذِرٌ مِّنْهُمْ وَقَالَ الْكَافِرُونَ هَذَا سَاحِرٌ كَذَّابٌ
أَجَعَلَ الْآلِهَةَ إِلَهًا وَاحِدًا إِنَّ هَذَا لَشَيْءٌ عُجَابٌ
وَانطَلَقَ الْمَلَأُ مِنْهُمْ أَنِ امْشُوا وَاصْبِرُوا عَلَى آلِهَتِكُمْ إِنَّ هَذَا لَشَيْءٌ يُرَادُ
مَا سَمِعْنَا بِهَذَا فِي الْمِلَّةِ الْآخِرَةِ إِنْ هَذَا إِلَّا اخْتِلَاقٌ
“Kâfirler, kendilerine içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve şöyle dediler: “Bu, yalancı bir sihirbazdır.” “İlâhları bir tek ilâh mı yaptı? Gerçekten bu çok tuhaf bir şey!”. İçlerinden ileri gelenler, “Gidin, ilâhlarınıza tapmaya devam edin. İşte bu istenen şeydir. Biz bunu son dinde (en son dinî inanışlarda) duymadık. Bu ancak bir uydurmadır.”(Sad/4-7)
“Atalarından beri şirke alışmış olan cahiliye kafası, bu kadar çeşitli insanların, çeşitli emel ve duygularını yalnız bir mabudun nasıl tatmin edebileceğini düşünemiyor, onun, “her şeyin hükümranlığının elinde” (Yâsin/83) olduğunu bilmiyor da tevhide şaşıyor.”[100]
“Yani, “Ne bizim atalarımız, ne civardaki Yahudi ve Hıristiyanlar, ne İran ve Irak’taki Mecusiler, ne de tüm Araplardan hiç kimse” sadece “Bir olan Allah, âlemlerin Rabbidir” dememiştir. Onlar da Allah’ın sevdiği kimselere değer verirler, türbelere yüz sürerler, adak ve kurban keserler. Bazıları evlat sahibi olmak için dua eder, bazıları rızk için yalvarırlar ve hepsi de dualarının kabul edileceğine, bu zatlardan feyz aldıklarına ve bu kimselerin kendilerinin tüm sorunlarını çözdüklerine yürekten inanırlar. Şimdi Muhammed’in, “Onların Allah’ın saltanatında hiçbir paylarının olmadığı ve tüm yetkinin Allah’ın elinde olduğu” şeklinde, hiç kimsenin söylemediği sözleri sarf ettiğini duyuyoruz.”[101]
Hâlbuki Allah (cc) Rasulunu Hak din ve hidayet üzere gönderdiğini beyan etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Allah (cc) bu gerçeğe dikkat çekerek şöyle buyuruyor;
هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا
“Ki O, kendi peygamberlerini hidayetle ve hak olan din ile, diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. Şahid olarak Allah yeter.”(Fetih/28)
Burada böyle bir ilahi fermanın buyurulmasının nedeni şudur: Hudeybiye’de barış antlaşması şartları yazılırken Mekkeli müşrikler Peygamber’in isminin yanında “Allah’ın Elçisi” ibaresinin kullanılmasına itiraz etmişlerdir. Israrları üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) bizzat kendisi antlaşma metninden bu ibareyi silmiştir. İşte bu olaya işaret ederek Allah (cc) buyuruyor ki: Bizim Peygamberimizin Peygamberliği konusunda hiç şüphe yoktur, bu bir gerçektir. İnsanların buna inanıp inanmaması bu gerçeği değiştirmez. Birtakım insanlar inanmıyorlarsa bırakın inanmasınlar. Bunun bir hakikat olduğuna bizim şahitliğimiz yeter. Onların inkârı ile bu gerçek değişmeyecektir. Bilakis onlara rağmen, Peygamber’in bizden alıp insanlara ulaştırdığı hidayet yolu, muhakkak diğer bütün dinlere üstün gelecektir. İşte bu inkârcılar onu engellemek için bütün güçlerini kullansalar da! (Her çeşit türden dinlerden kasıt din hüviyeti taşıyan bütün dünya nizam ve düzenleridir.) Burada Allah çok açık ifadelerle şunu zikrediyor: Muhammed’in Peygamber olarak gönderilişi, sadece bu dini insanlara anlatmak için değildi, ayrıca bu dini din hüviyeti taşıyan her çeşit dünya düzenlerine üstün getirmesi de gerekiyordu. Diğer bir deyişle, peygamber bu dini, batıl bir din hayata hükmetsin ve onun hakimiyeti altında, sıkıntı içinde, yaşamasına müsaade ettiği ölçüde yaşasın diye değil, tam tersine bu hak din hayatın tek ve hâkim dini olsun, diğer dinlerin devam edip yaşamaları da onun müsaade sınırlarında olsun diye getirdi.[102]
Evet, çağımızın şirk içinde boğulduğu, İslam dışı inanç, fikir ve görüşlerin müslüman! Kitlelerin üzerindeki etki ve yönetimini gördükçe ayetlerin anlaşılmasının zaruretini de fark etmemiz çok zor olmamalı. Kuran kendisine çağırıyor. Kuran, insanlar üzerindeki beşeri ideolojilerin tuzaklarını ayan beyan ortaya koyarak müslümanları tevhide çağırıyor. Düşman tuzaklarının çeşitlerini ortaya koyarak davet ediyor. Seyyid KUTUB (Rah) izahı bu konuya açıklık kazandırıyor;
Bu yöntem, zalim yöneticilerin kitleleri kamuoyunu ilgilendiren konularla ilgilenmekten, gerçekleri düşünmekten alıkoymak için sürekli olarak kullandıkları alışılagelen bir plandır. Zira, kitlelerin bizzat kendilerinin gerçekleri öğrenmek için uğraşmaları ilahi mesajı hesaba katmayan yöneticiler ve yine bu özelliği taşıyan ileri gelenler, büyükler için ciddi tehlike oluşturur. Onların, kitleleri içinde boğdukları saçma planlarını temelsiz planlarını deşifre eder. Zaten, gayri meşru yönetimler kitleleri ancak temelsiz planlar için de boğarak hayatlarını sürdürebilirler!
Sonra, kendilerine en yakın inanç sisteminin, yani Ehl-i Kitab’ın inanç sisteminin maskesini kullanarak insanları ikna etmeye çalışıyorlar. Tabii ki, bu inanç sistemine onu salt tevhid ilkesinden saptıracak bir takım efsaneler, mitolojiler karıştırdıktan sonra.
Müşrikler, bu oyunlarım gizlemek ve insanlara kabul ettirmek için kendilerine en yakın olan inanç sisteminin ana ilkelerini kullanıyorlar. Salt Tevhid’in çizgisinden saptırıcı bir takım hurafeler ve mitolojilerle karışan Ehl-i Kitab’ın inanç sistemini bu konuda kendileri için bir maske yaparak diyorlar ki:
“Biz, bunun söylediğini babalarımızın bağlı olduğu son dinde de işitmedik. Bu uydurmadan başka bir şey değildir.”[103]
Birden fazla dine sahip olmak, şirk akidesine sahip olmanın neticesidir. Muvahhid olan bir kimse için ikinci bir yaşam biçiminden, müşrik olan bir kimse için ise tek din olan islamın varlığından söz edilemez. Laik toplum Hz. Muhammed (sas)’in karşısında ona karşı direnen boykot uygulayan, islam şiarlarına saldıran toplumdur. Dolayısıyla bugün Resulullah (sas)’in izinde olduğunu söyleyip kendisine muhalefet eden laikler kafirlerin ta kendileridirler.
Gerçek şu ki; Allah’a ortak koşan toplumda bir müslüman demir parmaklıkların arkasına gidebilir, asılabilir, işkence edilebilir, yurdundan sürülebilir ve son olarak ta ölüme gidebilir. Ama asla ve asla çok çeşitli bir yaşam tarzına (Dine) ve çok ilahlı bir hayata gitmez. Ve asla Müslümanda zaaf ve yalakalık tabiri caizse dalkavukluk olamaz. Çünkü bunlar çok dinli bir hayatın ve çok ilahlı bir yaşantının fertlerinde olabilecek durumlardır. Bunlarda ancak müşriklerdir.
AHKAM-I ŞERİAT YA DA ESFELE SAFİLİN
Her insanın görevi tağutu inkâr edip Allah’a iman etmesidir. Ancak bunu yaptığı takdirde mükâfata nail olup azaptan kendisini koruyabilir. Tağutu inkâr; heva hevesi inkar etmek demektir ki insanları sapkınlıktan, haddi aşmaktan alıkoyan da budur. Allah’a iman ise O’nun indirdiği şeriatla amel edip hâkimiyeti için çabalamaya söz vermektir. Bununla ilgili Allah (cc) değişmez hayat rehberimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır;
لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”(Bakara/256)
“Tevhidin şartı Allah’tan başkalarını inkâr etmek değil, Allah’tan başkalarından ilâhlık vasfını kaldırmak ve bu arada tağutları inkâr etmek, yani onları hiç tanımamak, diğerlerinin de ilâhlık altındaki derecelerine göre haklarını tanımaktır. Çünkü hak Allah’ındır. Nihayet şunu da kesinlikle ifade ediyor ki, Allah’ın birliğine inanan bir mümin olmak için, Allah’a imandan önce küfre tevbe etmek şarttır. Ve bu tevbenin şartı da tağutları asla tanımamaya kesin karar vermektir. Bu durumda, “kim tağutu inkâr eder de Allah’a iman ederse…” ifadesi, “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.” kelime-i tevhidinin bir tefsiri demektir.”[104]
Şeriat mübarek bir ağaçtır; Âlem onun meyvelerinden ve lezzetlerinden, bu dünya hayatında ve öbür dünya hayatında faydalanır. Her iki cihanın faydaları da ondan alınır.[105]
Yeryüzünde insanların mükellefiyetlerini yerine getirebilmeleri için şeriata ihtiyaçları kaçınılmazdır. Aksi takdirde insanın yaratılış gayesine uygun hareket edebilmesi düşünülemez. Nitekim Allah’u Teâla Kuranı Kerimde şöyle buyurmaktadır;
وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِنًا عَلَيْهِ فَاحْكُم بَيْنَهُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ وَلاَ تَتَّبِعْ أَهْوَاءهُمْ عَمَّا جَاءكَ مِنَ الْحَقِّ لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًا وَلَوْ شَاء اللّهُ لَجَعَلَكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلَكِن لِّيَبْلُوَكُمْ فِي مَآ آتَاكُم فَاسْتَبِقُوا الخَيْرَاتِ إِلَى الله مَرْجِعُكُمْ جَمِيعًا فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ
“…Sizden her biriniz için bir Şeriat ve bir minhac tayin ettik…”(Maide 48)
Şeriat, Allah’ın kulları için teşri buyurduğu din, nizam ve hükümlerinin adıdır “minhac”, yani insanların dinde izleyecekleri devamlı ve açık bir yol “tayin ettik”.
İnsanoğlunun İslam şeriatının dışında yaşaması demek, fıtratın, yaratılışının dışında yaşaması demektir. Konuyu misallendirirsek, balık suda kuş havada veya yeryüzünde yaşamak için yaratılmış. Onlar için belirlenen bu sistemi herhangi bir kimsenin değiştirmeye çalışması demek, arkasından o canlıların ölümünün gelmesi demektir. Yani kuşu suyun altında, balığı da suyun üstünde yaşamaya zorlamak onların ölümü için zemin hazırlamak demektir. İşte bu misal gibi insan sadece canlı et parçasından meydana gelen bir varlık değildir. Allah azze ve celle insanı hem iç âleminde hemde dış âleminde muhtelif özelliklerle yaratmıştır. İşte bu özellik ve kabiliyetler İslam şeriatına göre sevk edildiğinde insan gibi bir hayattan söz edilebilir. Yoksa hareket eden cesetten başka bir şey olamaz. Ve hayvanlarla da aynı derecede kalamaz daha da aşağıya düşecektir. İslam’ın öngördüğü hakikat çizgisinden uzak kalan batılı eğitim sistemlerinin yetiştirdiği neslin hali bugün apaçık ortadadır. Aristo’nun görüşleri ile her gün Tv, Telefon, ve diğer haberleşme ve yayın organları kullanılarak taze zihinler kirletilmektedir. Peki, neyle biliyor musunuz? İslam’ın saf ve duru halinden uzak olarak yetişen ve insanları yetiştiren filozoflar kitlelere insanın tarifini yaparken; “İnsan düşünen bir hayvandır” diyerek veya “Allah evreni yarattı ve kendi haline bıraktı” gibi haşa sapıkça fikirler öne sürerek. Halbuki bu kelimeleri söylerken şunu anlayamadılar; hayvanda ozaman düşünmeyen bir insandır ya da âlem içerisinde cereyan eden bunca hareket, duruş, değişme, gelişme, oluşma, büyüme haşa kendi başına olmaktadır. Bunu hangi akıl sahibi kabul edebilir? Hiç kimse. Evet, insanoğlu da bu evren içerisinde var kılınan ve Rabbine karşı, insanlara karşı, ailesine kısacası canlı cansız varlıklara karşı sorumluluğu olan bir varlıktır. Bu sorumluluğun sınırlarını ve ölçüsünü belirleyen kanunlara ise şeriat denmektedir.
“Allah’ın arzında şeriatın ikame edilmesi, şeriata inananların en tabi haklarıdır. Aklen malum olduğu gibi hissen dahi müşahede olunmaktadır ki, hangi ümmet ikrar verip kabul ettiği şeriatın ahkâmını ihlal ve hudud-u İlahiyeyi tecavüz ederse o ümmetin rabıtası çözülür ve yekdiğerine irtibatı kalkınca bittabi satvet ve şevketi zevale(yok olmaya) Yüz tutar. Binaenaleyh: Heyet-i mecmuası dünyaca zelil ve hakir olup düşmanın ayakları altında ezilirler ve yevmi kıyamette azabın en şiddetlisine uğrarlar.[106]
İdarede, toplumda, fert ve insan izleri taşıyan her sahada Allah’ın şeriatı tek ölçüdür. Şeriat kelimesini sadece belli başlı konuları ele alarak İslam ceza hukukunu insanlara kötü göstermeye çalışan İslam düşmanları ne yazık ki cahil fertler üzerinde etkili olmuşlardır. Ancak ne var ki öncesinde olduğu gibi bugün de düşmanlar saldıracak bize düşen Kuran’ın evrensel ve her zamanı, mekânı kuşatıcı ahkâmını tatbik etmektir. Resulullah (Sas) ve sahabelerine yapılan işkence, kötü söz, boykot, ahlaksız ve nefse yönelik teklifler, onları, şeriatın her hangi bir emrini uygulamaktan alıkoymadı. Şartlar ne olursa olsun bu böyle olmalıdır. Peki, bugünün Müslümanları! Kuran’ın ahkâmının yani şeriatın uygulanması için çabalayan can mal ne varsa feda eden İslam önderlerinin yolunu bıraktı da haşa “kahrolsun şeriat” diyebilecek kadar alçaldılar. Heyhat! Sen Allah ’cc’dan gelene mi kahrolsun diyor ya da diyenlere ses çıkarmıyor musun?
Şirk hükümlerinin uygulandığı toplumlarda İslam’ın değilde, Gayrimüslim idarecilerin kendilerine izin verdiği kadar çalışanlar şuursuzdurlar. Şeriatın uygulanmasına giden yolu da şeriat belirlemiştir. Beşeri sistemlerin idarecileri, batıl metot ve usullerle islamı getireceklerini söylemekle halkı yıllardır uyutmaktadır. Unutmamalıyız ki; İzzetli bir hedefe ancak izzetli bir yol ile gidilir. O da Hz. Muhammed (Sas) metodudur. Dikkat edersek Allah cc Kuran’ı Kerimde birçok soru işaretiyle biten ayet inzal etmiştir. Bu ayetlerden şunu anlamalıyız haşa Allah bilmediği için değil nasıl ki herhangi bir şey sorulduğunda doğru cevabı verebilmek için düşünüyorsan bu soru edatıyla gelen soruların üzerinde de aklını kullanarak düşünde emin bir şekilde evet böyledir de Mesela;
أَمْ لَهُمْ شُرَكَاء شَرَعُوا لَهُم مِّنَ الدِّينِ مَا لَمْ يَأْذَن بِهِ اللَّهُ وَلَوْلَا كَلِمَةُ الْفَصْلِ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ وَإِنَّ الظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
“Yoksa Allah’ın izin vermediği bir şeyi, dinde onlara şeriat kılacak ortakları mı var? …” (Şura 21)
“Şürekau” (ortaklar) ifadesi ile sadece insanların kendilerine yalvardıkları, müracaatta bulundukları, dua ettikleri, ibadet edip adak kestirdikleri ve bu şekilde ortak koştukları ilahlar kastedilmiş değildir. Burada ‘ortaklar’ ile insanların kendilerine Allah ile beraber hüküm koymada ortak kabul ettiği kimseler kast olunmaktadır. Öyle ki, onların ortaya attıkları düşüncelere, akidelere, nazariyelere iman edilir ve ahlâkî kaideler, kültürel normlar şeklinde ihdas ettikleri değerler ölçü olarak kabul edilir. Onların icad ettikleri kanunlara, dini törenlere, örf ve adetlere uyulur. Kişisel ve toplumsal hayatı düzenlemede, alış verişte, mahkemelerde, siyasette, yönetimde hep onların kararları esas alınır. İşte bu, o insanların tabi oldukları şeriatlarıdır. Yine bu, Allah’ın dininin karşısında kendi başına müstakil bir dindir. Onlar nasıl ki Allah’ın rızası olmadan bir ‘din’ ortaya koymuşlarsa, onlara uyanlar da Allah’ın rızası olmadan uymuşlardır. İşte Allah’tan gayrısına kulluk nasıl şirkse, bu da öyle şirktir.[107]
İşte bu şirkin ta kendisidir. Dolayısıyla müşrik düzenin hâkim olduğu bir toplumda müslüman, şeriatın hâkimiyeti için çalışmakla yükümlüdür. Bu Allah azze ve celle’nin mümin kullarına yüklediği bir sorumluluktur. Ya olduğu gibi benimsenerek uygulanacak ya da esfele safiline (Aşağıların aşağısına) düşmekle başbaşa kalınacaktır. Üçüncü bir yol hiçbir zaman olmadı,olmayacak. İslam’da itibar hiçbir zaman fertlere değildir. Kişiler ancak şeriat ’ın muktezasını hayatlarına aksettirdiği oranca değer kazanır. Bu konu ile alakalı Ahmet er-Rufai şöyle diyor; Şeriatın reddettiği her söz zındıklıktır! İlahi emirleri tutmadıkça, dinin yasakladığı hususlardan kaçınmadıkça, bir kimseyi havada bağdaş kurmuş olarak oturuyor görseniz bile kulak asmayın itibar etmeyin.[108]
İman ettiği değerleri yaşamak yerine yaşadıklarına iman eden kimseler makam ve unvanları ne olursa olsun esfele safilindedirler. İyi anlaşılması gereken mesele; Rütbelerinden dolayı kendilerine itibar edilen ve şeriatı uygulamaya çalışmayan önder, idareci, şeyh, hoca, üstat ne olduğu önemli değil İslam’a hizmet değil ancak karşıdaki ordunun askeri olurlar. Onlara uyanların vay haline!
MÜŞRİKLERİN AKİDESİ
Yeryüzünde Hak olsun batıl olsun fark etmez bütün toplumlar, kalplerinde taşıdıkları inancın, savunucusu ve uygulayıcıları olan insanlardır. Çünkü her toplum akidesinin gereği olan hayatı pratiğinde uygular. Neye, nasıl, neden inanmışsa, onun için geçerli olan pratiğin ölçüsüdür o esaslar. Dolayısıyla toplumlar inanmış olduğu değerlerin aynı zamanda koruyucularıdırlar. Yoksa savunmadığı bir inancın bekasıda mümkün olmayacaktır. Bugün müşrik toplumun varlığından bahsediyorsak bu müşrik toplumun inanç esaslarına sahip çıktığını gösterir. İçerisinde bulunduğumuz türkiye coğrafyasını dikkate alırsak kemalistler İslam’ın inanç esaslarını değiştirerek yerine şirk amentüsünü getirdiler. Bu konuyla alakalı laik müşriklerden refik Ahmet şöyle diyor; Allah’ı da sultanla birlikte tahtından indirdik, artık türkiyede ne din, nede Allah, nede peygamber vardır. Bizim dinimiz kemalizm mabetlerimizde fabrikalardır.[109] İnsanlar kabul etse de etmese de bugün Allah azze ve celle ‘nin kitabı peygamberimizin hayat modeli ve hak din olan İslam uygulamadan kaldırılmış yerineyaratılmışı ilah edinen ve kemalizmi din haline getiren bir toplum meydana gelmiştir. Bu dinin müntesiplerinin bazı tapınma yöntemleri mevcuttur. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz;
- Heva ’ya tapmak
- Putlara tapmak
- Şehvete tapmak
- Servete tapmak
- Şiddet ve Kuvvete tapmak
Yazmış olduğumuz bu maddeler Allah azze ve celleye ortak koşan insanoğlunun ortak özellikleridir. Bu özellikler anlaşılmadığı sürece müşrik toplumların inanç esasları istenilen bir şekilde öğrenilemez. Bundan dolayıdır ki bu esasların mahiyetini öğrenmek mecburiyetindeyiz. Hep beraber müşrik toplumu itikadi yapısını haber veren Ayeti Kerime’yi hayat rehberimizden okuyalım;
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ فَأَنَّى يُؤْفَكُونَ
“Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı hizmetinize kim verdi?” diye soracak olsan mutlaka, “Allah” diyeceklerdir. O hâlde nasıl (haktan) döndürülüyorlar?” (Ankebut 61) Ayeti Kerime’den de anlaşılacağı üzere gökleri yeri, güneşi ve ayı yoktan var eden Allah’a iman ettiğini söyleyen müşrik toplulukların nasıl ve ne şekilde bu maddelere taptıklarını görmeye çalışalım.
HEVAYA TAPMAK
Allah azze ve celle’ye isyan eden toplumların amentüsünün başını muhakkak ki heva-i nefis almaktadır. Bir toplum, İlahi nizamın emir ve yasaklarına göre değil istek ve arzularına göre şekilleniyorsa işte bu toplumun temel altyapısında heva ’ya tapmak yatmaktadır. Kur’an’ın belirlemesiyle heva, dalaletin en yakın nedenidir. Bu nedenle hevâlarına uyanlar, dalalete düşenler, sapıklık içinde olanlardır. Müminlere düşen, hevasına uyan kişilere değil, ilme tabi olmaktır. İlmin kaynağı vahiy olduğuna göre, vahiy ile heva birbiri ile çelişen, birbirine zıt şeyler olmaktadır. İlm’in karşısında yer alan olumsuz kavramlardan “zan” da hevânın doğal işbirlikçisi, destekçisidir. Çoğu zaman ikisi bir arada bulunurlar. Ayetin ifadesiyle; “Onlar ancak zanna ve nefislerin (in) hoş gördüğüne (heva) uyuyorlar” ( Necm, 23) buyurulmaktadır. Bununla beraber hayat rehberimizde birçok ayet bulunmaktadır. Bunlardan birkaçına bakalım;
أَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ أَفَأَنتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكِيلًا
“Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkan -43)
فَإِن لَّمْ يَسْتَجِيبُوا لَكَ فَاعْلَمْ أَنَّمَا يَتَّبِعُونَ أَهْوَاءهُمْ وَمَنْ أَضَلُّ مِمَّنِ اتَّبَعَ هَوَاهُ بِغَيْرِ هُدًى مِّنَ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
“Buna rağmen sana icabet etmeyecek olurlarsa, artık bil ki, onlar, gerçekten kendi heva (istek ve tutku)’larına uymaktadırlar. Oysa Allah’tan bir kılavuz (doğru yol gösterici) olmaksızın, kendi istek ve tutkularına (hevasına) uyandan daha sapık kimdir? Şüphesiz Allah, zulmeden bir kavme hidayet vermez.”(Kasas/50)
أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلَى سَمْعِهِ وَقَلْبِهِ وَجَعَلَ عَلَى بَصَرِهِ غِشَاوَةً فَمَن يَهْدِيهِ مِن بَعْدِ اللَّهِ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ
“Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?”(Casiye/23)
بَلِ اتَّبَعَ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَهْوَاءهُم بِغَيْرِ عِلْمٍ فَمَن يَهْدِي مَنْ أَضَلَّ اللَّهُ وَمَا لَهُم مِّن نَّاصِرِينَ
“Hayır, zulmedenler, hiç bir bilgiye dayanmaksızın kendi heva (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir? Onların hiç bir yardımcıları yoktur.”(Rum/29)
“… Hevasını ilâh edinen”, arzu ve tutkularının kölesi olandır. İlâhına ibadet eden biri gibi, o da tutkularına ibadet ettiğinden, bir puta tapan kadar şirk suçu işlemektedir. Hz. Ebu Umame’den rivayet olunan bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuşlardır:
“Allah’tan başka kendilerine ibadet olunan sahte ilâhların Allah yanında en kötüsü, kişinin hevasıdır.” (Taberanî)
Tutkularını kontrol altında tutabilen ve karar vermede sağ duyusunu kullanabilen kişinin, şirke ve küfre dalmış da olsa aklını kullanarak doğru yola gelebileceği umulur. Eğer böyle doğru yolu seçecek olursa, bu yolda da kararlı ve sağlam olur. Buna karşılık tutkularının kölesi olan bir insan, dümeni olmayan gemi gibi, hevası kendisini nereye sürüklerse oraya gider. Doğruyla yanlış, hakla bâtıl arasındaki fark onu hiç rahatsız etmez ve böylesi bir seçimde bulunmak da istemez.”[110]
İmam Gazali (rha) şöyle diyor; “Gerçek şu ki; İyi düşünen kimse, puta tapan kişinin de heva-i nefsine tapmış olduğunu anlar. Çünkü gönül ata dinine meyleder. İşte o kişi de nefsinin meyline uymuş olur. Zaten ‘heva’ kelimesinin bir manası da, nefsin alışkın olduğu şeylere doğru eğilmesidir.”[111]
Heva putu şirkin perçinlenmesine ve daha nice sapkınlıkların peyda olmasına sebebiyet verir. Çünkü insanoğlunun isteği bitmeyeceğinden dolayı işlediklerinden sıkılıp başka sapkınlıkları arayacaktır. Uyuşturucunun çeşit çeşit olması, alkolün türlü türlü çeşitlerinin olması hatta televizyonda yüzlerce kanalın olması insanın heva ve hevesinin portresini bize bariz olarak çizmektedir. Heva ve hevesine sınır çizemeyenler Hevalarının Kulları olanlardır.
Allahu Teâla’nın emretmiş olduğu şeriatı kendi heva ve heveslerine engel olarak görenler, şeriata muhalif kural ve kanunlar icat ederek nefsine olan kulluklarının bir pratiğini gerçekleştirmişlerdir. İcat ettikleri kural ve kanunlar; kendi heva ve heveslerini destekleyen ya da o isteklere engel olmayacak yöndedir. Laik-demokrat, liberal-seküler, kapitalist-kemalist, sosyalist-marksist olsun fark etmez hepsi birer hevâlarına kulluk eden onun izinde tavizsiz ilerleyen kimselerdir. Mekkeli Müşrikler de Allah Rasulu (sav)’i nefislerine engel olan bir kural ve kanun manzumesi (şeriat) ile geldiği için karşı çıkmışlardır. Yoksa bir kelimeyi söylemek ya da O(sav)’nu tasdikleyici bir cümlenin söylenmesi onlara ağır gelmezdi ki bu kelimeyi söylemeleri halinde Allah Rasulu (sav) onlara reddedemeyeceği vaatlerde bulunmuştu. Ama her ne kadar o vaatleri işitselerde o kelimeyi (Kelime-i Tevhid) söylememiş bu kelimenin kendi hevâlarına sınır getirdiğini, düzenleme getirdiğini anlamış ve ona karşı durmuşlardır.
وَعَجِبُوا أَن جَاءهُم مُّنذِرٌ مِّنْهُمْ وَقَالَ الْكَافِرُونَ هَذَا سَاحِرٌ كَذَّابٌ
أَجَعَلَ الْآلِهَةَ إِلَهًا وَاحِدًا إِنَّ هَذَا لَشَيْءٌ عُجَابٌ
“Kâfirler, kendilerine içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve şöyle dediler: “Bu, yalancı bir sihirbazdır.İlâhları bir tek ilâh mı yaptı? Gerçekten bu çok tuhaf bir şey!””(Sad/4-5)
Bugün de İslam’ın yaşanmasının önündeki en büyük engel hevadır. Hevaları İslam’ı kabullenmekte zorluk çekenler Onu karalamaya lekelemeye ya da çağ dışı gibi sıfatlar yakıştırarak etkisini zayıflatmaya çalışmışlar ve kendilerine bahaneler bulmuşlardır. İslam’ı kabul ettiğini zanneden ‘Heva Kulları’ da İslam’ı camiye hapsederek, belli gün ve gecelerde yaşayarak hevasının müsaade ettiği kadar bu dini yaşamaktadır. İslam’ın emrettikleri hevasıyla çatıştığında kendilerini İslam’a nispet edenlerin dahi uzaklaştığı, kaçtığı bahaneler uydurduğu gözlemlenmiştir. Heva ehli olmak; saçmalıktır, çelişkidir ve kargaşadır. Bugün evet dediğine yarın hayır dedirten sürekli değişkenlik gösteren bir sapkınlık çeşididir.
ثُمَّ أَنتُمْ هَؤُلاء تَقْتُلُونَ أَنفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقاً مِّنكُم مِّن دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِم بِالإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِن يَأتُوكُمْ أُسَارَى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ فَمَا جَزَاء مَن يَفْعَلُ ذَلِكَ مِنكُمْ إِلاَّ خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَى أَشَدِّ الْعَذَابِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
“…Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?…”(Bakara/85)
“Hak uzun uzadıya bir açıklama gerektirmeyecek kadar net ve açıktır. Arzu edilen şey, insanların bu hakka yönelmesi ve hak yolunu seçmeye güç yetirmesidir. Öğüt şerli nefislere ağır gelen bir şeydir. Çünkü öğüt, bu insanların sınırsız özgürlüklerini kısıtlar. Gene öğüt, müstekbir ama aslında küçük, nasihati, kudretleri açısından bir eksiklik sayan kimselere de ağır gelir. Çünkü küçük ve düşük olan bu kimseler, yardım için uzattığın elinden uzak durmaya çalışırlar. Büyüklüklerini! İzhar etmiş olmak için uzak dururlar.”[112]
Dolayısıyla heva, insanın iç âleminde bulunan kendisi hakkında sürekli tetikte bulunulması gereken bir olgudur. İnsanı insan yapan değerleri yok saymasına, hakka karşı başkaldırmasına, gönderilen vahye karşı duyarsız davranıp azgınlık etmesine sebep olan en önemli etken heva ‘ya tabiyettir.
PUTLARA TAPMAK
Müşrik toplumun amentüsünü oluşturan ikinci madde puttur. Put, varlığını kendi eli veya gücüyle kabul ettirme ile değilde daha ziyade insanların zihin ve hayalleri sonucunda ortaya çıkan bir şeydir. Çünkü taştan veya tahtadan yapılan, konuşmaktan yoksun bir varlığın bunları yapabilmesi zaten aklın kabulünün dışında kalan bir olaydır. O halde put denilen şey insanların tasavvurları ve kendi kabullenişleri ile ortaya çıkmış olduğuna göre asılda suçlu olan insanlardır. Çünkü putu, put yapan cahil ve akılsız insanların ona yükledikleri ya da olduğunu düşündükleri asılsız iddialarıdır. Putun tarihçesi siyer ve tarih kitaplarında uzun uzadıya izah edilmiştir. Öz olarak mahiyetini beyan etmenin kâfi geleceği kanaatindeyiz. Mekke toplumuna ilk putu getiren ve kabullenilmesi için adım atan Amr b. Luhayy ’dır. Bulunmuş olduğu devlet başkanlığı statüsü toplumun bu durumu kabullenmesinde etkili rol oynamıştır.
Cahiliye döneminin en belirgin görünümlerinden biri puta tapıcılıktır. Gerçi bu dönemin insanlarında da bir Allah inancının varlığı bilinmektedir. Kur’an-ı Kerim’de buna işaretler vardır. Ancak onlar, belki ilk örneği ilah sembolü olarak ortaya çıkmış olan putları ona ortak koşarak şirke düşmüşlerdi. Bu putçuluğun o zamanki Arabistan’a Amr b. Luhayy tarafından sokulmuş olduğunda İslâm tarihçileri görüş birliği içindedir. Zamanla; önceleri saygı duyulan, iyi, salih insanların anılarına dikilmiş heykellerine, tapanlarınca ilahları sembolize eder heykellere ve çeşitli şekillerde ortaya çıkmış diğer heykellere tapınmayı da içine alacak derecede değişik boyutlar kazanmış olan puta tapıcılık ve şirkte, genel olarak yıldızlara, kahramanlara, vehmedilen ilahlara ve ağaçlara tapınma söz konuydu.
Bilhassa, ilahların üzerlerinde oturdukları vehmedildiği için, taşlara tapma âdeti çok yaygındı. Hemen hemen puta tapan her ferdin, her kabilenin bir putu olduğu gibi daha geniş çapta tapınmaya konu olan putlar da vardı. Cahiliye döneminin geniş alâka gören bazı putları Kur’an-ı Kerim’de de zikre dilmektedir.[113]
“Muhammed b. İshak, Ebu Hüreyre ‘nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasulullah (s.a.v.)’ın Eksem b. Cevn el-Huzaî’ye şöyle dediğini duydum: “Ey Eksem! Amr b. Luhayy b. Kamia b handef’in Cehennem ‘de bağırsaklarını çekip sürüyorken gördüm. Senin kadar ona benzeyen birini görmediğim gibi onun kadar sana benzeyen birini de görmedim.
Eksem: “Ya Rasulullah, onunla aramızdaki benzerliğin bana zarar vermesinden korkarım. deyince Hz. Peygamber şu cevabı verdi: “Hayır! Sen mü’minsin, o ise kâfirdir. İsmail (a.s.)’in dinini ilk defa değiştiren odur. Tapınılmak için putlar dikmiş, putlara hayvanlar adamış, bu adakların sütünü sağmanın, sırtlarına yük vurmanın haram olduğunu söylemiş, Vasile’yi[114] kutsal saymıştır,”[115]
Buharî, Hz. Aişe’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: Cehennem ‘in birbirini parçaladığını gördüm. Amr’ı da kendi bağırsaklarını çekip sürürken gördüm. Şaibe (hayvanını) ilk defa salan odur.”[116]
Hülasa, demek istediğimiz şu ki: Lanetli Amr b. Luhayy, dinde bid’atları çıkarmış, bu bid’atlar sebebiyle Hz. İbrahim’in dinini değiştirip tahrif etmiş, Araplar da onun bid’atlarına uymuşlar; böylece apaçık, çirkin ve kötü olan bir sapıklığa düşmüşlerdir. Cenâb-ı Allah, onların bu hallerini Kur’ân’m birçok yerinde reddedip yermiştir:
وَلاَ تَقُولُواْ لِمَا تَصِفُ أَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ هَذَا حَلاَلٌ وَهَذَا حَرَامٌ لِّتَفْتَرُواْ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ إِنَّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ لاَ يُفْلِحُونَ
“Diliniz yalan yere vasıflandıra geldiği için her şeye, “Şu helal, bu haramdır.” demeyin. Sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz.”(Nahl 116)
مَا جَعَلَ اللّهُ مِن بَحِيرَةٍ وَلاَ سَآئِبَةٍ وَلاَ وَصِيلَةٍ وَلاَ حَامٍ وَلَكِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ وَأَكْثَرُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ
“Allah; ne Bahire’den, ne Saibe’den, ne Vasile’den ne de Ham’dan hiç birini meşru kılmamıştır. Fakat küfredenler, Allah’a karşı yalan uydururlar. Onların çoğunun ise akılları ermez.” (Mâide 103)
إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ يَا أَبَتِ لِمَ تَعْبُدُ مَا لَا يَسْمَعُ وَلَا يُبْصِرُ وَلَا يُغْنِي عَنكَ شَيْئًا
“Hani (İbrahim) babasına demişti: “Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan şeylere niye tapıyorsun?” (Meryem 42)
إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا تَعْبُدُونَ
Hani o, babasına ve kavmine: Neye tapıyorsunuz? Demişti. (Şuara 70)
قَالُوا نَعْبُدُ أَصْنَامًا فَنَظَلُّ لَهَا عَاكِفِينَ
Demişlerdi ki: “Putlara tapıyoruz, bunun için sürekli onların önünde bel büküp eğiliyoruz.” (Şuara 71)
قَالَ هَلْ يَسْمَعُونَكُمْ إِذْ تَدْعُونَ
İbrahim: Peki, dedi, yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? (Şuara 72)
“Maddi üretim imkânları üzerinde haddinden fazla duranlar ve çok önemli olan manevi esasları bir kenara itenler… Doğrudan doğruya insanlığın düşmanlarıdırlar bir kere… Çünkü onlar insanların hayvanlar seviyesinden yukarı çıkmasına rıza göstermemektedirler bu tutumlarıyla… Hayvani arzuların ilerisine geçmemektedirler…
Onlar materyalizm, üzerinde dururken sadece bir tez olarak harekete geçmiyorlar, aksine bunun gerisinde imani değerleri kökten yıkmayı hedef alıyorlar. İnsanın gönlünü hayvanlarda farklı olarak yüce değerlere bağlayan inanç temellerini bombardıman, ediyorlar. İnançtır ki, insanın esaslı ihtiyaçlarının gözden uzak bulundurmaz ve yiyecek, içecek, oturacak ihtiyaçlarının yanı sıra cinsi arzularının ötesinde insanın daha başka hedeflerinin olacağını ve o noktada insanın hayvanlardan ayrıldığını açıkça söylerler…
Maddi değerleri haddinden fazla büyüten, maddi üretim imkânlarını son derece yükselten şu çığlıklar aslında insanın faaliyet sahasının hepsini maddeyle işgal edip düşünce ve tefekkür için insanların hayatında bir saniyelik yer bırakmak istememektedirler. Bunlar insanı maddi değerlerin ve üretim vasıtalarının peşinde soluyarak koşan ve onları hayatın en önemli unsuru ve en yüce değeri olarak kabul eden birer makina, otomat durumuna getirmektedirler… Ve durmadan bağırıp çağırmaktadırlar, “üretim… ” “üretim… ” diye .. Bütün ruhi değerler ahlaki kıymetler bu üretim furyasının altında unutturulmakta ve sırf üretimi geliştirmek için hepsi de ayaklar altına alınıp çiğnenmektedir… Hiç te iyi niyetli değildir bu çığlıklar… Bilakis ilk cahiliyet devrinin putlarının yerine modern cahiliyetin putlarını yerleştirerek insanları bu putlara tapındırmak için çok sinsice hazırlanmış belli bir plan ve proje gereğidir. Maksat bu putları hakim kılarak bütün diğer değer ölçülerini yok etmektir…
Hiç şüphesiz ki, bir kere maddi üretim putu bir yere yerleştirilince insanlar bu putun çevresinde dolaşıp mukaddes bir tapınaktaki ayin gibi onun için alın teri dökmeye başlayınca, diğer değer ölçüleri ve kıymetleri bu mukaddes put uğrunda yıkılır ve ayaklar altında ezilir…
Ahlak, aile, ırz, namus, hürriyetler. Haklar ve teminatlar… Hepsi de, hepsi de üretim imkânlarını geliştirmek için ayaklar altına alınması mı gerekir, hemen alınacaktır… Eğer bunun adı putlaştırma ve ilahlaştırma değilse nedir peki? … Elbette put her zaman taştan ve mermerden olmayacaktır… Put; bazen de maske, arma, bayrak ve değer ölçüsü olarak ortaya çıkacaktır.”[117]
إِنَّ اللَّهَ يُدْخِلُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ وَالَّذِينَ كَفَرُوا يَتَمَتَّعُونَ وَيَأْكُلُونَ كَمَا تَأْكُلُ الْأَنْعَامُ وَالنَّارُ مَثْوًى لَّهُمْ
“…Küfredenler ise, eğlenirler ve hayvanların yediği gibi yerler. Onları yeri de ateştir.”(Muhammed 12)
“İnsanın başına gelebilecek en büyük zarar, hiç şüphesiz insanlığını kaybedip hayvanların derecesine inmektir. Ve bu, Allah (Subhanehu ve Teâla)’ya ubudiyetin bırakılıp heva ve şehvetlerin boyunduruğuna girildiği zaman, tahakkuk etmesi kaçınılmaz olan bir olaydır.
İnsanlar, kula kulluğun değişik biçimlerine kurban olurlar. Kendi katlarından icat ettikleri, ölçüsüz ve sınırsız kanunların doğrultusunda davranan iktidar adamı ve liderlerin kulluğuna mahkûm olarak şerrin batağına düşerler. Keyfi kanun koyanların tek hedefleri sadece kendi çıkarlarını korumaktır. Bu kanun koyucular diktatörler olmuş veya ırk ve sınıf iktidarları olmuşlardır. Değişmez hedefleri, sadece kendi çıkartandır. Allah (Subhanehu ve Teâla)’ya dayanmayan ve Allah (Subhanehu ve Teâla)’nın şeriatı çerçevesinde bulunmayan beşeri yönetimlerin emrinde yaşayan insanlara bir bakarsak söz konusu gerçek hemen görülür. Bununla beraber kula kulluğun sınırı, iktidar adamı, liderler ve kanun koyuculara tapınma noktasında son bulmaz. Lider ve kanun koyuculara tapınmak, işin gözle görülür belirgin halidir. Ama her şey demek değildir. Çünkü kula kulluğun daha başka şekilleri vardır. Gizli ama söz konusu halden çok daha etkili, çok daha katı ve güçlü biçimleri vardır.
Örneğin moda ve giyim yapımcılarına tapınma sorunu… Kendilerine uygar ismini takıp da insanlığın büyük bir kesimi üzerindeki moda egemenliğinden daha büyük bir egemenlik görülmüş mü?
Bir moda ilahının beğendiği kıyafet, giysi, otomobil, mimari, tablo veya defile biçiminde olsun öyle bir tapınmayı temsil ediyor ki, ne bir cahiliyye erkeği, ne de kadını kendisini mümkün değil bundan kurtaramaz. Bunun dışına mümkün değil çıkamaz. Eğer bu uygar cahiliyede insanlar modacılara gösterdikleri bağlılığın birazını Allah (Subhanehu ve Teâla)’ya yapsalardı, itaatkâr birer kul olabilirlerdi. Şu halde eğer bu da ubudiyet değilse ubudiyet nedir? Eğer modacıların bu hâkimiyet ve rablığı, hâkimiyet ve rablık değilse hâkimiyet ve rablık nedir? Şekil ve yapısıyla bağdaşmadığı halde edep yerlerini gösteren elbiseler giyen, gülünç ve alay konusu olacak kadar boya sürünüp maskaralaşan zavallı kadınları zaman zaman görmek mümkündür. Çünkü bu zavallı kadın, moda ve giyim yapımcıları denilen zorba rablerin esiri olmuştur. Sahte ilahların zorlamasıyla böylesine bayağılaşan bu zavallı kadın, itaat ve tapınmaktan başka bir çare bulamıyor. Çünkü etrafındaki toplumun tümü bu ilahlara tapınmaktadır. Eğer tapınma bu değilse nedir? Eğer hâkimiyet ve rablık bu değilse nedir?
Bu, sadece bir örnek … İnsanların Allah (Subhanehu ve Teâla)’ya tapınmayı bırakıp kullara tapınmalarıyla karşılaştıkları bir alçalış örneği! Demek ki insan, kula kulluğun ve kulların egemenliğine mahkûm olmanın en iğrenç şekli olan diktatör ve siyasi iktidarların itaatinden başka tapınma şekilleriyle de alçalıp bayağılaşmaktadır.
Bu bakımdan ibadet ve itaatteki tevhidin değerini iyice bilmek gerekir. Çünkü insanların ruh, namus ve mallarını koruyabilmeleri bu tevhide bağlıdır. Hangi şekliyle olursa olsun kulla kulluğun bulunduğu ortamda bu değerlerin korunmasına imkân yoktur. İster hâkimiyet ve kanun koyma serbestliği, ister gelenek ve göreneklerin, isterse de itikat ve düşüncenin hâkimiyeti biçimlerinde olsun kula kulluğun kaçınılmaz sonu budur: İşin hakikati budur.
İşte cahiliyye bu hale sokar insanları. Fıtratlarını bozar.
Zevk, düşünce, ölçü ve değerlerini yozlaştırır. Şimdi cahiliyenin insanlara yaptığı, onları elbiselerinden soymaktan, takva ve hayadan uzaklaştırmaktan başka ne ki? Bu kadarla da kalmayan cahiliyye bu çıplaklığına ilericilik, uygarlık ve modernizm adını vermektedir.
Giyinik, iffetli ve özgür müslüman kadınları da gericiler, gelenekçiler ve köylü kadınlar diye ayıplamaktadır. Mesh (hayvanlaşmak) işte budur. Fıtrattan uzaklaşmak işte budur. Sonra bugünkü cahiliyye Allah ‘ın hidayetine yönelenlere ne diyor biliyor musunuz? Bunlar sapıtmışlar…
Kokuşmuş bataklığa düşen ve cahiliyye çamuruna batan kimselere de arzu ve istekle kucağını açıyor. Sonra bugünkü cahiliyye, vücudunu peşkeş etmeyen genç kızlara, basbayağı yollara, kokuşmuş vücutlara iltifat etmeyen genç erkeklere ne diyor biliyor musunuz?
Evet, cahiliye, müslüman gençlerin bu yüceliğine, bu temizlik ve arıklığına da gericilik, çağdışılık, donmuşluk ve köylülük diyor. Ve cahiliyye elindeki tüm basın ve yayın araçlarıyla inanmış insanların üstünlük, temizlik ve arıklıklarını içinde debelenip durduğu çamura ve kokuşmuş bataklığa batırmaya çalışıyor. Cahiliye hiç şüphesiz aynı cahiliyedir. Değişen tek şey, şekiller ve şartlardır. Bu, gözle görülür bir manzaradır. İnsanları kula kul etme manzarası… İnsanın tüm insani meziyetlerini soyup atan ve onu gelenek ve göreneklere köle eden bir manzara…
İnsanı, hem kendi arzularına, hem de kendi gibi birer insan olanların arzularına köle etmek… Kısaca bugünün müşrik erkek ve kadınları, Üzerlerindeki kıyafetleri, yeryüzü rablerinden edinmişlerdir. Moda evleri, desinatörler, güzellik usta ve salonları, perde gerisinde gizlenmiş rabler haline gelmişlerdir. Günümüzün cahiliyye erkek ve kadınları uyanıp da bunları görmezler. Bu rabler, yerlerinde oturup emirler yağdırırlar. Yeryüzünün değişik bölgelerindeki çıplak hayvan sürüleri de hemen bu emirlere itaat ederler. Düşünmeden itaat ederler.
Yılın modası kadının boyuna posuna uymuş mu, uymamış mı, buna bakılmaz. Güzellik öğütleri, kendisine yarar mı, yaramaz mı, buna da bakılmaz. O, bayağılaşmış bir halde sadece itaat eder. Bu rablerin emrine uyar. Yoksa iradesini kaybetmiş diğer hayvan arkadaşları tarafından ayıplanır. Peki, kimdir bu moda evlerinin, bu güzellik salonlarının, bu çıplaklık ve açıklık çılgınlığının perde gerisindekiler? Kimdir bu çılgınlığı alevlendiren film, resim, hikâye, roman, dergi ve gazetelerin arkasındakiler? Kimdir bu çoğu kez şerefsizlik ve fuhuş yayan dergi ve romanların gerisindekiler? Evet, kimdir tüm bunları perde gerisinden yönetenler? Bu beynelmilel teşkilatın perde gerisindeki yönetici,
yahudidir. İrade yoksunu bu hayvanlara rablık ve sahiplik eden, yahudidir. Bu çılgın ateşin alevini her yerde alevlendirerek hedeflerine ulaşan yahudi… Çünkü tüm âlemi bu ateşin içine atıp eğlendirmek, arkasından da ruhi ve ahlaki değerleri yıkmak ve fıtratı bozarak insanı moda desinatörlerinin, güzellik ve süsleme uzmanlarının ve moda dünyası tarafından beslenen diğer pek çok sanayi dallarının elinde bir oyuncak yapmak; yahudilerin en büyük hedefidir. Giyim ve kıyafet meselesi, Allah’ın şeriat ve hayat sistemi meselesinden ayrı bir şekilde düşünülemez. Çünkü bu, pek çok nedenden dolayı akide ve şeriatla ilgili bir meseledir. Bunun en başta rububiyette ilgisi vardır. Bu alanlarda insanlar için kanun koyan makam, gerek ahlaki, gerek iktisadi ve gerekse diğer hayati yönler açısından büyük bir etkinliğe sahiptir. Ayrıca bunun beşer cinsinde bulunan insanca meziyetlerle ilgisi vardır. Çünkü beşer cinsindeki insani meziyetleri, hayvani meziyetlerden çok fazladır.
Ahlak ve düşünceleri, insanca zevk ve değerleri yozlaştırıp bozan cahiliye, hayvan gibi çıplak kalmayı ilericilik ve kalkınmışlık olarak, insanca örtünmeyi ise gericilik ve çağdışılık olarak kabul etmektedir. İnsanın fıtrat ve meziyetlerini değiştiren bundan beter bir mesh olamaz, öyle cahiliyye adamlarını biliyoruz ki… Dinin kıyafetle ilgisi ne? Dinin kadın giyimiyle ilgisi ne? Dinin güzelleşmekle ilgisi ne?” demektedirler. Bu, her zaman ve her yerdeki cahiliyede yaşayan insanların başına bela olan bir mesh (insanlıktan çıkış) halidir, Bir ayrıntı meselesi gibi görünen bu dava, aslında Allah (Subhanehu Teâla)’nın terazisinde ve İslam’ın hesabında büyük bir önem sahiptir. Çünkü bu davanın her şeyden önce tevhid ve şirk sorunlarıyla ilişkisi vardır. İkinci olarak insan fıtratının ıslahıyla, insanın ahlakı, toplumu ve hayatıyla bağlantısı vardır. Çünkü bu çıplaklık tüm bunları fesada veriyor.
Sağlıklı fıtrat sahibi kimseler, edep yerlerini açmaktan nefret ederler. Edep yerlerini örtüp kapatmak, sağlıklı bir fıtratın gereğidir. Vücutları çıplak yapmaya, nefisleri takvadan Allah ve insanlardan duyulan hayâdan uzaklaştırmaya çalışanlar dilleriyle, kalemleriyle ve her tür basın-yayın araçlarıyla bu çıplaklığı iğrenç şeytani yöntem ve değişik biçimlerde yerleştirmek isteyenler, hiç şüphesiz insanlığın düşmanlarıdır. İnsanı, fıtri meziyetlerinden ve insanca özelliklerinden uzaklaştırmak isteyen kimselerdir. İnsanın insanlığını bozanlardır. İnsanın; en büyük düşmanı olan şeytana teslim olmasını isteyenlerdir. Çünkü insanın elbisesini bırakıp edep yerlerini açmasını isteyen şeytandır.
Kısaca bu kimseler, insanlığı çökertmeyi, ahlakı bozup yıkmayı hedefleyen Siyonizm’in korkunç planlarını uygulayan kimselerdir. Siyonizm’in bu çöküşten hedeflediği şey, herkesin insanca direnme gücünü kaybetmiş olarak Yahudi imparatorluğuna boyun eğmesidir.
Çıplaklık, hayvani bir fıtrattır. İnsanlıktan aşağı bir dereceye düşenden başka hiç bir kimse buna meyletmez. Çıplaklığı güzel olarak görmek, beşeri zevki kaybetmişliğin bir sonucudur. Afrika’nın ortalarındaki ilkel insanlar çıplak idi. İslam uygarlığı bu bölgelere girer girmez, görülen ilk şey çıplakların giyinmesiydi.
Modern ilerici (!) cahiliyye insanlarına gelince, onlar İslam’ın ilkel insanları içinden çıkardığı batağa saplanıp batanlardır. Oysa İslam, bataklıktan kurtardığı bu insanları İslami anlamıyla uygarca bir düzeye yani insanın meziyetlerini koruyan bir uygarlık düzeyine çıkarmıştır. Günümüz insanlarının savunduğu çıplaklık ise, hastalığın nüksetmesi ve cahiliyeye tekrar dönüştür.
İtikad ve düşünce alanında Allah (Subhanehu ve Teala)’dan başkasına tapınmak, sonu gelmez evham, efsane ve hurafelerin pençesine düşmektir. Kimi haliyle putperest gerici cahiliyeleri, kimi haliyle de sıradan gerici insanların kuruntularını temsil etmektedir bu batıl zihniyetler, öyle ki bozuk inanç ve sapık düşüncelerin etkisinde kalan bu ilkel insanlar, mallarını ve hatta zaman zaman da çocuklarını adayıp kurbanlar kesmektedirler. Bu duruma düşen kimseler, hayali ilahların korkusunu hissederek yaşamaktadırlar. Cin ve ifritlerle ilişkili büyük sihirbazlara bağlı kahin ve türbedarların, esrarlı âlemlerden konuşan pirlerin ve dokunulmaz adamların korkusuyla yaşamaktadırlar. Ve daha nice kuruntuların…
İnsanlara korku, ürperti, yakınlık ve umut veren hayaletlerin, boyun büktüren, emekleri boşa çıkaran ve enerjileri tüketen daha nice batıl inançların, gelenek ve görenekler konusundaki Allah dışı mabutlara tapınmanın getirdiği yükümlülüklere ilişkin olarak moda ve giyim ilahlarını örnek vermiştik. Bu ilahların yolunda feda edilen pek çok namus ve ahlakı değerlerin yanında harcanan mal ve sarfedilen emekleri anmadan geçmek istemiyoruz.
Orta gelirli bir aile, parfüm, koku, boya, kuaför, her yıl değişen modaya göre alınacak kumaş, modaya uygun ayakkabı, saç ve ayakkabıyla uyumlu ziynet eşyası ve kısaca bu uğursuz ilahların istedikleri diğer eşya masrafı olarak, gelir ve emeğinin yarısını ayırmaktadır. Evet, orta gelirli bir aile, gelir ve emeğinin yansını, modaları sık sık değiştiren bu sahte ilahların havasına katılmak için harcamaktadır. Perde gerisinde ise, söz konusu sahte mabudların dünyasıyla ilgili sanayi dallarında kullanılan büyük sermayelerin sahibi yahudiler bulunmaktadır. Bugünkü cahiliyenin ne erkek, ne de kadım bu uğursuz ilahların istediği itaatten yani emek, mal, namus ve ahlakını feda etmekten kendilerini bir an bile alıkoyamamaktadır. Geriye beşeri kanunlar koyan iktidarlara tapınmanın gerektirdiği yükümlülükler kaldı. Bir kulun Allah (Subhanehu ve Teala)’ya adadığı hiç bir kurban yoktur ki Allah (Subhanehu ve Teala)’ dan başkasına tapınanların bundan kat kat daha fazlasını egemen rablerine adamış olmasınlar. Bundan kat kat daha fazla mal, can ve namusları feda etmiş olmasınlar. Vatan diye, millet, ırk, sınıf, üretim diye ve daha nice isimler altında pek çok put ve rabler türetilmiştir.
Etrafında bandoların çalındığı, Üzerlerine bayrakların çekildiği, putperestlerin tereddütsüzce mal ve canlarını feda etmeye çağrıldıkları pek çok put. Mal veya canıyla fedakârlık çağrısını duyan hiç bir putperest tereddüt bile geçiremez. Çünkü tereddüt geçirmek, ihanet ve utanç demektir. Bu putların arzularıyla namus karşı karşıya mı geldi? Feda edilmesi gereken namustur. Ve bu iş, ayrıca bir şeref diye telakki edilir. Çünkü gerekirse putun uğrunda kan bile dökülmelidir. Çünkü putun etrafını saran borazanlar böyle buyuruyor. Rablıklarını ilan eden diktatörlerin borazanları böyle buyuruyor.
Allah (Subhanehu ve Teala)’ dan başkasına tapınan kimseler, Allah yolunda yapılacak cihadın gerektirdiği fedakarlıkların aynısına ve hatta daha fazlasına katlanmaktadırlar. Oysaki Allah yolundaki cihadın gayesi, yeryüzünde sadece Allah (Subhanehu ve Teâla)’ya tapınmayı insanların putperestlik ve tağutperestlikten kurtuluşu ve Allah (Subhanehu ve Teala)’nın dilediği şekilde insana yaraşır bir üstün hayat yaşamayı sağlamaktır.
Allah yolundaki cihadda başa gelecek acı ve işkencelerden, şehid olmaktan, can, mal ve evladı kaybetmekten korkan kimseler düşünmek zorundadırlar. Allah (Subhanehu ve Teala)’ dan başkasına (yani tağuti güçlere) tapınmanın gerektirdiği mali, nefsi ve ailevi, ayrıca namusi ve ahlaki fedakarlıkların, fi sebililillah cihadın gerektirdiği yükümlülüklerden çok daha fazla olduğunu düşünmek zorundadırlar. Yeryüzü tağutlarını ortadan kaldırmayı hedefleyen Allah yolunda cihad, tağutperestliğin gerektirdiği yükümlülükleri asla istememektedir.
Sonra tağuti tapınma, bizatihi bir zillet, bir alçalış ve utançtır. Şunu da bilmek gerekir ki ibadet ve tapınmayı sadece Allah (Subhanehu ve Teâla)’ya ait kılma tevhidiyle kula kulluk ve tapınmayı reddetmek, insanın emek ve gelirinin korunması konusunda büyük bir önem arz eder. Allah (Subhanehu ve Teala)’dan başkasına tapınmayan kimsenin emeği, sahte ilahların keyfi uğruna harcanacağına yeryüzünün imarı, kalkınması ve hayat şartlarının iyileştirilmesi yolunda kullanılır. Ortada sık sık tekrarlanan apaçık bir gerçek vardır. Allah’ın kullarından biri kendisini tağutun tasallutundan kurtarmak istediği anlarda ortaya çıkan bir durum…
İnsanları Allah (Subhanehu ve Teâla)’ya değil kendi şahsına taptıran tağut, böyle bir durumda çeşitli yollara başvurur. İtaat edilip uyulan bir varlık haline gelebilmek için güç ve enerjilerin tümünü kullanır tağut. Kendisinin durmadan anılması, övgüsünün yapılması ve nimetlerine şükredilmesi için, basit ve sıradan bir kul olduğuna bakmadan şişinip durur. Kendisini büyük göstermek ve büyük ilahlık makamına geçebilmek için şişinir. Bu, sıradan ve basit kul görüntüsünü bir an bile şişirmekten geri durmaz. Büyüklüğüne dair konuşmalar yaptırıp övgü ve destanlar düzdürmesinin nedeni budur. Adının sık sık ve değişik vesilelerle anılmasını ve bu amaç için değişik türden merasimler düzenlenmesini istemesinin nedeni budur. Bu, sonu gelmez bir iş olarak sürüp gider. Çünkü bir kul olmak özelliğiyle unutulmaya, sönükleşmeye ve önemsiz bir hale gelmeye mahkûmdur. Kendisini şişirip duran bunca çığırtkan, bunca borazan, bunca bando, övgü ve destanlar olmasa kısa zamanda unutulup tükeneceğini bilir. Bu sonu gelmez işin uğrunda öylesine enerji, işgücü, mal, can ve hatta zaman zaman da namuslar feda ediliyor ki eğer bunların sadece bir kısmı faydalı üretim ve toprakların ıslahı amacıyla harcansaydı insanlar hayır ve bolluk içinde yaşarlardı. Şurası kesindir ki insanlar tağut’a tapınmayı bırakıp Allah’ın kulluğunu benimsemedikçe bunca işgücü, mal, can ve namusların verimli alanlarda kullanılması mümkün olmayacaktır. Bu örnekten açıkça anlaşılıyor ki insanlığın uğradığı zarar büyüktür. Allah’a tapınmaktan yüz çevirip tağutlara itaat etmesinin sonucu olarak uğradığı işgücü zararı, üretim, onarım ve mal zararları büyük rakamlara ulaşmaktadır. Bunun yanında can ve namusların, insani değer ve ahlakın feda edilmesi. Bundan öte zillet, yoksulluk, pislik ve utanç dolu bir hayat. Bu, şartlar ve fedakârlıklar farklı niteliklerde bile olsa, tüm beşeri sistemlerin özelliğidir.
Bu konudaki sözlerimizin özeti şudur: Kur’an-ı Kerim’in ibadet diye ifade ettiği hâkimiyet, itaat ve dine sımsıkı bağlanma meselesi, akidevi bir davadır. Bir iman ve İslam meselesidir. Evet, bu bir hukuk, siyaset veya nizam meselesi değil, bir itikad meselesidir. Akidenin olup olmaması, imanın var olup olmaması ve İslam’ın gerçekleşip gerçekleşmemesi meselesidir. Kısaca bu, öncelikle ve en başta gelen bir meseledir. Şeriat, nizam, hüküm ve yönetimlerin şeriat ve nizamı kanun ve hükümleri uygulayan iktidarların ifadesi olan pratik hayat sisteminin bir davasıdır bu.”[118]
Put ’un mahiyeti hakkında verilen geniş bilgi meselenin anlaşılması için yeterli olduğu kanaatindeyiz. Put, Allah’u Teâlâ’ya karşı kalplerde oluşan başkaldırının dışarıya yansıyan yönünü ifade eder. Put edinmek başlığın hemen sonrasında değindiğimiz konu dikkate alınırsa, kendi üzerlerinde yetki bulunmayan, hak etmeyen ve insanların esfele safiline düşmesine sebep olan kimselere Allah’ın yetkilerini, vermektir ki bu durum şirkin ta kendisidir.
ŞEHVETE TAPMAK
Bir insanı şu üç şey helak eder; Şöhret, servet ve şehvet. Bununla beraber şehveti iyi anlarsak diğer iki manayı da anlamış olacağız.
Şehvet: Arzu, istek, temayül, aşırı sevgi; nefsin değer verdiği istekler; cinsel arzu ve istekler. Kelime olarak çok geniş bir anlam alanını kapsayan şehvet, insan nefsinin arzuladığı, elde etmek istediği her şeyi içine almasına rağmen, konuşma dilinde daha çok cinsel arzular anlamında kullanılmaktadır.[119]
Şehvet: İslam akidesinin pratiğe dönüşmüş hali olan İslam ahlakı ve ameliyesini, hayatlarında iktidar yapmamış cahili fertlerin düşmesi kaçınılmaz olan bir alçalmadır. Allah azze ve celle yeni yetişen toplumun halini beyan ederek;
فَخَلَفَ مِن بَعْدِهِمْ خَلْفٌ أَضَاعُوا الصَّلَاةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا
“Onlardan sonra, namazı zayi eden, şehvet ve dünyevî tutkularının peşine düşen bir nesil geldi. Onlar bu tutumlarından ötürü büyük bir azaba çarptırılacaklardır.” (Meryem 59) buyurmaktadır.
“Bu Allah’la aradaki bağı koparmanın kaçınılmaz bir sonucu idi. Onlar gittikçe namazdan uzaklaşırken yavaş yavaş şehvetleri onlara hâkim olmaya başladı. Bunun sonucu ahlâkî sapıklığın en aşağı derecelerine düştüler ve ilâhî emirler yerine kendi arzu ve şehvetlerine uymaya başladılar.”[120]
Hâlbuki Hz. Muhammed (Sas)’in Cennet ve cehennem ’in mahiyetini açıkladığı bir konu olmasına rağmen bu duruma düşülmüştür.
“Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah Teala hazretleri cenneti yarattığı zaman Cibril aleyhisselam’a: “Git ona bir bak!” buyurdular. O da gidip cennete baktı ve: “[Ey Rabbim!] Senin izzetine yemin olsun, onu işitip de ona girmeyen kalmayacak, herkes ona girecek!” dedi. (Allah Teala hazretleri) cennetin etrafını mekruhlarla (nefsin hoşlanmadıklarıyla) çevirdi. Sonra: “Hele git ona bir daha bak!” buyurdu. Cebrail gidip ona bir daha baktı. Sonra da: “Korkarım, ona hiç kimse girmeyecek!” dedi. Cehennemi yaratınca, Cebrail’e: “Git, bir de, şuna bak!” buyurdu. O da gidip ona baktı ve: “İzzetine yemin olsun, işitenlerden kimse ona girmeyecektir!” dedi. Allah Teala hazretleri de onun etrafını şehvetlerle kuşattı. Sonra da: “Git ona bir kere daha bak!” dedi. O da gidip ona baktı. Döndüğü zaman: “İzzetine yemin olsun, tek bir kişi kalmayıp herkesin ona gireceğinden korkuyorm!” dedi.”[121]
“Hz. Ali şöyle demiştir: ‘Cennete müştak olan (arzulayan) bir kimse, şehvetlerden arınmalıdır. Ateşten korkan bir kimse ise haramlardan uzak durmalıdır’.”[122]
Aslında nefis, yapısı bakımından şehvet sahibi olmak durumundadır. Fakat bu şehvet “ilm”e tabi olduğunda fıtri bir nitelik kazanır ve günah olmayan yararlı yönlere kanalize edilir. Sözgelimi, yeme-içme ihtiyacı helâlinden ve normal ölçülerde giderilir, karşıt cinse duyulan arzu, nikâh ile meşru yollarla doyurulur. Fakat nefis, bütünüyle sınır tanımaz şehvet ve arzulardan ibaret hale gelirse, o zaman sahibini saptırır ve onu hem dünyada, hem de ahirette felâkete sürükler. İşte heva kelimesi Kur’an’da bu tür bir nefsi ifade eden bir kavramdır.[123]
إِن يَدْعُونَ مِن دُونِهِ إِلاَّ إِنَاثًا وَإِن يَدْعُونَ إِلاَّ شَيْطَانًا مَّرِيدًا
“Onlar, Allah’ı bırakıp ancak dişilere tapıyorlar. Hâlbuki (aslında) azgın bir şeytana tapmaktadırlar.” (Nisa 117)
زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاء وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللّهُ عِندَهُ حُسْنُ الْمَآبِ
“Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır.” ( Ali İmran 14)
وَاللّهُ يُرِيدُ أَن يَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَيُرِيدُ الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الشَّهَوَاتِ أَن تَمِيلُواْ مَيْلاً عَظِيمًا
“Allah, sizin tövbenizi kabul etmek istiyor. Şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi istiyorlar”(Nisa 27)
“Bir kere şunu belirtelim ki, yüce Allah’ın sistemine yan çizen herkes nefsinin arzuları peşinden gidiyor demektir. Buna göre ortada tek sistem vardır ki, o da; ciddiyet, rotadan çıkmama ve bağilik(Azgınlık) yoludur. Bunun dışında kalan her yol nefis köleliği, ihtiras ve şehvet tutsaklığı, sapıklık, yoldan çıkmışlık ve şaşkınlık yoludur.
Acaba yüce Allah insanlara sistemini anlatmakla ve onlar için yasalar koymakla neyi murad ediyor? İstediği şey onların tevbelerini kabul ederek günahlardan arınmalarını sağlamak, doğru yola girmelerini özendirmek, bu yolda yürürken tökezlemelerini önlemek ve yüce doruğa tırmandıran merdivenin basamaklarını bir bir çıkmalarına yardımcı olmaktır.
Peki, nefislerinin arzuları peşinden sürüklenenlerin, Allah’ın iznine dayanmayan ve O’nun yasaları ile bağdaşmayan düşünce akımlarını ve sosyal düzen kaynaklarını insanlara cazip göstermeye çalışanların istedikleri nedir? Onlar da insanları bu doğru yoldan, doruğa ulaştırıcı merdivenin basamaklarından ve bu sapmasız rotadan büyük oranda saptırmak isterler.
Şimdi yukarda okuduğumuz ayetlerin konu edindikleri özel bir alam ele alalım. Bu alan; aile yuvasını düzenleme, toplumu fuhuş mikroplarından arındırma, yüce Allah’ın hoşlandığı tek temiz kadın-erkek arası birleşme biçimini belirleme, bunun dışında kalan kadın-erkek arası birleşme biçimlerini yasaklama, yüce Allah’ın istemediği bu birleşme şekillerini insanların gözlerinde ve kalplerinde kınama ve değersizleştirme alanıdır. Acaba bu özel alan ile ilgili olarak yüce Allah’ın murad ettikleri ile nefislerinin arzuları peşinde sürüklenenlerin istedikleri nelerdir?
Yüce Allah’ın bu alandaki muradının ne olduğunu bu sûrenin konu ile ilgili ayetleri açık açık ortaya koyuyor. Bu ayetlerde dile gelen istek; aile yuvasını belirli bir düzene oturtmak, toplumu fuhuş mikroplarından arındırmak, yaşamayı kolaylaştırmak ve her durumda müslüman cemaatin yararını sağlama bağlamaktır.
Nefislerinin arzuları peşinden sürüklenenler ise bu alanda şu amaçları güdüyorlar: Onlar içgüdüleri, her türlü dinî, ahlâki ve sosyal bağdan çözmek, koparmak istiyorlar. Onlar ateşli cinsiyet içgüdüsünün taşkınlığı önündeki bütün engelleri, her türden dizginleyici mekanizmayı ortadan kaldırıp bu içgüdüyü tamamen başıboş bırakmak istiyorlar. Oysa eğer bu ateşli içgüdü başıboş biçimde taşmaya bırakılırsa onun azgınlığı karşısında ortada; ne kalp huzuru, ne sinir sağlığı, ne ev dirliği, ne ırz dokunulmazlığı kalır ve ne de aile yuvası ayakta durabilir. Bu adamlar insanların birer hayvan sürüsü olmasını istiyorlar. Kuvvet üstünlüğünden, kurnazlıktan veya kör tesadüften başka hiçbir kurala bağlı olmaksızın erkeklerin dişileri üzerine çullandıklarını gördüğümüz birer hayvan sürüsü! Bu adamlar, bütün bu yıkıcılığı, bütün bu bozgunculuğu, bütün bu kötülüğü özgürlük adına yaparlar. Oysa bu anlamdaki bir özgürlük sadece şehvet tutsaklığının ve içgüdü köleliğinin başka bir adıdır.”
Bugünün hesapsız zevk ve refah kaynakları çeşit çeşittir. Aklınıza sadece dizginsiz cinsi birleşme hengâmeleri gelmemelidir. Batının hayat akışı içinde iş saatleri dışında kalan her şey, zevk ve lüks kılığına büründürülmüştür. Oradaki çalışma hayatı, insanı basit bir makina vidasına indirgediği için sinirleri alabildiğine töıpüleyici bir angarya niteliğindedir. insanoğlunu küçülten bu çalışma faslı, canlılık ve. atılganlık yeteneklerini baskı altında tutan bir işkence şeklinde belirir. O yüzden insanlar mesai saatlerini doldurup paydos dakikasını getirince gün boyunca canlı organizmalarını cendere altında saklamış bulunan baskıdan, kapıları açılmış tutuklular gibi boşalmaya can atarlar. Fakat bu boşalmanın· insana benzer bir tarafını göremezsiniz. Tersine, zincirden boşanmış sürülerin davranışları ile karşı karşıya kalırsınız. Bunda şaşılacak bir taraf yoktur. Çünkü yirminci yüzyılın insan kavramı, hayvan ve robot temelleri üzerine dayana gelmiştir!
Batılıya katlandırılan bıktırıcı gündelik adele yorgunluğuna karşılık, en iştah kabartıcı şehvet çılgınlıkları sunulmaktadır. Bu yoldan giderek patronların sözünü dinleyen bir işçi tipi elde edildiği gibi insanlık cephesi sönükleştiği oranda hayvanlık tarafı daha da barizleşen bir varlık müsveddesi türetilmektedir!
“Bu durum, kaçınılmaz bir hayat mecburiyetidir” diye sanmayınız. Asla! Fakat, Batının çarpık ve çıldırmış insan telakkilerinin kaçınılmaz bir akibetidir. Batıya bağımlı olan müşrik toplum için olanca gücünü seferber ederek her kılık ve görünüş altında erkeğin bel nahiyesini hoplatan bir kadın sürüsünü meydana salmanın tam zamanıdır.
Kadın sokakta, sinema perdesinde, tiyatro sahnesinde, kuytu ormanların ağaç diplerinde baştan çıkarıcı olarak görünecek; ılık denizlerin sahil kumlan üzerine seriliverince daha da gıdıklayıcı bir yosma kesilecektir. Erkeğin yüreğini yakmaya çıkan kadının her yerdeki en etkili ve zehirli silahı, anadan doğmaya rahmet okutur bir çıplaklık olacaktır! Sinema salonları, tiyatro sahneleri, pavyon masaları, dans pistleri, şehir yolları okul koridorları gibi saymaya ve tasnife sığmaz yerler, erkeği baştan çıkaracak kadının rolünü oynama alanlarıdır. Tablosundan romanına, şarkısından dansına kadar bütün sanat branşları, ayartıcı yosmanın işbirlikçisi ve etkili destekçisi olarak çalışacaktır. Arkasından, hayatın vadedebildiği bütün iştah yemleri tabak tabak yutulacak, tüm zengin nimetler sofra sofra akacaktır. Böylesine kızışmış bir ana-baba gününde ‘dinin emirleri üzerine kafa yoracak veya ahlak endişelerinin etkisi altında kalarak davranışlarını ölçüp tartacak ve, böylelikle önünde cümbüş çalan eğlenceli şenliklerdeki payını kendi eliyle kısıtlayacak olan enayiyi(!)’ nerede bulabilirsiniz? [124]
SERVETE TAPMAK
Şurası iyi anlaşılmalıdır ki; İslam’ın emirlerinden taviz verilmesi halinde kargaşalar meydana gelmektedir. Huzuru, refahı, birlik ve beraberliği sağlayan tek din İslam Dini’ dir. Dolayısıyla emirleri ve nehiyleri de bu minvaldedir. İslam servet, mal sahibi olma hususunda düzenlemeler getirmiş ve onun tehlikeleri hususunda da gayet yerinde yaptırımlarda bulunmuştur. Müşrik toplum, İslam’dan uzak yaşayan gündemine İslam’ın hükümlerini almayan, almak istemeyen topluluktur. İslam’dan uzak kalışları onları birçok kargaşaya sürüklemiş ve vahşet manzaralarına sebebiyet vermiştir.
İslam, insanları Allah’a kulluğa çağırır ve emrettikleri de kulluğa paraleldir. Şirk düzeninde ise Allah’ın dışındakilere kulluk vardır ve emrettikleri de bu kulluğa paraleldir. Bu çeşit kulluktan bir tanesi de servete kulluktur. Elindekileri nasıl kullanacağını ve nerden geldiğini bilmemesi onlar hakkında aşırıya gitmesine sebep olmuştur. Onu hayallerine ve isteklerine ulaşacağı bir vasıta olarak görüp Allah’a düşmanlık etme dercesine ulaşmış ve azgınlaşmıştır. İslam ise bu konu hakkındaki emirleriyle bu gibi kargaşaları önlemiş ve hadsizliklerin peyda olacağı kanalları tıkamıştır.
مَّا أَفَاء اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى فَلِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاء مِنكُمْ وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
“…O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) hâline gelmesin diye (Allah böyle hükmetmiştir)…”(Haşr/7)
Kişi elde ettiği servetle kendisini Allah’tan müstağni görüp azgınlık eder. Bu azgınlığa cüret edenler, maddi imkânları başkalarına pek ucuza vermezler. Servetlerini, halkın aleyhinde kullanarak konumun devamını sağlarlar. Kendi durumlarını daha da kuvvetlendirirler. İlahi mesaja direnmesinin temelinde, kendi menfaatlerini muhafaza etme düşüncesi yatmaktadır.[125]
Müşrik toplum, servetini ilahlaştıran ve hayat standartlarını bu temel üzerine bina eden toplumdur. Rahata ve lükse düşkünlük, onları servete tapmaya sürüklemiştir. Dünyaya sadece mal toplamak için geldiği izlenimi verirler. Ve onu dilediği şekilde harcamak gibi bir yetkiye sahip olduğu zehabına kapılarak İslam üzere kaldığını düşündüğü halde seküler ve liberal olma yolunda ciddi adımlar atar.
Allah’ın malı üzerinde bir tasarrufu yokmuş gibi yaşar ve Allah’ın bu konu hakkındaki emirlerinden kendini müstağni görür. “Onun canını al ama malını alma” gibi sözlerin meşhur olmasını sağlarlar. Bu konu hakkında Kur’an-ı Kerim bize çeşitli örnekler vermektedir. Şimdi onlara geçelim;
SERVET DÜŞKÜNÜ KARUN
إِنَّ قَارُونَ كَانَ مِن قَوْمِ مُوسَى فَبَغَى عَلَيْهِمْ وَآتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ مَا إِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُوءُ بِالْعُصْبَةِ أُولِي الْقُوَّةِ إِذْ قَالَ لَهُ قَوْمُهُ لَا تَفْرَحْ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْفَرِحِينَ
وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللَّهُ الدَّارَ الْآخِرَةَ وَلَا تَنسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا وَأَحْسِن كَمَا أَحْسَنَ اللَّهُ إِلَيْكَ وَلَا تَبْغِ الْفَسَادَ فِي الْأَرْضِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ
قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ عِندِي أَوَلَمْ يَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ قَدْ أَهْلَكَ مِن قَبْلِهِ مِنَ القُرُونِ مَنْ هُوَ أَشَدُّ مِنْهُ قُوَّةً وَأَكْثَرُ جَمْعًا وَلَا يُسْأَلُ عَن ذُنُوبِهِمُ الْمُجْرِمُونَ
“Karun, Musa’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki; “Şımarma, Allah şımaranları sevmez. “
“Allah’ın sana verdiği bu servet içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma, Allah sana nasıl iyilik ettiyse, sen de öyle iyilik et, yeryüzünde bozgunculuk isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez. “
Karun: “Bu servet, ancak bende mevcut bir bilgi sayesinde bana verildi” dedi. O bilmiyor mu ki, kendisinden daha güçlü ve ondan daha çok cemaati bulunan nice kimseleri Allah helâk etmişti. Suçlulardan günahları sorulmaz. Çünkü Allah onları bilir.”(Kasas/76-78)
Böylece kıssa başlıyor ve kahramanın ismini belirtiyor: “Karun”. Mensup olduğu kavmi açıklıyor. “Musa’nın kavmi” kahramanın kavmine karşı takındığı tavrı, azgınlık olarak nitelendiriyor. “Onlara karşı azgınlık etti.” Ve bu azgınlığın sebebinin zenginlik olduğuna işaret ediyor. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı.”
Sonra bu esnada geçen olayları ve konuşmaları, bunlarla birlikte ruhlarda oluşan tepkileri sunmaya başlıyor.
Karun, Hz. Musa’nın -selâm üzerine olsun- kavmine mensup bir kişiydi. Yüce Allah ona çok mal vermişti. Kur’an-ı Kerim bu çokluğu “hazineler” olarak nitelendiriyor. Hazine ise, kullanım ve tedavül fazlası malın saklandığı, yatırıldığı gizli depodur. Bu hazinelerin anahtarlarının bir grup güçlü, kuvvetli erkek tarafından zor taşınabildiğini belirtiyor. Bu yüzden Karun, kavmine karşı azgınlaşıyor, haksızlık ediyor. Ancak onlara hangi konuda haksızlık ettiği belirtilmiyor. İfade, türlü azgınlığı ve haksızlığı kapsayacak şekilde belirsiz olarak bırakılmak isteniyor. Belki de onlara zulmederek, çoğu zaman mal sahibi tağutların yaptığı gibi topraklarına ve araç gereçlerine el koyarak azgınlaşmıştı. Belki de onları bu maldaki haklarından yoksun bırakma suretiyle haksızlık etmişti. Bilindiği gibi zenginlerin mallarında yoksulların hakkı vardır. Ancak bu şekilde çevrelerinde bu mala ihtiyaç duyan birçok yoksul varken, sadece zenginler arasında dolaşan bir servet olması engellenir. Aksi takdirde kalpler kin ve kıskançlık duygularıyla bozulur, insanlık hayatı yozlaşmış olur. Kısacası Karun bu ve benzeri nedenlerden dolayı kavmine karşı azgınlaşmış, haksızlık etmiş olabilir.
Her ne şekilde olursa olsun, o zaman kavmi arasında onu bu azgınlıktan vazgeçirmeye ve yüce Allah’ın servet konusunda uyulmasını istediği dengeli ve tutarlı sisteme döndürmeye çalışan kimseler bulunuyordu. Yüce Allah’ın servet için belirlediği bu sistem, zengini servetinden yoksun bırakmaz, onları yüce Allah’ın kendilerine bahşettiği maldan dengeli bir şekilde yararlanmaktan alıkoymaz. Sadece onların, kontrollü ve dengeli harcamada bulunmalarını öngörür. Bundan önce de, kendilerine bu nimetleri veren yüce Allah’ın gözetimini ve ahiret günü ile bu günde gerçekleşecek olan hesaplaşmayı düşünmelerini ister:
“Kavmi ona demişti ki; şımarma, Allah şımaranları sevmez.” “Allah’ın sana verdiği hu servet içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma, Allah sana nasıl iyilik ettiyse, sen de öyle iyilik et, yeryüzünde bozgunculuk isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez.”
Bu sözler, dengeli ve tutarlı ilahi sistemi diğer hayat sistemlerinden ayıran bir demet değerler ve özellikler içermektedir.
“Şımarma” mala güvenmekten, servet biriktirmekten, mal-mülk sevgisi ile dopdolu olmaktan kaynaklanan kibre kapılıp şımarma. Malı kendisine bahşedeni unutan, dolayısıyla onun nimetini unutan, bu nimete karşı gerekli olan hamd ve şükür görevini yerine getirmeyen azgınlar gibi, şımarıp kendinden geçme. Malın cazibesine kapılan, kalbini mal sevgisi ile dolduran, aklını hep onun için çalıştıran, elde ettiği bu servetle de küstahlaşıp Allah’ın kullarına karşı büyüklük taslayan kimseler gibi şımarma.
“Allah şımaranları sevmez.”
Böyle yapmakla kavmi, onu malın cazibesine kapılıp kendinden geçercesine sevinen, mal varlığı ile övünen ve malın kendisine verdiği güçle insanlara karşı büyüklük taslayan, küstahları sevmeyen yüce Allah’a döndürmeye çalışıyorlar.
“Allah’ın sana verdiği bu servet içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma.” Bu ifadede tutarlı ilahi hayat sisteminin dengeliliği dile getiriliyor. Bu sistem, mal varlığı bulunanın kalbini ahirete bağlar. Bununla beraber onu bu dünya hayatının nimetlerinden yararlanmaktan alıkoymaz. Tam tersine, onu bu nimetlerden yararlanmaya teşvik eder, bu konuda ona bazı yükümlülükler getirir. Hayatı ihmal eden, hayatla bağlarını zayıflatan mistikler gibi dünya nimetlerinden el-etek çekmesine engel olur.
Hiç kuşkusuz yüce Allah, hayatın güzelliklerini insanlar yararlansınlar, yeryüzünde çalışsınlar, bu güzellikleri geliştirip daha iyisini elde etsinler diye yaratmıştır. Amaç, hayatın gelişmesi, sürekli yenilenmesidir. İnsanın yeryüzü halifelik misyonunun hedefine varmasıdır. Ancak bu yararlanmada asıl amaçları ahiret olmalıdır. Ahiret yolundan ayrılmamalıdırlar. Bu şekilde dünya nimetlerinden yararlanma, yükümlülüklerini yerine getirmelerine engel olmamalıdır. Böyle bir amaç dünya nimetlerinden ve güzelliklerinden yararlanma nimeti bahşeden yüce Allah’a şükretmenin, O’nun bağışını hoşnutlukla kabul etmenin, onlardan olumlu yönden yararlanmanın bir çeşididir. Yüce Allah’ın iyilikle ödüllendirdiği bir itaat şeklidir bu.
İşte ilahi sistem, insan hayatında bu şekilde bir denge ve bir ahenk gerçekleştirir. Dengeli ve tabii hayatının içinde sürekli bir ruhsal yüceliğe eriştirir. Ama hiçbir şeyden yoksun bırakmadan, hayatın basit fıtri dayanaklarını yıkmadan.
“Allah sana nasıl iyilik ettiyse, sen de öyle iyilik et.”
Çünkü bu mal, yüce Allah’ın bağışı ve iyiliğidir. Buna iyilikle karşılık vermek gerekir. İyi karşılama, iyi yerlerde harcama, yaratıklara iyilikte bulunma, nimetin bilincinde olma ve O’na şükürle karşılık verme gibi.
“Yeryüzünde bozgunculuk isteme.”
Azgınlaşarak, insanlara zulmederek bozgunculuk yapma. Allah’ın gözetimini ve ahiret korkusunu hesaba katmaksızın nimetlerden dilediğin gibi ve sınırsızca yararlanmak suretiyle bozgunculuk yapma. İnsanların içinin kinle, nefretle, kıskançlıkla ve çekememezlik duyguları ile dolmasına neden olacak şekilde bozgunculuk yapma. Malını, amacının dışında harcayarak veya çeşitli yollarla amacı uğruna harcanmasına engel olarak bozgunculuk yapma.
“Çünkü Allah bozguncuları sevmez.”
Tıpkı maldan dolayı küstahlaşıp şımaranları sevmediği gibi.
Kavmi Karun’a böyle demişti. O da tek bir cümleyle cevap vermişti. Bu cümle bozgunculuğun ve bozulmuşluğun birçok anlamını içermektedir.
“Karun; `Bu servet, ancak bende mevcut bir bilgi sayesinde bana verildi’ dedi.”
Bu malı, sahip olduğum bilgiyle hak ederek topladım. Malı toplayıp biriktirmemi bu bilgi sağladı. O halde size ne oluyor ki, bu malı belli bir yönde harcamamı empoze etmeye çalışıyorsunuz? Neden özel mülkiyetime müdahale ediyorsunuz? Ben bu malı özel çabamla elde ettim. Kendi özel bilgimle bu serveti hakkettim.
Bunlar nimetin kaynağını ve veriliş hikmetini unutan, gözü hiçbir şeyi görmeyen, malın çekiciliği ile aldanan ve zenginliğin kör ettiği kibirli birinin sözleridir.
İnsanlar arasında bu örneğe her zaman rastlanır. Çünkü zenginliğinin tek nedeninin bilgi ve becerisi olduğunu sanan çok insan vardır. Bu yüzden bu tür insanlar, mallarını harcamaları veya harcamamaları konusunda kimseye karşı sorumlu olmadıklarını sanırlar. Malı ile neden olduğu bozgunculuk ve iyilikten dolayı hesap vermeyeceklerini düşünürler, mala karşı tutumları ile yüce Allah’ın öfkesini ve hoşnutluğunu çekeceklerini düşünmezler.
İslâm, ferdi mülkiyeti tanır ve kendisinin belirlediği helâl yollarla mülk edinmek için harcanan kişisel çabalara değer verir. Hiçbir zaman kişisel çabayı küçümsemez ya da geçersiz saymaz. Şu kadarı var ki, İslâm aynı zamanda ferdi mülkiyet edinmek ve geliştirmek için belli bir sistemi zorunlu kıldığı gibi, bu mülkiyetin kullanımı ve tasarrufu açısından da belli bir sistemi zorunlu görür. Bu sistem dengeli ve tutarlıdır. Ferdi, emeğinin ürününden yoksun bırakmaz.
Fakat savurganlığa varacak kadar serbestçe harcamasına cimriliğe varacak kadar da eli sıkı davranmasına izin vermez. Bunu sağlamak içinde mal üzerinde topluma bazı haklar verir. Topluma mal kazanmanın, geliştirmenin, harcamanın ve bu maldan kişisel olarak yararlanmanın yollarını denetleme yetkisini tanır. Bu sistem özeldir. Açık çizgileri, ayırıcı özellikleri vardır.
Ancak Karun kavminin çağrısını dinlemiyor. Rabb ‘inin kendisine yönelik nimetini düşünmüyor. Onun dengeli sistemine uymuyor. İğrenç bir büyüklenme kompleksi ile küstahça bir nankörlükle bütün bunlardan yüz çeviriyor.
Bu yüzden daha ayet bitmeden, günahkâr ve gururlu olmanın ifadesi olan bu sözlere karşılık olarak şu tehdit yer alıyor:
“O bilmiyor mu ki, kendisinden daha güçlü ve ondan daha çok cemaati bulunan nice kimseleri Allah helâk etmişti. Suçlulardan günahları sorulmaz. Çünkü Allah onları bilir.”
Eğer kendisi güç ve mal sahibi ise, yüce Allah kendisinden önce daha güçlü ve daha zengin kuşakları yok etmiştir. O, bunları bilmelidir. Çünkü işe yarayan, kurtarıcı bilgi budur. Şu halde bunları bilsin. Ve bilsin ki, O ve benzeri suçlular Allah katında çok önemsizdirler. Hatta günahları bile sorulmaz. Çünkü hükme ve şahit gösterilmeye bile değmezler.
“Çünkü Allah onları bilir.”
SERVET KARŞISINDA İNSANLARIN TUTUMU
Bu, Karun kıssasında yer alan sahnelerin ilkiydi. Bu sahnede azgınlık ve küstahlık, öğütlere dudak bükme, uyarılara tepeden bakma, bozgunculukta ısrarlı olma, mal ile övünme ve insanı şükretmekten alıkoyan nankörlük olguları ön plana çıkıyor.
Ardından, Karun’un onca şatafatıyla, göz kamaştırıcı süsleriyle kavminin karşısına çıktığı ikinci sahne geliyor. Kavminden bazılarının gönlü onun şatafatına kayıyor, süslerinin cazibesine kapılıyor. Arzuyla seyrediyorlar. Karun gibi kendilerinin de büyük bir servete sahip olmalarını istiyorlar. Yoksulların imrenerek baktıkları büyük ve onurlu bir konumda olduğunu, bu dünyadan iyi bir pay edindiğini sanıyorlar. Bu sırada kavminden bir diğer grubun kalplerinde iman duygusu uyanıyor ve malın çekiciliğine, Karun’un göz kamaştırıcı süslerine karşı bu imana dayanıp onur duyuyorlar. Büyük bir güven ve kararlılık içinde Karun’un şatafatına kapılan, göz kamaştırıcı süsleri karşısında kendilerinden geçen kardeşlerini uyarıyorlar.[126]
MEDYEN HALKI VE LAİKLİK
وَإِلَى مَدْيَنَ أَخَاهُمْ شُعَيْبًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ قَدْ جَاءتْكُم بَيِّنَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ فَأَوْفُواْ الْكَيْلَ وَالْمِيزَانَ وَلاَ تَبْخَسُواْ النَّاسَ أَشْيَاءهُمْ وَلاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ بَعْدَ إِصْلاَحِهَا ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
وَلاَ تَقْعُدُواْ بِكُلِّ صِرَاطٍ تُوعِدُونَ وَتَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ مَنْ آمَنَ بِهِ وَتَبْغُونَهَا عِوَجًا وَاذْكُرُواْ إِذْ كُنتُمْ قَلِيلاً فَكَثَّرَكُمْ وَانظُرُواْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِدِينَ
“Medyen halkına da kardeşleri Şu’ayb’ı peygamber olarak gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Rabbinizden size açık bir delil gelmiştir. Artık ölçüyü ve tartıyı tam yapın. İnsanların mallarını eksiltmeyin. Düzene sokulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk etmeyin. İnananlar iseniz bunlar sizin için hayırlıdır. Bir de, tehdit ederek Allah’ın yolundan O’na iman edenleri çevirmek, Allah’ın yolunu eğri ve çelişkili göstermek üzere her yol üstüne oturmayın. Hatırlayın ki, siz az (ve güçsüz) idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın, bozguncuların sonu nasıl oldu!?”
“(Araf/85-86)
قَالُواْ يَا شُعَيْبُ أَصَلاَتُكَ تَأْمُرُكَ أَن نَّتْرُكَ مَا يَعْبُدُ آبَاؤُنَا أَوْ أَن نَّفْعَلَ فِي أَمْوَالِنَا مَا نَشَاء إِنَّكَ لَأَنتَ الْحَلِيمُ الرَّشِيدُ
“Dediler ki: “Ey Şu’ayb! Babalarımızın taptığını, yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor. Oysa sen gerçekten yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın.”(Hud/87)
Ayetlerden hareketle Medyen ve Eyke toplumlarının özelliklerini ayrıntılı sayılabilecek şekilde öğrenebiliyoruz. Fakat hala bir nokta açığa kavuşturulmuş değil. Allah’ın varlığını kabul eden, daha önce İslam üzere olan ve bunu yakinen bilen, ayrıca kendilerinden önce helak olan toplumlardan ve bu toplumların helak oluş nedenlerinden haberdar olan, hatta Lut kavmini yakından tanıyan bu toplumlar, niçin ekonomik alanda Allah’ın ölçülerini (hükümlerini) reddederek şirke saparlar? Bunu yorumlarla açıklamaya veya nedenini bulmak için ayrıntı deliller aramaya hiç gerek yok. Çünkü Hz. Şuayb’ın, ekonomik alandaki münkerleri terk etmeleri için yaptığı çağrıya bu toplumların itirazları, ilgili sorunun cevabını vermektedir;
قَالُواْ يَا شُعَيْبُ أَصَلاَتُكَ تَأْمُرُكَ أَن نَّتْرُكَ مَا يَعْبُدُ آبَاؤُنَا أَوْ أَن نَّفْعَلَ فِي أَمْوَالِنَا مَا نَشَاء إِنَّكَ لَأَنتَ الْحَلِيمُ الرَّشِيدُ
“Ey Şuayb senin namazın mı sana, babalarımızın taptıklarını ve mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi emrediyor?… ” (Hud/87)
Ayette öncelikle dikkati çeken konu, bu toplumlara peygamber gönderilmesinin nedeni bu toplumların putlara tapıyor olmaları değildir. Çünkü Allah’ın hükümlerinin tamamen veya kısmen reddedildiği her toplumda muhakkak put vardır ve dolayısıyla Medyen ve Eyke toplumlarında putların bulunması normaldir. Fakat buna rağmen onların heykel cinsi put(lar)a taptıklarıyla ilgili bir bilgi mevcut değildir. O zaman anlıyoruz ki bu insanların yanlışları somut putlarda (heykellerde) açığa çıkan bir şirk değildi. Onlar soyut putlara tapıyorlardı ve şirkleri buna dayanıyordu. Dolayısıyla “Atalarımızın taptıkları” ifadesiyle kastettikleri şey, ekonomik alanda şirke girmelerine neden olan geleneksel unsurlar, yani, Allah’ın hükümlerini dikkate almadan konulmuş beşeri hükümler olmalıdır. Bu hükümlerin ise, geçmişte birileri tarafından konulduğunu bizzat kendilerinin “Atalarımızın taptıkları” ifadelerinden anlıyoruz. Zamanla bu hükümler (ekonomik ilkeler/esaslar) gelenekselleşerek, toplumun ekonomide esas ölçüsü haline gelmiş olmalıdır. Elbette ki bütün bunlar muhtemel gördüğümüz şeylerdir ve doğrusunu sadece Allah bilir. Ancak buna rağmen niçin tahminde bulunuyoruz? Buna cevap olması açısından ifade edersek, dayanağımız söz konusu ayetteki bir başka ifadedir. Ayette dikkati çeken konu, Hz. Şuayb’ın reddediş nedenleri olarak “mallarının üzerinde dilediklerini yapmaktan alıkonulmalarını belirtmiş olmalarıdır. Bu da gösteriyor ki, Allah’ın otoritesini ekonomik alanda kabul etmiyor ve ekonomik alanda kendilerini özgür hissediyorlar. Dolayısıyla onlar Allah’ın otoritesini ekonomik alanlarda reddederek şirke girmiş durumdadırlar. Bu konuda Mevdudi’nin(rha)[127] dikkatleri çektiği bir diğer önemli husus ise, din ve devlet ayrımı esasına dayanan laikliğin, Medyen ve Eyke toplumlarında sadece ekonomik alanla sınırlı olacak şekilde açığa çıkmasıdır. Laik düşüncenin esasını dinin toplumsal yapıda yetkili kılınmaması oluşturduğuna göre, bu özellik biraz dar bir alanla ilgili olmak şartıyla, Medyen ve Eyke toplumlarında dinin (pek tabii ki Allah’ın otoritesinin) ekonomik alanda kabul edilmemesi biçiminde açığa çıktığı anlaşılmaktadır.
Sahip oldukları mallar üzerinde tasarrufta bulunma (kullanım yetkisi) açısından kendilerini özgür hisseden bu iki toplumun, söz konusu özgürlüklerine bağlı olarak yaptıkları iş ise, tarttıkları ve ölçtükleri zaman eksik tartıp, eksik ölçerek insanlara haklarını vermemeleri olarak açıklanmaktadır. (Bkz: Araf/85;Hud/84-86) Hâlbuki bu sahtekârlıklarını meşru göstermede dayanak olarak kullanabilecekleri bir fakirliğe de sahip değildirler. Eğer fakir olsalardı, bunu yapmakta kendilerini mazur göstermeye çalışabilirlerdi. Fakat ayetten bunların oldukça zengin kişiler olduğunu öğreniyoruz. Hz, Şuayb’ın sözlerini nakleden şu ayet bu konuda delildir;
“Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Zira ben sizi bolluk içinde görüyorum… ” (Hud/84 )
Hz. Şuayb, bu toplumlara ticari faaliyetleri Allah’ın belirlediği hak ilkesini esas alarak yürütmelerini emreder. Hz. Şuayb’ın onlara yüklediği başka bir sorumluluk yoktur. Ticari faaliyetin hak esasına sahip olması ise, alım/satımların belirli oranda kar elde edecek şekilde, karşı tarafın haberdar olmadığı bir hileye kaçmadan açık ve doğrulukla yapmaktır;
“Eğer inanan insanlar iseniz, Allah’ın bıraktığı (helal kıldığı kar) sizin için daha hayırlıdır … “(Hud/86)
Fakat bütün bunlara rağmen Medyenlilerin ve Eykelilerin tavrı, ticari ahlaksızlıkları nedeniyle utanmak, hiç değilse (yanlış da olsa) ahlaksızlıklarını gizleme yoluna gitmek olmaz. Hiç utanmadan, çekinmeden yaptıklarını alenen yapmaya ve durumlarını savunmaya devam ederler. Üstelik insanların önlerine çıkarak kendi durumlarının doğru olduğuna yönelik propagandalar yaparlar.[128] Durumlarının yanlışlığı ifade edilip bu yanlışlıktan terk etmeleri istenince de tehditlerini savururlar;
قَالَ الْمَلأُ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُواْ مِن قَوْمِهِ لَنُخْرِجَنَّكَ يَا شُعَيْبُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَكَ مِن قَرْيَتِنَا أَوْ لَتَعُودُنَّ فِي مِلَّتِنَا قَالَ أَوَلَوْ كُنَّا كَارِهِينَ
” .. Ey Şuayb ya mutlaka seni ve seninle beraber inananları kentimizden çıkarırız ya da dinimize dönersiniz … ” (7/88)[129]
Evrensel Bir Mesaj
Sonuçta bu iki toplum da büyük bir azapla helak olur. Çünkü onlar kendilerine gelen ve açıkça hak olduğunu bildikleri şeyleri reddederek meşru göstermeye çalıştıkları yanlış işlere devam etmişlerdi. Toplumların “bütün düşüş ve yok olma sebepleri, Hakk’ın emrini dinlememeye, Allah’ın rehber olarak gönderdiği önderlerin kıymetini bilmemeye ve sonuçta şükrün yerine nankörlüğü koymaya bağlıdır. Hak dini, insanlığın koyduğu sosyal bir kurum değil, sağlam ve mutlu bir sosyal kurumun aslını ve hareket tarzını teşkil eden ilahi bir müessesedir. Ve her milletin hayat ve mutluluk kabiliyeti, kalbini verdiği yaratıcının şanıyla uyum içindedir. Onun için hepsi hiç, ancak Allah’ın dini haktır. İnsanlara gök kapılarını açacak olan kanun, Zeyd ve Amr ‘ın[130] kanunları, arzu ve hırslı istekleri değil, yaratma ve emretme hakkı kendisinde olan Âlemlerin Rabbi ’nin kanunudur.[131]
Görüldüğü üzere bizden önceki ümmetlerde de aynı problem yaşanmış, günümüzde de yaşanmaktadır. Demokratik-Laik sistemlerin egemenliğiyle yerin dibine batan toplum ne yazık ki içine düştüğü bataklığı görememektedir. Müşrik toplumda sistem fakirden alıp zengine vermek üzerine kuruludur. Onlardan vergi alınır, gıda kuyruklarına sokulur ve asgari ücretle hayat sürdüremeyen insanlar kınanırlar. Simit, çay ile günlük yemek ihtiyacı grafiği çizerek adeta insanlarla dalga geçerler. İşin en ilginci ise onlara desteği veren, başlarına yönetici olarak tayin eden de; hakları çalınan, gasp edilen ve akıllarıyla dalga geçilen insanlardır.
Müşrik toplum, ihtiyaçtan fazla serveti elinde bulunduran ve gayr-i meşru yolda harcayan bir toplumdur. Şunu unutmayalım ki; ihtiyaçtan fazla serveti elinde tutan kimse bu servetin arta kalanını sarf edecek bir yer aramaktan başka bir şey düşünmez. Ahlaksızlık, arsızlık ve bunlara bağlı içki, kumar, fuhuş, şeref ve haysiyet kaybı ve insanlık için en ulvi ve kutsi mefhumların mahvı; malın muayyen ellerde birikip diğer ellerden çekilmesi ile hasıl olan sosyal muvazenesizliğin neticesinde başka bir şey değildir. Ve böylece nafaka bulamayan fakirler aşırı servet sahiplerine karşı kalplerinin kırılmasıyla, ya kin bağlayacak veya nefisleri büsbütün zayıf düşerek onların nazarında şahsi değerleri küçülecek, malın satvet ve ihtişamı önünde nefsi izzet de bir hiç, insani cürümde küçük ve hakir olarak kalacaktır. Hem de, servet ve nüfuz sahiplerinin, gönlü razı olarak.[132]
Dolayısıyla bu toplum servete, paraya kul olmuş bir toplumdur. Nitekim komutanımız, önderimiz, Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur;
“Dinar’a ve dirheme kulluk yapanlara lanet edilmiştir.”[133]
Bu hadiste, dünya malına taparcasına düşkün olan kimse aleyhine dua edilmiştir. Çünkü ihtiyacından fazla mal biriktirmeye aşın derecede düşkün olup bununla meşguliyetinden dolayı yükümlü bulunduğu dini vecibeleri yerine getirmeyen, farz, vâcib ve mendub ibâdetleri yapmayan bir kimse doğru yoldan sapmış, dalâlete düşmüş demektir.[134]
ŞİDDET VE KUVVETE TAPMAK
Şiddet her müşrik toplumda var olan bir esastır. Zira şirk düzenleri silah ve asker zoruyla kurulur. Çünkü bu düzenler, insanların kabul etmeyeceği hatta kabul etmek istemeyeceği düzenlerdir. İstemeyenlerin susturulması, baskıya uğraması hatta öldürülmesi, insanları mecburen kabul etmeye götürmüştür. Nakiller ve yaşanan tarih bu dediklerimizi ispatlamaktadır. Bu sistemi kabullenmeyenlerin katledildiğini gören halk korkmuş ve kabul etmedikleri halde başlarına gelecek akıbeti önceden görmüştür. Sonrasında gelen nesil ise kan emicilerin isteklerine göre yazılan, çarpıtılmış tarih kitaplarıyla tarihini öğrenmiş ve silah zoruyla, işkenceyle halkın başına gelenleri kahraman olarak tanımışlardır.
“Bilindiği gibi, müşrik toplumdaki putların da çeşitleri vardır. Bir kısmı kahin ve rahip kisvesine bürünmüştür. Bir kısmı kral ve emir rolündedir. Bir kısmıysa halkı köleleştirip hiçbir sığınak bırakmamak şartıyla gelir kaynaklarına zebella gibi oturmuştur. İşte İslam, bunların tamamen kökünü kurutmak, onlara yeryüzünde hayat hakkı bırakmamak için gelmiştir. Onlar bazen halkı bir kukla gibi oynatarak esir vaziyetine getirmek için gizli, açık yollarla ulûhiyet taslamak isterler. Halkı zorla, silah korkusuyla kendilerinin uydurduğu, beslediği bir gurubun çıkarttığı veya sömüren tabakanın hazırladığı sistemlere dayanırlar.
“Sizin benden başka ilahınız olduğum unu bilmiyorum”, “Ben sizin yüce Rabbinizim”, “Ben de öldürür, diriltirim.” ve “Kim bizden daha güçlüdür?” Bu ve bunun gibi laflar ulûhiyet taslayan diktatörlerin ağzından hiç düşmez. Bazen de bir takım kafasızların cehaletinden istifade ederek timsallerden, putlardan, heykellerden ilah edinirler. Çıkardıkları emirlerle halkı bu timsaller, heykeller önünde arz-ı ubudiyet ederek, boyun eğmeye zorlarlar. Kendileri de yaptıkları şeyin ciddiliğine inanıp, boyunlarını eğerek halkın anane ve adetleriyle oynarlar. Onları kendi arzu ve isteklerinin kölesi haline getirirler. Zavallı halk onlardan hiç haberi yokmuş gibi masum masum düşünür.
Görülüyor ki: İslam’ın tevhid akidesi (tek ilah inancı), şirkin her çeşidini yasaklaması, putların, heykellerin önünde eğilmeyi menetmesi, bütün bunlar, içlerinde putçuluğa göre hareket eden, her şeyini ona göre düzenleyen batıl idare şekilleriyle tamamen çatışmaktadır. Bu idarelerden yardım ve destek görenlerle de! … Ve tarihin her devresin de: “Ey kavmim Allah’ a ibadet edin. Sizin ondan başka ilahınız yoktur.” diyerek toplumu sırat-ı müstakime çağıran peygamberin karşısına, daim memleketin gelir kaynaklarını sömüren, halkı zulümleri altında inleten o devrin zalim idarecileri çıkmıştır.”[135]
Günümüz Demokratik-Laik sistemlerde de takip edilen metot; fikir ve düşünceleri zorla halka dayatmaktır. Bunu kimi zaman fiili müdahale ile kimi zamanda yazılı ve görsel basını kullanarak akıllara yaptıkları müdahaleyle gerçekleştirmektedirler. Çağdaşlık olarak değerlendirdikleri ritüellerin neredeyse tamamının İslam’a aykırı olduğunu görmek mümkündür. İslam’a zıt olan şeyleri çağdaşlık olarak göstermeleri; İslam’ın çağdışı olduğunu sözüm ona kibar bir dille söyleme şekilleridir. Dolayısıyla İslam’ı yaşamak isteyen her birey şahit olduğu bu olaylar neticesinde kendini bir baskı altında hisseder. Kendisine İslam’ın götürüldüğü kimselerin taşıdığı endişelerin başında alacağı tepkilerin yer alması, müşrik toplumun şiddete ne oranda meylettiğinin göstergesidir. İslam’a çağıran ve İslam’ı yaşayanların aldığı tepkiler Kur’an’a konu olmuş ve bu konuya ilişkin önemli mesajlar verilmiştir.
قَالُوا لَئِن لَّمْ تَنتَهِ يَا نُوحُ لَتَكُونَنَّ مِنَ الْمَرْجُومِينَ
“Dediler ki: “(Ey Nuh)Eğer (bu söylediklerine) bir son vermeyecek olursan, gerçekten taşa tutulup kovulacaksın.” (Şuara/116)
Nuh (as) onlara şöyle cevap vermişti;
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ نُوحٍ إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِن كَانَ كَبُرَ عَلَيْكُم مَّقَامِي وَتَذْكِيرِي بِآيَاتِ اللّهِ فَعَلَى اللّهِ تَوَكَّلْتُ فَأَجْمِعُواْ أَمْرَكُمْ وَشُرَكَاءكُمْ ثُمَّ لاَ يَكُنْ أَمْرُكُمْ عَلَيْكُمْ غُمَّةً ثُمَّ اقْضُواْ إِلَيَّ وَلاَ تُنظِرُونِ
“…”Ey kavmim, benim makamım ve Allah’ın ayetleriyle hatırlatmalarım eğer size ağır geliyorsa ben, şüphesiz Allah’a tevekkül etmişim. Artık siz ortaklarınızla toplanıp yapacağınız işi karara bağlayın da işiniz size örtülü kalmasın (veya tasa konusu olmasın), sonra hakkımdaki hükmünüzü -bana süre tanımaksızın- verin.” (Yunus/71)
Çünkü insanın iç âleminde bulunan en etkili ve esaslı his korku hissidir. İnsanlık tarihi boyunca şirk otoriteleri, hak dinin yani İslam’ın kalp ve ruhlar üzerindeki etkisinden çekinerek hak taraftarlarına karşı taşlama, dövme, iftira, istihza gibi ahlaksızca davranışlarda bulunmuşlardır. Aslında bu hal, sadece Nuh(As.) için değil diğer peygamberler içinde imtihan vesilesi olmuştur. Çünkü İbrahim (A.s) için Nemrud ve halk şöyle diyordu; “Onu öldürün ya da yakın”(Ankebut 24)
“Hatta babası bile, aynı metodu kullanmaktaydı. Hz. İbrahim için taşa tutar öldürürüm, kötü sözle kınarım tehdidini yapmaktaydı.”[136] “Öldürme ve kendi kültürleri içerisinde yok etme fikri müşriklerin ortak özelliği olarak görülmektedir. Şiddet/baskı, tükenişin alametidir. Sosyal çalkantıları beraberinde yok etme fikri gibi, toplumun çökmesini haber veren bir sestir. Baskı/şiddet, isyankâr ve taşkın(müşrik) toplumların kanunlaştırılmış sistemleridir.”[137] Bu sebeple cahiliyet devrinde kuvvetli zayıfa işkence eder, zengin fakiri ezerdi. O derece zulüm hakimdi ki; sadece kendisinin zayıf görülmemesini hor tutulmamasını isteyen dahi zulme başvurmaya mecburdu. Cahiliyet devri şairlerinden Zübeyir b. Ebi Sulma bu hususta şöyle der; “Kim silahı ile şerefini korumazsa onun şerefi yıkılır. İnsanlara zulmetmeyen zulme uğrar” El–Asma’i bu beytin izahında; “Kim insanlardan zulmünü esirgerse onun sırtına binerler, ona zulmederler” der. Zübeyr’in beyti cahiliyet devrindeki zulüm hevasının, doğru bir tasviri ve zulme açık bir davettir.[138]
EMNİYETİN VARLIĞI HUKUK DEVLETİNE BAĞLIDIR
İnsanoğlu, hayat çizgisinde diğer insanlarla beraber hareket eden ve toplumsal birliktelik içerisinde yaşayan bir canlıdır. Dolayısıyla her ferdin ve cemiyetin, o topluluğun varlığını sıhhatli olarak devam ettirmesinde geçerli olan kurallara uyması zaruridir. Herkesin kendisine uymakla sorumlu tutulduğu kanun ve kuralların var olmaması düşünülemez. Çünkü her insanın düşüncesi, fikri ve nefsi temayülleri farklı olabilmektedir. O halde herkesin uyacağı emirler, toplumun ifsad değilde ıslah üzerinde olması ancak her şeyi kuşatan ve varlık âlemi üzerinde egemen bir gücün belirlediği kurallar olmalıdır. Aynı zamanda uyulmadığında cezalandıracak, müfsitleri korkutacak, Allah azze ve celle’nin ahkâmını, hakkı ve hukuku ikame edecek bir topluluk şarttır. Yeryüzünde bu güne kadar yaşayan topluluklar arasında kaçınılmaz bir gereklilikle kanun ve kuralların bulunmasının zaruretini ifade etmiştik. Zaten problem kanunların var olup olmaması meselesinde değil, kanunlar kimin belirledikleri olacak, insanlar adına problemin başlangıç noktası buradadır. Allah cc ‘nun bir toplumda İlah kabul edildiğinin delili toplumda Allah’ın hükümlerinin uygulanıyor olmasıdır. Eğer o toplumda Allah’ın hükümleri değilde, mahlukların parlamentolarında “kabul ediyormusunuz? Kabul edildi – Kabul ediyormusunuz? Kabul edilmedi “diyerek belirli şartlar altında uygulamasında taviz vermediği alçak beşeri hükümleri kabul edenlerin Allah ile hiçbir bağı yoktur.
“Hukuk devleti; Hakkın hayata hâkimiyet güvencesidir. Başka bir ifadeyle hukuk devleti; İnsan zürriyet ve hürriyetinin sıhhat ve selamet sebebidir. Çünkü hukuk hakkın çoğuludur.”[139] “Hak ise Allah-u Teâlâ’nın en güzel isimlerinden bir tanesidir.”[140] Dolayısıyla Hak ve Hukuk devletinin varlığı ancak Allah cc ‘nın şeriatının uygulanmasına bağlıdır. Bunun dışında zulümden başka bir yol yoktur. Allah’u teala ‘nın hükümleri hala taptaze ve diridir. İnsanoğlunun hayatına ilişkin her konuda, Şeriat ’in bütün hükümleri en doğru, en adil ve hakka en uygun olanıdır. Bilenler için malumdur, tarihte ve bugünde müslümanlar bu hakikatin şahitliğini yapmaktadır. Fakat gel gelelim bu günümüzü genel ve acı bir ifade ile Namık Kemal şöyle tarif ediyor;
“Hayfa ki (Yazıklar olsun ki) elimizde Şeriat gibi bir medeniyetin her türlü ihtiyacını karşılamaya yetecek atiyye-i İlahiyye varken o bırakıldı da sekiz, on despot ve zır cahilin fantezi ve hevesleri topraklarımızda hukuk esası sayıldı.” [141]
Allah’ın şeriatının yerine geçmek veya ona denk olmak üzere ortaya atılan her beşeri düşünce cahillikten başka bir şey değildir. Haşa Allah azze ve celle ile yarışa girmek demektir. Allah’ın şeriatı ile çelişen her hüküm de cahiliye hükmüdür. Muhakkak ki o toplumda büyüklük taslayan zalimler ve birde o zalimlere boyun eğen acizler var demektir. Herhangi bir bölgede insanlar dinleri, canları, akılları, malları ve nesilleri konusunda endişe ve zarara uğrama korkusu yaşıyorsa orada adalet ve hukuk yok demektir. Çünkü İslam yukarıda sayılan maddeler konusunda insanı güvence altına alan tek dindir. Hâlbuki beşeri her düzende emniyetsizlik ve adaletsizlik başı çekmektedir. Çünkü varoluşlarında ve bekalarında dayanakları zulme dayanmaktadır. Konuya M. Hamdi Yazır’ın (Rah) şu tespitiyle devam edelim; Zulmün zulüm, zalim ’in zalim olmasını tayin eden hüküm ve bu hükme mi’yar(ölçü) ittihaz edilen delilde Allah’u Teâlâ’nın inzal buyurduğu ahkâm ve kavaid-i haktır. Binaenaleyh bununla hükmetmemek zulüm ile Adl’i, zalim ile mazlumu ve bunlar beynindeki nispet-i hakkı tefrik ve temyiz etmektir. Zulüm ve zalim tefrik etmeyen(birbirinden ayırmayan) , tefrik etmek istemeyen Nispet-i hakkı görmeyen ve görmek istemeyenler ise zalimlerin başlarıdırlar ve asıl zalim bunlardır.[142]
Allah Azze ve celle Kuran’ı Kerimde insanların isimleri ve cisimleri üzerinde değil daha ziyade yapılan amel ve amelin kişiye kazandırdığı sıfat üzerinde durmuştur. Hiçbir insan elinde bir bilgi olmadan bir kimse hakkında bu müslüman ya da kâfirdir demek hakkına sahip değildir. Yani bir müslüman için sekiz milyar kişi kâfir dese o kişi kâfir olmaz. Bir kâfire’ de sekiz milyar kişi mü’min dese o kişi müslüman olmaz. Dolayısıyla ölçü her zaman ve her konuda Kuran ve Sünnet olmalıdır Müslümanın hayatında. Açık bir tabir ile yeryüzünde kimdir kâfir, kimdir zalim, kimdir fasık diye şüphesiz bir bilgiyle bilmek istiyorsanız işte cevabı;
إِنَّا أَنزَلْنَا التَّوْرَاةَ فِيهَا هُدًى وَنُورٌ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذِينَ أَسْلَمُواْ لِلَّذِينَ هَادُواْ وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالأَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُواْ مِن كِتَابِ اللّهِ وَكَانُواْ عَلَيْهِ شُهَدَاء فَلاَ تَخْشَوُاْ النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلاَ تَشْتَرُواْ بِآيَاتِي ثَمَنًا قَلِيلاً وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfir olanların ta kendileridir.” (Maide 44)
وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ فِيهَا أَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالأَنفَ بِالأَنفِ وَالأُذُنَ بِالأُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ فَمَن تَصَدَّقَ بِهِ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَّهُ وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir.” (Maide 45)
وَلْيَحْكُمْ أَهْلُ الإِنجِيلِ بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فِيهِ وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fasık olanların ta kendileridir.” (Maide 47)
Allah’u Teâlâ’yı İlah kabul edilip tam bir teslimiyetle ferdi ve içtimai hükümlerine boyun eğilmedikçe hak ve hukuktan bahsetmek mümkün değildir. Çünkü gerçeği inkâra, zulme rızaya ve fıskı fücura dayanan bir sistemden adalet ve hakkaniyet ölçülerinde bir faaliyet ve düzen beklemekte zulüm, küfür ve fısktır. Nasıl ki sirke dolu bir şişeden bal çıkmıyor veyahut bal dolu bir şişeden sirke çıkmıyor ise bozuk bir sistemden de adalet çıkması mümkün değildir. Allah azze ve celle’ nin “İLİM” sıfatının tecellileri olan hükümleri her konuda, zamanda, mekânda, ortamda tek mükemmel hükümlerdir. Onları bırakarak hak, adalet, güven ve bakıldığında ruhen kendisine imrenilen bir toplumun meydana gelmesi maalesef boş bir beklentiden öteye geçmez. Bölge bölge, kavim kavim insan yığınlarına dikkat eder ve bunlar üzerinde düşünürsen Allah’ı hayatlarına karıştırmadan refah ve temiz toplum arayan cahilleri çok görürsün.
“İmanda ve ahkâmda tedricilik yoktur. Nasıl ki imanın bazı temel prensiplerine inanıp bazılarına inanmamak mü’minlik sayılmıyor küfür sayılıyorsa ahkamın bir kısmını uygulayıp bir kısmını uygulamamak suretiyle de meydana gelen sisteme de İslam nizamı değil cahiliye sistemi nedir. Cenab-ı Allah’ın
أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ حُكْمًا لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ
“Yoksa onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?” (Maide 50) diye buyurarak kısmen dahi İslam’ın hükümlerinin dışındaki hükümleri aramayı ya da kabullenmeyi reddetmektedir. Bu Ayeti Kerime’nin tefsirinde bazı müfessirler cengizhan’ın yasak kanunlarını da cahiliye hükümleri olarak nitelendirmişlerdir. Cengizhan’ın kanunları Yahudilik, Hristiyanlık, İslamiyet, Türk Moğol törelerinden oluşturulmuş kanunlar idi. Yani içerisinde dörtte biri İslam olduğu halde cahiliye yani küfür kanunu olarak nitelendirilmişti.
Kuran’ı Kerim’den önce nazil olan kitaplarda birer şeriat ihtiva ediyorlardı. Ne zaman ki önceki ümmetler şeriat hükümlerini icraatından birer birer taviz vermeye başladılar ise, bu tavizler ile birlikte hâkimiyetlerini kaybetmeye ve zillete girmeye mahkûm olmuşlardır. Geçmişte bu tavizler öncelikle ulemanın rızası ve fetvasıyla başlamıştır. Âlimlerden başlayan bu taviz ve gaflet milletin ruhen ölümüne yani mahkûmiyetine vesile olmuştur.”[143]
MÜŞRİKLERİN, İSLAM AKİDESİ HAKKINDAKİ
İNANÇLARI
Müşrikler, müminler gibi iman etmedikleri için müşriktirler. Kur’an’ın çizdiği iman portresine giremez ve girmek de istemezler. Müşriklerin hidayete tabi olabilmeleri, müminler gibi iman etmelerine bağlıdır. Nitekim Allah (cc) mealen şöyle buyurmuştur;
فَإِنْ آمَنُواْ بِمِثْلِ مَا آمَنتُم بِهِ فَقَدِ اهْتَدَواْ وَّإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنَّمَا هُمْ فِي شِقَاقٍ فَسَيَكْفِيكَهُمُ اللّهُ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
“Eğer onlar böyle sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, gerçekten doğru yolu bulmuş olurlar; yüz çevirirlerse onlar elbette derin bir ayrılığa düşmüş olurlar. Allah, onlara karşı seni koruyacaktır. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”(Bakara/137)
“Yüce Allah’ın bu sözü, bu açık tanıklığı, müminin kalbine taşıdığı inançtan ötürü ona iftihar duygusu kazandırır. Sebebine gelince doğru yolda olan yalnız kendisidir. Onun inandığına inanmayan kimse, gerçekle kavgalı ve hidayete düşmandır. Hidayet yoksunlarının, imansızların sosyal çalkantıları, hileleri, tuzakları, saldırı girişimleri ve düşmanlıkları mümine zarar dokunduramaz. Çünkü yüce Allah bunlar karşısında onu koruyacaktır. Allah’ın koruyuculuğu ona yeter de artar bile.”[144]
“Eğer Kitap Ehli sizin iman ettiğiniz gibi sahih şekliyle Allah’a iman eder, Allah’ın vahdaniyetini kabul ve itiraf eder, peygamber ve resullere indirdiklerini tasdik ederse, dosdoğru yola hidayet bulmuş olurlar. Şayet yüz çevirir ve senin kendilerini davet ettiğin dinin aslına dönüşü kabul etmez ve Allah’ın peygamberleri arasında ayırım gözetip bir kısmını kabul ederken diğer bir kısmını inkâr ederlerse, ya Muhammed, şunu bil ki, onların takındıkları bu tavır ayrılık, anlaşmazlık ve düşmanlık çıkarmaktır.”[145]
Görüldüğü üzere mümin olmayanların mümin olabilmeleri için müminlerin amentülerini olduğu gibi tasdik ve ikrar etmeleri gerekir. Binaenaleyh müminler gibi iman etmeyenler müslüman olamazlar.
Müşriklerle mücadele edebilmek için müşriklerin İslam Akidesi hakkındaki inançlarının bilinmesi gerekir. Aksi takdirde kendisiyle girilen mücadele de onların safına kayma gibi bir tehlike gerçekleşebilir. Bunun için müşriklerin İslam ve Müslümanlar hakkındaki fikir ve düşünceleri bilinmelidir.
Müşriklerin, İslam ve Müslümanların akidesi hakkındaki inancaları; iftira, yalan, istihza, oyun ve eğlenceden ibarettir. Nitekim;
وَعَجِبُوا أَن جَاءهُم مُّنذِرٌ مِّنْهُمْ وَقَالَ الْكَافِرُونَ هَذَا سَاحِرٌ كَذَّابٌ
أَجَعَلَ الْآلِهَةَ إِلَهًا وَاحِدًا إِنَّ هَذَا لَشَيْءٌ عُجَابٌ
وَانطَلَقَ الْمَلَأُ مِنْهُمْ أَنِ امْشُوا وَاصْبِرُوا عَلَى آلِهَتِكُمْ إِنَّ هَذَا لَشَيْءٌ يُرَادُ
مَا سَمِعْنَا بِهَذَا فِي الْمِلَّةِ الْآخِرَةِ إِنْ هَذَا إِلَّا اخْتِلَاقٌ
أَأُنزِلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ مِن بَيْنِنَا بَلْ هُمْ فِي شَكٍّ مِّن ذِكْرِي بَلْ لَمَّا يَذُوقُوا عَذَابِ
“Kâfirler, kendilerine içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve şöyle dediler: “Bu, yalancı bir sihirbazdır. İlâhları bir tek ilâh mı yaptı? Gerçekten bu çok tuhaf bir şey! İçlerinden ileri gelenler, “Gidin, ilâhlarınıza tapmaya devam edin. İşte bu istenen şeydir. Biz bunu son dinde (en son dinî inanışlarda) duymadık. Bu ancak bir uydurmadır. O zikir (Kur’an) içimizden ona mı indirildi?” diyerek kalkıp gittiler. Hayır, onlar benim Zikrimden (Kur’an’dan) şüphe içindedirler. Hayır, henüz azabımı tatmadılar.”(Sad/4-8)
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلَّذِينَ آمَنُوا لَوْ كَانَ خَيْرًا مَّا سَبَقُونَا إِلَيْهِ وَإِذْ لَمْ يَهْتَدُوا بِهِ فَسَيَقُولُونَ هَذَا إِفْكٌ قَدِيمٌ
“İnkar edenler inananlar için: “Eğer İslam iyi bir şey olsaydı, onlar ona uymada bizi geçemezlerdi” derler. Onlar doğru yola girmedikleri için de “Bu, eski bir uydurmadır” derler.”(Ahkaf/11)
“Başlangıçta İslam’ın çağrısına yoksul ve kölelerden oluşan bir grup icabet ederek öncü konumunu aldı. Bu durum, kibirlilerin önde gelenlerinin gözünde İslam’ın kusurluluğundan kaynaklanıyordu. Duruma kendilerince şöyle açıklık getiriyorlardı: Eğer bu din hayırlı olsaydı, bunlar onu bizden iyi anlayamaz ve ona uymada bizden erken davranamazlardı. Toplum içindeki konumumuz, kavrayışımızın güçlülüğü ve değerlendirme yeteneğimizin üstünlüğü gereği hayrı biz onlardan daha iyi anlarız!…
Oysa işin asli öyle değil. Onları İslam’ın çağrısına uymaktan alıkoyan, ondan kuşkulanmaları veya dayandığı gerçeklerin içerdiği hayrı anlamamaları değil; Hz. Muhammed’e boyun eğerek sosyal konum ve ekonomik çıkarlarını yitirmeyi kendilerine yedirememeleri ve babaları, ataları ve üzerinde bulundukları inanç sistemi sayesinde şerefli oldukları boş kuruntusuydu. İslam’a koşarak gelip öncü konumunu alanların psikolojik yapısında ise; toplumun ileri gelenlerini İslam’a gelmekten alıkoyan bu engellerin hiç biri bulunmuyordu.
Temel neden kuşkusuz psikolojik eğilimler. Onların etkisinde kalıp büyüklük kuruntusuna kapılan insanlara; Hakka boyun eğme, fıtratın sesine kulak verme ve kanıta teslim olma ağır geliyor. Onlara hak ve ehline karşı, inatçı tutum takınma, mazeret uydurma, tutarsız iddialar ileri sürme ve onlardan yüz çevirmeyi dikte ettiren o psikolojik eğilimlerdir. Onlar bu dikte ettirilenleri benimsedikten sonra, hiç bir biçimde kendilerinin batıl yolda olabileceklerini kabul etmiyor, kendilerini hayatın ekseni kılıp onun çevresinde dönüyor ve hayatın da onun çevresinde dönmesini istiyorlar:
“Onlar doğru yola girmedikleri için de `Bu, eski bir uydurmadır’ derler.”
Başka türlü düşünmek mümkün mü?(!) Onlar onunla doğru yolu bulamadıkları ve ona baş eğemediklerine göre, mutlaka Hakk’ın bir kusuru olmalı. Çünkü onların hata etmeleri düşünülecek şey değildir. Onlar kendi nazarları veya topluma lanse etmek istedikleri durumları açısından; kutsal, masum ve hatasızdırlar(!)…”[146]
Seyyid Kutub çağdaş müşriklerin düşünce yapısını ne kadar güzel ifade etmiş. Durum gerçekten de üstadın dediği gibidir. Onlar, İslam’ı hayatlarına geçirmeye cesaret edemezler, İslam’ı yaşayamayacak kadar korkaktır onlar. Zayıf gördükleri o iman eden insanlar, bu cesaretli davranışı sergilediklerinde de bunu çekemeyip onlara iftira atmaya ve onlarla alay etmeye başlarlar. Kendilerini üstün gösterme çabası içerisine girerler. Her mecrada İslam’ı (haşa) değersiz ve aşağılık gösterme çabasına girerler. Bugünkü Laik ve Demokratların içine düştüğü çaresizlikte budur. Her alanda İslam’dan gayrı hareket ederek İslam’ın gereksiz olduğunu göstermeye çalışsalar da ortaya koydukları adaletsiz düzenle işi ellerine ve yüzlerine bulaştırdıklarını ispat etmişlerdir.
شَرَعَ لَكُم مِّنَ الدِّينِ مَا وَصَّى بِهِ نُوحًا وَالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِهِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى أَنْ أَقِيمُوا الدِّينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا فِيهِ كَبُرَ عَلَى الْمُشْرِكِينَ مَا تَدْعُوهُمْ إِلَيْهِ اللَّهُ يَجْتَبِي إِلَيْهِ مَن يَشَاء وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَن يُنِيبُ
“Senin kendilerini çağırmakta olduğu şey (tevhid), müşrikler üzerine ağır geldi.”(Şura 13)
“Müşrikleri kendisine çağırdığın şey, yani Allah’a ibadet ve O’nu birleme, onlara ağır geldi.” [147] Seyyid Kutub (Rah) der ki; Bir kelime ancak onu anlamaya elverişli bir kalpte gerçek değerine kavuşur. Yani “kedi ulaşamadığı ete mundar dermiş” misali İslam’ın insana kazandırdığı izzet ve şereften yoksun zayıf karakterli kimseler onu lekelemeye çabalamaktadırlar. Ancak bilmezler ki güneş balçıkla sıvanmaz ve o her daim parlaklığını ve gösterisini sergilemektedir. İşte İslam’ın izzeti de böyledir. Her an ve mekânda yüceliği temiz fıtratlar için aşikârdır.
MÜŞRİKLERİN ALLAH İNANCI
Müşriklerin Allahu Tealâ hakkındaki inançları eksik, yanlış ve batıldır. Allah azze ve celle’ye yakışmayan sıfatlar atfederek veyahut O’na ait sıfatlarda eksiklik görmekle bu durum gündeme gelmiştir. Bu konudaki eksik inanç kişinin dünya ve ahirette hüsrana uğramasına sebep olmaktadır.
وَمَا قَدَرُوا اللَّهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَالْأَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّماوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ
“Onlar Allah’ı hakkıyla takdir etmediler. Hâlbuki kıyamet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır.” (Zümer 67)
Kur’an’ın ilk muhatapları “Allah’ı bir mefhum olarak biliyorlardı. Fakat hemen hemen şirk inancına saplanan bütün topluluklarda olduğu gibi onların hayatında da bu “Yüce Varlık”, neredeyse unutulmuştu. Bu adı yalnız ona veriyorlardı. Aynı zamanda, bu unuttukları “Allah’a Rabb vasfını da tanıyorlardı. Allah anlamında olarak araplar “Rabb” kelimesini kullanıyorlardı. Yalnız onlar nezdinde Allah “Tek Rabb” değildi. Onun yanında daha birçok Rablar ve rabbab’lar vardı. Genel olarak bütün tapınmalarını, yanı başlarında buldukları müşahhas rablerine yöneltmiş, Allah’ı teorik olarak değilse de fiilen terk etmişlerdi. Onu ancak çok dara düştüklerinde hatıra getirirlerdi. Her halde Hz. İbrahim’in şeriatından kalan bir iz olarak, Allah’ın temsil edilemeyeceği inancı korunmuştu. Fakat onlar ibadetlerini Allah tarafından tapılmaya izin verildiğini iddia ettikleri şefaatçi yarı ilahlar haline getirilen rablerine yöneltiyorlardı. Kısaca diyecek olursak Rabb (ki onların düşüncesinde ilk önce putlarını ifade eder olmuştu) kelimesi adına müşrikler, uluhiyyetin muhtevasını, büyük ölçüde Allah’tan gasbederek, rablerine dağıtmışlardı. Hâlbuki bu vasıf, kelimenin taşıdığı asıl mana itibariyle, ancak Allah’a ıtlak edilmeliydi. “Allah” kavramı “gerçek rububiyet” olmaksızın, kalsa kalsa, çok uzaklarda, fonksiyonlarını yitirmiş uzak bir hatıra şeklinde kalabilirdi. Nasıl ki, arap müşriklerinde durum bu idi.[148]
وَإِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَحْدَهُ اشْمَأَزَّتْ قُلُوبُ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ وَإِذَا ذُكِرَ الَّذِينَ مِن دُونِهِ إِذَا هُمْ يَسْتَبْشِرُونَ
“Tek olan Allah, anıldığı zaman, ahirete inanmayanların kalpleri tiksinir. Ama Allah’tan başkası anıldığı zaman hemen yüzleri güler.” (Zümer 45)
“Bu, müşriklerin alışılagelmiş bir âdetidir. Hatta bazı talihsiz müslümanlar dahi bu hastalığa yakalanmış ve müşrikler gibi aynı tavır içerisine girmişlerdir. Allah’a inandıklarını söylemelerine rağmen, onlara sadece Allah’a kulluk etmekten bahsetseniz, hemen yüzlerini asar ve size derler ki: ” Bu adam evliyaya inanmadığı için, sürekli Allah deyip duruyor.” Fakat onlara başka zatlardan bahsederseniz, gözlerinin içi güler ve memnun olurlar. Bu davranışlarından, onların muhabbet ve ilgilerinin kime daha fazla olduğu açıkça bellidir. Allame Alusî tefsirinde (Ruhu’l-Meâni) bu konuyla ilgili şunları söylüyor: “Bir gün bir şahsın, başına gelen musibetten kurtulmak için ölmüş bulunan bir zata yalvarıp yakardığını gördüm ve ona “Ey Allah’ın kulu! Allah’a yalvar, çünkü O, “Kullarım sana, benden sorduklarında de ki: “Ben onlara yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına icabet ederim. O halde onlar da benim davetime uysunlar, bana iman etsinler ki, doğru yolu bulalar” (Bakara: 186) diye buyurmaktadır, dedim. Bu sözüm üzerine çok öfkelendi. Hatta bazılarının dediğine göre, ben oradan ayrıldıktan sonra, “Bu adam evliyaya inanmaz” demiş. Yine başkalarına göre, “Veliler Allah’tan daha çabuk duayı işitirler” diyormuş.”[149]
“Bu ayet-i kerime her ne kadar Hz. Peygamberin zamanında yaşanan somut bir olayı anlatmak, müşriklerin kendi ilahlarından söz edildiğinde ferahladıklarını, keyiflerinden dört köşe olduklarını Tevhid anlayışından söz edildiğinde ise keyiflerinin kaçtığını ve nefret ettiklerini ortaya koyuyorsa da işin aslına bakıldığında çeşitli ortamlarda ve zamanlarda gözlemlenebilecek psikolojik bir durumu sergilediği anlaşılmaktadır. Çünkü bazı insanlar ne zaman yalnız Allah’ı ilah, yalnız O’nun şeriatını kanun, yalnız Allah’ın programını hayat düzeni olarak kabul etmeye çağrılsınlar içleri burkulur, canları sıkılır. Yeryüzünün beşeri programlarına, beşeri düzenlerine, beşeri yasalarına söz geldiğinde ise neşelenir, keyifleri yerine gelir; bu sözle içleri açılır. Artık almak ve vermek için gönüllerini açarlar. İşte bu ayette yüce Allah’ın, bir tip olarak kendilerinden söz ettikleri de bunların kendileridir. Bunlar, her yerde ve her zaman aynı tip insanlardır. Çevreleri ve çağları farklı da olsa, renkleri ve milletleri ayrı da olsa bu insanlar, fıtratları bozulmuş, karakterleri yozlaşmış kimselerdir.”[150] Yine Allahu Teâla müşriklerin bozuk akidelerini şu ayetlerde açıklamaktadır;
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَهُمْ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ فَأَنَّى يُؤْفَكُونَ
“Andolsun, onlara: “Kendilerini kim yarattı?” diye soracak olsan, tartışmasız: “Allah” diyecekler. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorlar?” (Zuhruf 87)
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ قُلْ أَفَرَأَيْتُم مَّا تَدْعُونَ مِن دُونِ اللَّهِ إِنْ أَرَادَنِيَ اللَّهُ بِضُرٍّ هَلْ هُنَّ كَاشِفَاتُ ضُرِّهِ أَوْ أَرَادَنِي بِرَحْمَةٍ هَلْ هُنَّ مُمْسِكَاتُ رَحْمَتِهِ قُلْ حَسْبِيَ اللَّهُ عَلَيْهِ يَتَوَكَّلُ الْمُتَوَكِّلُونَ
“Andolsun, onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye soracak olsan, elbette “Allah” diyecekler.” (Zümer 38)
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ فَأَنَّى يُؤْفَكُونَ
Andolsun, onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade kıldı?” diye soracak olursan, şüphesiz: “Allah” diyecekler. Şu halde nasıl oluyor da çevriliyorlar? (Ankebut 61)
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّن نَّزَّلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَحْيَا بِهِ الْأَرْضَ مِن بَعْدِ مَوْتِهَا لَيَقُولُنَّ اللَّهُ قُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ
“Andolsun onlara: “Gökten su indirip de ölümünden sonra yeryüzünü dirilten kimdir?” diye soracak olursan, şüphesiz: “Allah” diyecekler. De ki: “Hamd Allah’ındır.” Hayır, onların çoğu ekletmiyorlar.” (Ankebut 63)
“Kur’an-ı Kerim, kendi gerçekliğinin kanıtı ve delili olarak dikkatleri koskoca evrene ve onun görkemli sahnelerine çeker. Kendi içerdiği gerçeği düşünmenin, gözlemlemenin sergi alanı olarak evreni gösterir. İnsan kalbinin bu evren karşısında durup etraflıca düşünmesini, evrendeki dehşet verici gelişmeler karşısında uyanık bulunmasını, yaratıcı eli ve sonsuz gücünü hissetmesini, O’nun koyduğu olağanüstü ahenge sahip yasalar sistemini kavramasını sağlar. Bunun için düzgün ve basit bir bakış yeterlidir. Zor ve yorucu bilimsel araştırmaya da gerek yoktur. Sadece uyanık bir duyguya, basiretli bir kalbe ihtiyaç vardır.”[151]
Ayetlerin, müşrikler hakkındaki kesin tavrı ve onların ruh hallerini tasviri kapalılık olmayacak derecede açıktır. Ne yazık ki Allah azze ve celle’yi takdir edememenin neticesi; evren üzerinde, gök ve yer arasında değişen ilahi kanunlarda, varoluş, gelişme ve yok oluş, takdir edilen düzen, rızkın var edilmesi, yani kısaca insan iradesinin kendilerine hükmedemeyeceği ve insanların aciz kaldığı Allah’ın hükümranlığına şahitlik edememek. Allahu Teâlâ’yı gök ve yerde güçlerinin yetmeyeceği konularda yönetici kabul etmekle beraber aynı zamanda insanların hayatlarına karıştırmamak gibi sapık bir akide, işte özetle anlaşılması gereken budur. Hâlbuki Allah Azze ve celle mealen;
إِنَّ رَبَّكُمُ اللّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِأَمْرِهِ أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ
“Dikkat edin yaratmakta emretmekte Allah’a mahsustur.” (Araf 54) buyurmaktadır. Yaratmayı Allah’a havale edip diğer yetkilerinde Allah’ın kulları üzerindeki hakkını kendisinde gören beşeri ideolojilere boyun bükmek sapıklığın zirvesi değil midir? Müşriklerin akidelerini anlamak için ayetlerin yeteceği kanaatindeyiz.
MÜŞRİKLERİN PEYGAMBER İNANCI
Peygamberler insanları kula kulluktan men edip Allah’a kulluğa çağırmak ve hakimiyetin Allah’a ait olduğunu beyan etmek için gönderilmişlerdir. Nitekim;
وَلَقَدْ بَعَثْنَا فِي كُلِّ أُمَّةٍ رَّسُولاً أَنِ اعْبُدُواْ اللّهَ وَاجْتَنِبُواْ الطَّاغُوتَ فَمِنْهُم مَّنْ هَدَى اللّهُ وَمِنْهُم مَّنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلالَةُ فَسِيرُواْ فِي الأَرْضِ فَانظُرُواْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ
“Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tâğûttan kaçının” diye peygamber gönderdik. Allah, onlardan kimini doğru yola iletti; onlardan kimine de (kendi iradeleri sebebiyle) sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.”(Nahl/36)
Peygamberlerin bu çağrısı sahte ilahların saltanatını sarsan ve keyfi arzularına göre insanları yönetmek isteyenleri engel olan bir çağrıdır. Dolayısıyla peygamberlerin ilk tepki aldığı güruh kula kulluk ettiren sistemin müdavimleri olmuştur. Sadece tepki vermekle kalmayıp onlara iftira atmışlardır. Hatta kimilerini suikast girişiminde bulunmuşlar, kimisini öldürmüşlerdir. Kurtulmaları için gönderilen peygamberi; kendileri için bir tehdit görüp olağanca güçlerini kullanarak onlara karşı gelmişlerdir.
وَمَا أَرْسَلْنَا فِي قَرْيَةٍ مِّن نَّذِيرٍ إِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَا إِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُم بِهِ كَافِرُونَ
“Biz, hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek oranın şımarık zenginleri, “Biz, sizinle gönderileni inkâr ediyoruz” demişlerdir.”(Sebe/34)
ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّهُ يُحْيِي الْمَوْتَى وَأَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
وَأَنَّ السَّاعَةَ آتِيَةٌ لَّا رَيْبَ فِيهَا وَأَنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ مَن فِي الْقُبُورِ
Dediler ki: “Ey kendisine Zikir (Kur’an) indirilen kimse! Sen mutlaka delisin! Eğer doğru söyleyenlerden isen bize melekleri getirsene!”(Hac/6-7)
أَفَلَمْ يَدَّبَّرُوا الْقَوْلَ أَمْ جَاءهُم مَّا لَمْ يَأْتِ آبَاءهُمُ الْأَوَّلِينَ
أَمْ لَمْ يَعْرِفُوا رَسُولَهُمْ فَهُمْ لَهُ مُنكِرُونَ
أَمْ يَقُولُونَ بِهِ جِنَّةٌ بَلْ جَاءهُم بِالْحَقِّ وَأَكْثَرُهُمْ لِلْحَقِّ كَارِهُونَ
“Onlar bu sözü (Kur’an’ı) hiç düşünmediler mi? Yoksa kendilerine, önceki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi? Ya da onlar henüz kendi peygamberlerini tanımadılar da o yüzden mi onu inkâr ediyorlar? Yoksa “O cinnet getirmiş(delirmiş)” mi diyorlar? Hayır o, onlara hakkı getirdi. Hâlbuki onların pek çoğu haktan hoşlanmamaktadırlar.”(Müminun/68-70)
إِنَّهُمْ كَانُوا إِذَا قِيلَ لَهُمْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ يَسْتَكْبِرُونَ
وَيَقُولُونَ أَئِنَّا لَتَارِكُوا آلِهَتِنَا لِشَاعِرٍ مَّجْنُونٍ
“Çünkü onlar, kendilerine, “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur” denildiği zaman, inanmayıp büyüklük taslıyorlardı. “Biz, deli bir şair(peygamber) için ilâhlarımızı mı terk edeceğiz?” diyorlardı.”(Saffat/35-36)
“Dikkat edilirse peygamberin mesajını duymak istemeyen müşrikler ilahı mesajı sihir, elçiyi de delilikle itham etmişlerdir. Hatta peygamberin yüzünü görmemek, karşı karşıya gelmemek için başlarını çevirip, yüzlerini kapatıp ve adeta sosyal boykotla karşı karşıya bırakmışlardır.”[152]
“Kendi görüşlerinde taassuba dalıp, batılda ısrar ederek, büyüklenmişlerdir. Müşriklerin katı tutumları, ilahi mesajın tebliğcisi olan peygambere karşı olan psikolojik yapılarını aksettirmektedir. Eğer bir fert herhangi bir objeye karşı müspet bir tutuma sahipse ona yardım etmeye, mükâfatlandırmaya ve desteklemeye hazır bir temayülde bulunur. Bu ölçüye göre, tarihin her döneminde, fikir ve vicdan hürriyetini hiç hesaba katmayan müşrikler, peygamberi yok etme psikolojisine girmişlerdir. Çünkü onlar; peygamberlere, hatta onlara inananlara karşı daima olumsuz tavır takınmışlardır. Müşrikler, peygamberin şahsından başlayarak, onun görevini ve davasını, insanların nazarında çirkin göstermeye çabalamışlardır. Peygamberi bazen · sapıklıkla ve bazen de delilikle itham etmişlerdir. Müşrikler, Peygamberin davasını tarihin her döneminde meliklik ve siyaset ile karıştırmışlardır. Peygamberin ticaret ile uğraşmasını ve maişet temin etmesini peygamberlikle telif edememişlerdir. Allah’ın peygamberinin hazinesi olması gerektiğini söylemişlerdir.”[153]
Allah Rasulu (sav) Mekkeli müşriklerin kendisini inkar etmesinden dolayı üzülmüş Allah (cc)’da O’nu (sav) şöyle teselli etmiştir;
وَإِن يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كُذِّبَتْ رُسُلٌ مِّن قَبْلِكَ وَإِلَى اللَّهِ تُرْجَعُ الأمُورُ
“(Ey Muhammed!) Eğer seni yalancı sayıyorlarsa bil ki, senden önce de nice peygamberler yalancı sayılmıştır. Bütün işler ancak Allah’a döndürülür.”(Fatır/4)
Görülüyor ki müşriklerin en dikkat ve belirgin dini özelliklerinden biri; Allah’tan vahy alan ve insanlara olduğu gibi aktarmakla, tebliğ etmekle vazifeli peygamberi inkar etmektir.[154] Dolayısıyla müşrik toplum, peygambersiz toplumdur. Müşrik toplumda peygambere inanmak değil, inkâr etmek esastır. Nitekim Kureyş müşrikleride Hz. Peygamberi şöyle eleştirmişlerdi: “O bizi beyinsizlikle suçluyor. Bizim ve atalarımızın dinine aykırı düşüyor. Cemaatimizi darmadağın ediyor… “[155]
Çağdaş cahiliyye düzenleri de müslümanları, cahiliyyenin patronlarının ve kodamanlarının rububiyetini kabul etmeyen muvahhid, Allah’ın hâkimiyetine talip ve Allah’tan başkasına kul olmayı reddeden gerçek özgürlüğün savunucularını, “gerici, yobaz, çağdışı” o da olmazsa “kökten dinci, fundamentalist” veya gerekirse “terörist” diye itham edebilmekte. Böylelikle yönetimleri altında tuttukları, çeşitli şekil ve yollarla sömürdükleri kitlelerin, yığınların uymasını, hakkı görmelerini önlemeye gayret etmektedirler.[156]
MÜŞRİKLER MELEKLER HAKKINDA İNANÇLARI
“İlk çağlardan beri her dönemde müşrikler, melekleri tanrı ve tanrıça edinmişler ve onların putlarını yapıp tapmışlardır. Birisi yağmur tanrısı, birisi şimşek, diğeri rüzgâr tanrısı, bir diğeri zenginlik tanrıçası, biri bilgi, biri hayat, bir diğeri de ölüm tanrısı olarak kabul edilegelmiştir. Bu konuda Allah, kıyamet gününde meleklere şöyle sorulacağını söylemektedir: “Bu insanlar ilah olarak size mi tapıyorlardı?” Bu soru ile bu olayın doğru olup olmadığı değil, meleklerin bunu tasdik edip etmedikleri araştırılmaktadır. Yani: “Siz onların ibadetlerini tasvip ediyor muydunuz? Siz insanlara ilah olduğunuzu ve size tapmalarını mı söylüyorsunuz?” [157]
Kur’an’ın bir çok ayetinden anlaşılıyor ki müşrikler melekleri Allah’ın kızları olarak kabul ediyorlardı ve onlara ibadet ve tazimde bulunuyorlardı. Meleklere ibadet iki bakımından dikkati çekmiştir;
Birincisi; öteki birçok müşrik toplumlar gibi eski araplar da, Allah’ı mahlûklara (özellikle insanlara) benzetmek sebebiyle, O’nun da neslinin olacağını sanıyorlardı. Mesela Kur’an-ı Kerim’de; “O’nun (Allah) için oğullar ve kızlar tahmin ettiler (uydurdular).” (En’am/1001) denilmektedir . Böyle olunca, Onun soyunun da kutsal olması, bir bakıma Allah’ın parçası kabul edilmesi, kaçınılmaz bir sonuç olacaktı. Bu da Allah’ın yaratıcılığını, rububiyetini değilse de, ma’budıyetını parsellemek gibi bir netice ortaya çıkarmıştır.
İkincisi; müşrikler, meleklere tapınırken, müslümanlar gibi onları maddi suretten mücerret olarak düşünmüyorlardı. Aksine, onları tasvir ediyorlardı. Ed-Dahhak (R.a.)’ın dediğine göre: “Müşrikler melekleri ilahlaştırdılar sonra genç kızlar suretinde tasvir edip süslediler, sonra da: “İşte bu suretler kendilerine tapmış olduğumuz Allah’ın kızlarına (yani meleklere) benziyorlar” dediler.”[158] Bu da gösteriyor ki, müşrikler; putların maddelerine değil, onlarla aynılaştırdıkları medlullerine tapıyorlardı. Yahut eskiden böyle idi, sonrakiler ise medlulü bilmeksizin, sırf işarete tapar olmuşlardı.
Cahiliyye Araplarında da Yüce Yaratıcı gönüllerden ve zihinlerden uzaklaştırıp araya dünyevi hayatla daha çok ilgili zannedilen varlıklar (bizim bahsimiz için melekler) yerleştirildi. Zamanla meleklere tanınan rol mübalağa edildi, artırıldı. Kâinatın yaratıcısı olarak Allah’ın vasıflarını meleklere vermedilerse de, fiilen tapınmalarını bu surettele (güya meleklere) yönelttiler. Araplarda olduğu gibi, birçok müşrik kavimlerde, şirkin belli başlı kaynaklarından biri bu olabilir.[159]
Müşrikler, Allah’ın âlemin asıllarının her birini bir meleğe havale ettiğine, âlemin kısımlarından her birinin özüyle semavi bir ruha havale edildiğine ve âlemi tedbir edenin melekler olduğuna inanıyorlardı. Onlara göre, her hadiseyi düzenleyen bir melek vardı. İşte bu inançlarından dolayı melekleri temsil eden, putlar edindiler. Meleklere tapınma, böyle bir düşüncenin eseri olabildiği gibi, Allah ‘ı insana benzetmek fikrinden de doğabilir. Meleklerin, Allah’ın bir parçası olarak görülmesinin nedeni Allah’ın bir insan gibi tasavvur edilmesindendir.[160] Dolayısıyla müşrikler, melekleri ilahi kuvvet, Allah’ın bir parçası olarak düşünüp, putları, onların temsili bir şekli olarak kabul etmişlerdi.[161]
MÜŞRİKLERİN AHİRET HAKKINDAKİ İNANÇLARI
İslamın insana öğrettiği ahiret inancı, insanların ıslahında, toplum düzeninin varlığında ve devamındaki en önemli etkendir. Bütün insanların başına, hayatın reaksiyonu içerisinde bir sorumlu dikmek, sürekli takip etmek mümkün değildir. Allah azze ve celle ‘nin kendisinden haberdar olduğunu bilmek ve bu hayatın muhakkak ki hesabının verileceği şuuru insanı doğru yola iletir. Kuran insanların akıllarına ve selim fıtratlara hitab eden bir kitaptır. Dolayısıyla İnsanda ebediyet arzusu mevcuttur. Kuran bu gerçeği öğretirken, şeytanın Adem (A.s)’a ebediyet arzusuna meylettirerek geldiğini ifade etmektedir.
فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ لِيُبْدِيَ لَهُمَا مَا وُورِيَ عَنْهُمَا مِن سَوْءَاتِهِمَا وَقَالَ مَا نَهَاكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هَذِهِ الشَّجَرَةِ إِلاَّ أَن تَكُونَا مَلَكَيْنِ أَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِدِينَ
“…Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir.” (Araf 20)
İşte İnsan bu konuda uyanık davranmalıdır. Dünya geçicidir, Ahiret ebedidir sözünün manası zihinlerimizde daha bir netlik kazanıyor. O halde ebedi olarak verilenin peşinden gitmek ya da ebedi hayatı arzulamak mümkündür. Fakat ahireti inkâr ederek geçici olanı ebedi gibi görmek ahmaklığın ta kendisidir. Ve bu iddia da olmadığını söyleyerek inkâr edermişçesine yaşayanlarda aynı akıbetten kurtulamayacaklardır.
وَقَالُواْ أَئِذَا كُنَّا عِظَامًا وَرُفَاتًا أَإِنَّا لَمَبْعُوثُونَ خَلْقًا جَدِيدًا
“Dediler ki; “Biz kemik ve toz haline dönüştükten sonra diriltilerek yaradılışın yeni bir aşamasına mı geçeceğiz?”(İsra 49)
قُل كُونُواْ حِجَارَةً أَوْ حَدِيدًا
“Onlara de ki; İster taş olunuz, ister demir olunuz.”(İsra 50)
أَوْ خَلْقًا مِّمَّا يَكْبُرُ فِي صُدُورِكُمْ فَسَيَقُولُونَ مَن يُعِيدُنَا قُلِ الَّذِي فَطَرَكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ فَسَيُنْغِضُونَ إِلَيْكَ رُؤُوسَهُمْ وَيَقُولُونَ مَتَى هُوَ قُلْ عَسَى أَن يَكُونَ قَرِيبًا
“İster (canlılık olayı ile ilişkili olabileceğini) hafızalarınızın almadığı başka bir yaratık olunuz. Diyecekler ki “Bizi kim yeniden diriltecek? De ki “Sizi ilk kere yoktan vereden… O zaman şaşkın şaşkın başlarını sallayarak “Peki ne zaman?” diyecekler. Onlara de ki; “Belki de yakında.”(İsra 51)
وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِي الْعِظَامَ وَهِيَ رَمِيمٌ
“Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek verdi; dedi ki: “Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?”(Yasin 78)
قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ
“De ki: “Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir.”(Yasin 79)
Müşrikler, yaşadıkları hayattan başka bir hayatın olmadığına inanırlar. Bu hayatta yapmış olduklarıyla kalacakları zehabına kapılırlar. Çünkü Ahiret inancı onların ulaşmak istediği lezzetlere engel teşkil ettiğinden, müşrikler; hesap gününü yalanlarlar. Ahiret gününe iman, orası için hazırlık yapmayı gerektirir. Müşrikler ise sadece dünya hayatı için çalıştıklarından dolayı ahiret hayatı hatırlatıldığında oraya ait bir çalışmalarının olmadıklarını anlarlar. Bu açığı kapatmak yerine yaptıklarının hesabını verecekleri günü yalanlayıp dururlar.
Mevcut lezzetleri, makamları, hazları onlara dünyaya olan bağlılıkları sağlamıştır. Disipline girmemiş bir hayatı sevmeleri onları ahirete inkâra götürmüştür. Müşrikler, bir kadeh birayı rahatça içebilmek için ahireti inkâr ederler. Bir kadının üstünden rahatça geçmek için ahireti inkâr ederler. Örnekleri çoğaltabiliriz. Temelde yatan düşünce şudur; Ahiret, onların bitmek bilmeyen lezzetlerine, gayelerine, hedeflerine engeldir. Zira Ahiret ’in varlığı dünya hayatının geçiciliğine işarettir. Müşrikler ise bu anlayıştan uzaktırlar. Sanki sadece bu dünya hayatı için gönderilmiş gibi hareket ederler. Yaptıklarından dolayı hesaba çekilecekleri gerçeğini kabullenemezler.
وَقَالُوا مَا هِيَ إِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا يُهْلِكُنَا إِلَّا الدَّهْرُ وَمَا لَهُم بِذَلِكَ مِنْ عِلْمٍ إِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّونَ
“Dediler ki: “Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman yok eder.” Bu hususta onların bir bilgisi yoktur. Onlar sadece zanda bulunuyorlar.”(Casiye/24)
“Yani, bu hayatın sonunda, başka bir hayatın olmadığına dair, onların elinde hiçbir ilmi dayanakları yoktur. Ruhu Allah’ın kabzetmediği, sadece insanı zamanın yok ettiği ve geriye toz topraktan başka bir şey kalmadığı şeklindeki düşünceler, sadece ahireti inkar edenlerin zanlarıdır. Onlar “Bu hayattan sonra ne olacağını bilmeyiz” demekten başka ileri gitmezler. Fakat bu hayattan sonra başka bir hayatın olmadığını söylemek tamamen mantıksızca bir iddiadır. Onların, “İnsanın ruhunu Allah kabzetmez, insan tıpkı bir saat gibi zamanla durur ve çürür” şeklindeki sözleri akla ve mantığa dayanmaz. Onlar sadece böyle olmasını arzu ediyorlar. Çünkü ölümden sonra başka bir hayatın olması ve yaptıklarının hesabını vermeleri işlerine gelmez. İşte bu yüzden ruhu tamamen inkar ederek, bu heva ve heveslerine dayanan isteklerini bir akide haline getirmişlerdir.”[162]
إِنَّ هَؤُلَاء لَيَقُولُونَ
إِنْ هِيَ إِلَّا مَوْتَتُنَا الْأُولَى وَمَا نَحْنُ بِمُنشَرِينَ
فَأْتُوا بِآبَائِنَا إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Bunlar (müşrikler) diyorlar ki: “İlk ölümümüzden başka bir ölüm yoktur. Biz diriltilecek değiliz. Eğer doğru söyleyenler iseniz atalarımızı getirin”(Duhan/34-36)
Onların bu iddiaları boş ve anlamsızdır. Çünkü Allah tekrar dirilişin kıyametten sonra olacağını haber vermiştir. Eğer bu hesap olmasaydı ve insanlar ölümlerinden sonra herhangi bir akıbetle karşılaşmamış olsalardı be hey gafil; o halde evrende kütle, hacim, yapı, yetenek, güç ve fonksiyonu bize göre çok fazla olan canlı cansız, hayvanat nebadat ve hareketsiz varlıklar sana ve bana neden ve niçin hizmet ediyor bunu açıklayabilirmisin? Eğer doğa sebebiyle veyahut kendi oluyor diyorsan, maddenin kendi başına sağa sola yukarı aşağıya kendisinin gidebileceğini de söylüyorsun demektir. Ama her akıl sahibi bilir ki hiçbir şey kendi başına hareket ettirici olmadan hareket edemez. İşte evreni düzene koyan, bunları sana hizmet ettiren, bu imkânlara karşı ne gibi tavır takındığının mutlaka hesabını soracak.
Yine bugün ahirete imanının olduğunu söylemekle iman edilmiş olmaz. İnanılan neyse arkasından gidilip inanç uğruna her şey feda edilmedikçe o kalpte bu akidenin varlığından söz edilemez. Dolayısıyla şu kıssa çok manidardır; İbrahim İbn Ethem bir yerleşim bölgesine uğrar. O yerin ahalisi kendisinin Alim olduğunu bildikleri İbrahim İbn Ethem’in yanına gelir ve derler ki; Biz Allah’ın Ayette; Kullarım sana benden sorarlarsa ben onlara çok yakının dua edenin duasına icabet ederim( Bakara 186) buyurduğunu biliyoruz. Fakat Allah’a dua ediyoruz dualarımıza icabet olunmuyor bunun sebebi nedir? Âlim derki; Ben sizin aranızda biraz yaşayayım ve halinize bakayım cevap veririm der. Belli bir müddet geçtikten sonra ahaliyi yanına çağırır ve derki; Ben aranızda bir müddet yaşadım ve halinize baktım, gördüm ki sizin kalpleriniz ölmüş bu sebeple dualarınıza icabet olunmuyor. Bir de şu var sizin kalplerinizin ölmesinin sebebi ise; Biz bir kaç maddesini açıklayacağız; Siz ahirete iman ettiğinizi söylüyorsunuz fakat gereği gibi hazırlanmıyorsunuz. Siz cennete iman ettiğinizi söylüyorsunuz sizi oraya götürecek amellerle meşgul olmuyorsunuz. Yine siz cehenneme iman ettiğinizi söylüyorsunuz ama sizi oraya götürecek şeylerle meşgul oluyorsunuz. İşte sizin kalpleriniz bu sebepten ölmüş.
Şimdi kıssayı biraz tahlil ettiğimizde bu açık arızanın varlığına kendimizde de maalesef görebiliyoruz. O halde dil ile kabullenmek hiçbir zaman iman olmamıştır ve yeterli, değildir. Bu konunun iyice anlaşılması şarttır yoksa hedeften sapmış ok gibi nereye gideceği belli olmayan bir tahta olarak ta kalamayız ikinci ve son ihtimal cehennem olacaktır MAAZALLAH.
MÜŞRİKLERİN KADER İNANCI
وَقَالَ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ لَوْ شَاء اللّهُ مَا عَبَدْنَا مِن دُونِهِ مِن شَيْءٍ نَّحْنُ وَلا آبَاؤُنَا وَلاَ حَرَّمْنَا مِن دُونِهِ مِن شَيْءٍ كَذَلِكَ فَعَلَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ فَهَلْ عَلَى الرُّسُلِ إِلاَّ الْبَلاغُ الْمُبِينُ
“Allaha ortak koşanlar: “Eğer Allah dileseydi ne biz ne de atalarımız, ondan başka hiçbir şeye ibadet etmezdik. Yine onun helal kıldığını haram saymazdık.” derler. Bunlardan önceki kâfirler de böyle yapmışlardı. Peygamberlere düşen, ancak apaçık tebliğdir.” (Nahl 35)
“Müşrikler, Kur’an’ın yoğun bir şekilde şirk düşüncesini, tenkid ettiğini gördüklerinde, müminlerin Allah’ın takdirini kabul ettiklerini düşünerek, şirklerini Allah’ın kaderine isnad etmişlerdir. ” Allah dilemeseydi biz şirk koşmazdık” şeklinde savunmaya geçmişlerdir. Kur’an, eski çağlardan son peygambere· kadar Allah’a inanmayanların kadere sığındıklarını anlatır. Toplum hayatında kadere sığınmanın bir davranış şekli olduğu ortadadır. Allah’ ı tekzip eden, onun ilmini inkâr eden birisinin kadere sığınma hakkı yoktur. Çünkü iradesi ve gücü ile Allah’ın karşısına çıkmaktadır. Sıkıştığı zaman da kadere sığınır. Kur’an işte bu tenakuzun üzerinde durmaktadır.”[163]
“Müşrikler suçlarını ve yanlış davranışlarını haklı göstermek için her çağda zalimlerin ve canilerin tekrarladığı aynı eski özürleri ileri sürerler. ” Bizim şirk koşmamız Allah’ın dilemesi sonucudur.” , derler. Suçu Allah’a atma, kendilerini mağdur gösterme çabası, tahminden öteye geçmeyen dayanıksız kuruntudan ibarettir. “[164]
“İnsan, iradesini şirk koşmada kullanırsa, Allah yaratır. Fakat yüce Allah, hiç bir insanın şirk koşmasına razı olmaz, İnsana düşen kendi görevini yapmaktır. Yoksa bahanelere sığınmak değildir.”[165]
Allahu Teâla Kur’ an-ı Kerim’de müşriklerin kadere yaptıkları iftirayı reddediyor. Ve şöyle haber veriyor:
سَيَقُولُ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ لَوْ شَاء اللّهُ مَا أَشْرَكْنَا وَلاَ آبَاؤُنَا وَلاَ حَرَّمْنَا مِن شَيْءٍ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِم حَتَّى ذَاقُواْ بَأْسَنَا قُلْ هَلْ عِندَكُم مِّنْ عِلْمٍ فَتُخْرِجُوهُ لَنَا إِن تَتَّبِعُونَ إِلاَّ الظَّنَّ وَإِنْ أَنتُمْ إَلاَّ تَخْرُصُونَ
“Müşrikler diyecekler ki; ” Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne atalarımız ortak koşardı. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık. Bu şekilde onlardan öncekiler de (peygamberleri) yalanladılar da sonunda o azabımızı tattılar. De ki: Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz. “(Enam 148)
“Müşriklerin buradaki iddialarından murad, Allah’ ın bu fırsatı kendilerine vermesi sebebiyle, onlardan razı da olduğunu savunmak istiyorlar ki, meselenin en önemli tarafı burasıdır. Hâlbuki Allah’ın iradesinin, rızasından ayrı olduğunu belirtmektedir. Müşriklerin bu iddialarının, İslam öncesi arap Fatalizmi ile ilgili olması muhtemel bulunduğu gibi, müminlerin karşı koyamayacaklarını sandıkları bir delil ileri sürmekle de, yani bir münazara taktiği ile de alakalı olabilir.”[166]
وَكُلَّ إِنسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَآئِرَهُ فِي عُنُقِهِ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كِتَابًا يَلْقَاهُ مَنشُورًا
Hâlbuki Kuran’da şöyle buyurulmaktadır; “Biz her insanın amelini kendi çabasına bağlı kıldık.” (İsra 13) Yani insanın kendi iradesiyle seçebiliyor olması onun bu konuda zorlanmadığının açık bir göstergesidir. Müşriklerin ifadelerindeki çarpıklık ayan beyan ortadadır. Hülasa bütün meydana gelen fiillerin yaratıcısı Allahu Teâlâ’dır. Allah azze ve celle bir şeyi emreder ve bundan razı olur aynı zamanda o fiili yaratır. Yine Allah emreder kul yapmak istemez ise Allah razı olmaz fakat kulun tercih ettiği fiil kötüde olsa yine yaratır. İşte bu duruma “kesp” denmektedir ki insanın kazanabilen bir varlık olduğunu açıklamaktadır. İmtihan sebebiyle verilen irade (tasarruf edebilme) bizim akıbetimizi belirlemede en önemli sebeptir.
MÜŞRİKLERİN KURAN’A OLAN İNANÇLARI
Müşrikler veyahut mü’min olmayan kimseler Kuran’a, mü’minlerin iman ettiği gibi iman etmezler. Batıl ehli Kuran’a Kuran’ın kendilerinden istediği şekilde yaklaşmazlar. Dolayısıyla heva ve hevesleri hangi konuyu nasıl anlamak istiyorlarsa öylece anlamaya çalışır ve Kuran’i bir hayattan uzaklaşırlar. Kuran’ın kendilerine haykırdığı ferdi ve içtimai hükümleri hayat sahnesinde ölçü kabul etmeyenler her gün defalarca Kuran’a sarılsalar, öpseler, en yüksek yere de koysalar teslim olmuş sayılmazlar. Müşriklerin Kuran’a dair akideleri ya da Kuran hakkındaki tutumları şöyle açıklanmaktadır;
وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالَ الَّذِينَ لاَ يَرْجُونَ لِقَاءنَا ائْتِ بِقُرْآنٍ غَيْرِ هَذَا أَوْ بَدِّلْهُ قُلْ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أُبَدِّلَهُ مِن تِلْقَاء نَفْسِي إِنْ أَتَّبِعُ إِلاَّ مَا يُوحَى إِلَيَّ إِنِّي أَخَافُ إِنْ عَصَيْتُ رَبِّي عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ
“Onlara ayetlerimiz apaçık belgeler olarak okunduğunda, bizimle karşılaşmayı ummayanlar, derler ki: “Bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir.” De ki: “Benim onu kendi nefsimin bir öngörmesi olarak değiştirmem, benim için olacak şey değildir. Ben, yalnızca bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edersem, kuşkusuz ben, büyük günün azabından korkarım.”(Yunus 15)
“Onlar bu sözleriyle iki şeye atıfta bulunmaktaydı ve öncelikle demek istedikleri şey şuydu: “Muhammed’in ilahi vahiy olarak sunduğu şey aslında kendi aklının bir ürünüdür fakat onu, sırf iddiasını güçlendirmek için Allah’a bağlıyor.” İkinci olarak da şunu kastetmekteydiler: “Eğer kavmine lider olmak istiyorsan onlara öyle bir mesaj sun ki, bu dünyada mülk içinde yaşasınlar. Ayrıca Tevhid akidesinden, ahiret inancından ve öğretinde yer alan ahlaki kurallardan vazgeç. Bu mümkün olmayacaksa, Kur’an’da öyle değişiklikler yap ki, bizimle senin aranda değiş-tokuş usulü bir uzlaşma meydana gelsin. Bu değiş-tokuş öyle gerçekleşmeli ki, senin Tevhid ‘in içinde bizim şirkimize bir yer açılabilsin; kendi ibadetlerimizi yapabilelim; ahirette kurtuluşumuz sağlansın, dünyada yaptıklarımıza da bakılmasın. Senin mutlak ahlakını kabul etmediğimizi de bilesin: Bu yüzden önyargılarımıza, ibadet törenlerimize geleneklerimize, şahsi ve kavmi çıkarlarımıza ve dahi şehvetlerimize meşruiyet vermelisin. Biz karşılıklı ittifakla, bu dini taleplerin bir listesini çıkarmalıyız, diyoruz, bu ittifakın Allah’ın haklarını icra etmek üzere üzerimizde bir yaptırımı olmalı; bununla birlikte de dünya işlerimizi kendi istediğimiz gibi özgürce yönetebilmeliyiz. Böyle bir uzlaşma zorunludur çünkü insan hayatının tüm yönlerini Tevhid öğretisinin ve ahiret inancının gereklerine ve İslami şeriatın düzenlemelerine göre tanzim edilmesini öngören isteğini kabul etmemiz imkânsız.”[167]
“Görüldüğü gibi, müşrikler dinledikleri Kur’an’a teslim olmak yerine Kur’an’ın değiştirilmesini istiyorlar. Müşriklerin, kâfirlerin Kuran’ı değiştir veya bundan başka bir Kur’an getir” sözlerinden maksatları; Kur’an’ı ve Resulullah’ı istihza etmektir. Çünkü zamanımız süfehasında da görüldüğü vechile onlar arzularının hilafına olan şeye itiraz ettikleri gibi bazı ayetleri de kendi heva ve heveslerine uydurmak isterlerdi. Çünkü Kur’an; onların ma’budlarını ve mezheplerini zemmettiği/ kötülediği cihetle müteezzi/ rahatsız olduklarından ma’budlarını ve mezheplerini zemmetmeyen-kötülemeyen bir kitap gelmesini istemişlerdir.”[168]
ثُمَّ أَنتُمْ هَؤُلاء تَقْتُلُونَ أَنفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقاً مِّنكُم مِّن دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِم بِالإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِن يَأتُوكُمْ أُسَارَى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ فَمَا جَزَاء مَن يَفْعَلُ ذَلِكَ مِنكُمْ إِلاَّ خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَى أَشَدِّ الْعَذَابِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
“…Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? …” (Bakara 85)
İşte böylece bir cüzü, kelimesi, hükmü inkâr edilen Kuran, artık onların kitabı olmaktan çıkmıştır. Her ne kadar hayatının doksan dokuz bölümüne Kuran’ı karıştırsa da kalan bir bölümünde kendi kitabına, düşünce ve hayaline pay ayıran kimse Kuran’a gereken sadakati göstermiş olmaz.
Sonuç;
İnsanın yaratılış gayesi Allah azze ve celle’yi tanıması ve O’na kulluk yapmasıdır. Sadece diliyle iman ettim demesi yeterli değildir. Allah azze ve celle bir Ayeti kerime de ‘İnsanlardan bazıları vardır ki bizlerde Allah’a ve Ahiret gününe inandık derler. Ancak onlar inanmış değillerdir’(Bakara 8)buyurmaktadır.
Dikkat edilirse iman iddiası kabul edilmemektedir. İşte bu kitapta anlatılmak istenenler;İmanın kabul edilebilmesi için şirkten uzak olması gerektiğidir.
Karı koca arasındaki sevgiyi yüz bölüm olarak kabul etsek. Kadın eşine, bu sevginin doksan dokuzunu sana has kılıyorum, birini de başka bir erkeğe veriyorum yani yüzde bir de onu seviyorum dese hangi koca bundan razı olur. Hangi koca kasının sevgide bir başka erkeği kendisine ortak koşmasına razı olur. Aklı başında hiç kimse.
İnsan yanlızca kendisine has kılınmasını istediği şeyde şirke razı olmuyor ancak kendisi Allah aze ve celle’ye yaratılmışları ortak koşmasına rağmen Cennet’e girebileceğini düşünüyor!!!
Allah azze ve celle aklı selimle Ayetleri üzerinde düşünebilmeyi, Kendisini Zatında, Sıfatlarında ve Fiillerinde Tevhid edebilmeyi nasip eylesin.
DUALARIMIZIN BAŞI DA SONU DA ‘ALEMLERİN RABBİ OLAN ALLAH’A HAMDOLSUN’
[1] El-Müfredat – Rağıb el-İsfehani
[2] Yusuf Kerimoğlu – Kelimeler Kavramlar
[3] H.Ece – İslam’ın Temel Kavramları/Şirk
[4] El-İslam Said HAVVA Sh:83 Beyrut/1981
[5] Tefsiru’l Kur’ani’l Azim (İbni Kesir) C:2 Sh:348-349 Beyrut/1969
[6] Kur’an’da uluhiyyet( Suat YILDIRIM) SH:378-379) İst.1987
[7] Tefhimu’l Kuran (Ebul ala Mevdudi) (Lokman 13) C:4 Sh:328 İnsan Yay.
[8] Şirk ve Müşrik toplum (Dr. Nadim MACİD) Sh:36 Konya 1992
[9] El-Cami-u li Ahkami’l Kur’an (İmam Kurtubi) C:13 Sh:12 Kahire 1967
[10] Tefsiru’l Münir (Vehbe ZUHAYLİ) C:6 Sh:337 Risale yay. İst. 2017 (Hud 50)
[11] Tefhimu’l Kur’an (Mevdudi) C:2 Sh:401 İnsan yay. İst (Hud 50)
[12] Şerhu Fıkhu’l Ekber (Ebu’l Munteha) sh:18 ist/1288
[13] Kur’an’da Uluhiyyet – Suad Yıldırım Sh:60 İst/1987
[14] Tefhimu’l-Kur’an –Mevdudi C:2 Sh:121 İnsan Yay. Araf/180
[15] Şirk ve Müşrik Toplum – Dr. Nadim Macit Sh:27 Konya/1992
[16] Fi Zilali’l Kur’an – Seyyid Kutub C:10 Sh:231-232 Birleşik Yay. Hac/31
[17] Şirk ve Müşrik Toplum – Dr. Nadim Macit Sh:319 Konya/1992
[18] Tefsiru’l-Munir – Vehbe Zuhayli C:12 Sh:332 Risale Yay. İst/2017 (Zümer/65)
[19] Yeni İlmi Kelam – İsmail Hakkı İzmirli C:2 Sh:102-103 İst/1339, Kelimeler Kavramlar – Yusuf Kerimoğlu C:1 Sh:144-145 İst/1983, Tefsiru’l Kur’ani’l Azim – İbn Kesir C:2 Sh:494 Beyrut/1969
[20] Şahımerdan SARI İslam Akaidi c:3 Sh:491 Yenda yay. İst/ty
[21] İtikadatu fırakı’l müslimin ve’l müşrikin Fahruddin Er-Razi Sh:138 Kahire/ty
[22] Usul-u din bağdadi Sh:84 Kahire/ty
[23] Şirk ve müşrik toplum (Dr. Nadim MACİD) Sh:41-42 Konya 1992
[24] Tefhimu’l Kuran (Ebul Ala Mevdudi) C:3 Sh:303 İnsan yay. (Enbiya 22)
[25] Envaru’t Tenzil ve Esraru’t Te’vil (Kadı Beydavi) C:1 Sh:129 İst/1285
[26] Şirk ve Müşrik toplum (Dr. Nadim MACİD) Sh:263-265 Konya/1992
[27] Kur’an’da Uluhiyyet (Suat YILDIRIM) Sh:291 İst/1987
[28] Hulesatu’l-Beyan Fi Tefsiru’l Kur’an (Mehmed Vehbi) C:2 Sh:625-626 İst/1960
[29] Envaru’t Tenzil ve Esraru’t Te’vil (Kadı Beyzavi) C:1 Sh:129, İst/1285
[30] Hulesatu’l-Beyan Fi Tefsiru’l Kur’an (Mehmet Vehbi) Üçdal Neşriyat: 9-10/3440-3441
[31] Tefhimu’l Kuran (Mevdudi) C:1 Sh: 469
[32] Şahımerdan Sarı – İslam Akaidi C:4 Sh:492-494 Yenda Yay İst/ty
[33] Tefhimu’l-Kur’an – (Mevdudi)/Hud-61
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/535-538.
[35] Elmalılı Hamdi Yazır – Hak Dini Kur’an Dili/Bakara/186
[36] El İslam (Said HAVVA) Sh:79-80 Beyrut/1981
[37] Kelimeler kavramlar (Yusuf KERİMOĞLU) C:1 Sh:145 İst/1983
[38] Fi Zilali’l Kur’an – Seyyid Kutub (Ali İmran 126 Tefsiri)
[39] Fi Zilali’l Kur’an – Seyyid Kutub (Bakara 22 Tefsiri)
[40] Şahımerdan Sarı – İslam Akaidi C:4 Sh:495 Yenda Yay. İst/ty
[41] İmamı Azam – Fıkh-ı Ekber Aliyyül Karı Şerhi Sayfa: 355
[42] Kelimeler ve Kavramlar – (Yusuf Kerimoğlu) C:1 Sh:144 İst/1983
[43] Tenzibu’l Esma-i Luğatı (İmam-ı Nevevi) C:2 Sh:52 Beyrut/ty
[44] Mektubatı Rabbani (İmam Rabbani)/ Ter: Abdulkadir Akçiçek C:2 Sh:1392 İst/1978
[45] Fıkhi Meseleler (Yusuf Kerimoğlu) Kitap/3 Sh:28 İst/1983
[46] Tefsiru’l-Munir – Vehbe Zuhayli/En’am-162 Tefsiri
[47] Şirk ve Müşrik Toplum – (Dr. Nadim Macit) Sh:6 Konya/1992
[48] Şerhu Akidetu Tahaviyye (İbn-i Ebil İzz) Sh:69, Beyrut/1988
[49] Elmalılı Hamdi Yazır – Hak Dini Kur’an Dili C:2 Sh Sh:871 İst 1971
[50] Suyutî, ed-Durru’l-Mensur: 2/22
[51] Taberî, Câmiu’l-Beyân: 5/419
[52] Nevevî, el-Minhâc fi Şerhi Sahîhi Müslim: 3/18
[53] İbn Kayyım, İlâmu’l-Muvakkıîn: 1/40
[54] Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’ân: 1/292.
[55] Tefhimu’l Kuran (Mevdudi) C:1 Sh:202 İnsan yay. İst.
[56] Beğavi, Meâlimu’t-Tenzîl: 1/350.]
[57] Şerhu Akidetu Tahaviyye (İbn-i Ebil İzz) Sh:69, Beyrut/1988
[58] Tefhimu’l Kuran (Mevdudi) C:2 Sh:499 İnsan yay. İst.
[59] Şirk ve Müşrik Toplum (Dr. Nadim Macit) Sh:37-38 Konya 1992
[60] Kıssasu’l Kuran (Cadu’l Mevla) Sh:15 Şam 1954
[61] Kuran’da Uluhiyet (Suat Yıldırım) Sh:314-315 İst 1987
[62] Fi Zilali’l Kur’an – Seyyid Kutub C:3 Sh:1618, Beyrut/1982
[63] Tefhimu’l Kur’an – Ebu’l Ala Mevdudi (Tevbe/28)
[64] Hak Dini Kur’an Dili – Elmalılı Hamdi Yazır/Nisa-116
[65] Dr. Ruhi Özcan’ın İbadetlerde Şekil ve Mana İlişkisi Sh:69-71, İst/1986
[66] İbn Kesir – Tefsiru’l Kur’ani’l-Azim – Zariyat/56 Tefsiri
[67] Mevdudi – Tefhimu’l-Kur’an/Enfal-25 Tefsiri
[68] Seyyid Kutub – Fi Zilali’l Kur’an/Enfal-35 Tefsiri
[69] Mevdudi – Tefhimu’l-Kur’an/Zümer-3 Tefsiri
[70] Tefsir-i Kebir – İmam Razi Nisa 59 Tefsiri
[71] Kelimeler Kavramlar (Yusuf Kerimoğlu) C:1 Sh:145 İst/1983
[72] Mektubat-ı Rabbani (İmam-ı Rabbani/Ter: Abdulkadir Akçiçek) C:2 Sh:1392 ,İst/1978
[73] Fıkhi Meseleler(Yusuf Kerimoğlu) Kitap 3 Sh:26-27 İst/1983
[74] Şerhu’ş Şifa (Aliyyul Kari) C:2 Sh:514 İst/1309
[75] Hak Dini Kuran Dili (M. Hamdi Yazır) C:2 Sh:770 İst/1971
[76] Şirk ve Müşrik Toplum (Dr. Nadim Macid) Sh:21 Konya/1992
[77] Tefsiru Keşşaf (Zemahşeri) C:1 Sh:274 Beyrut/1947
[78] Hak Dini Kuran Dili (M. Hamdi Yazır) C:3 Sh:1467 İst/1971
[79] El-Cami’u Li Ahkami’l Kur’an (İmam Kurtubi) C:7 Sh:77 Mısır/1967
[80] Tefhimu’l Kuran (Mevdudi)
[81] Tefhimu’l-Kur’an – Mevdudi/Bakara-120
[82] İslam Öncesi Mekke Dönemi ve Hz.Muhammed (İ.Süreyya Sırma) Sh:93-95, İst/1983
[83] La İlahe İllallah Akidaten ve Şeriaten (Muhammed Kutub) Sh:45-70, Beyrut/1994
[84] Fizilali’l Kur’an (Seyyid Kutub) :4, Sh:2115-2116, Beyrut/1982
[85] Fizilali’l Kur’an – Seyyid Kutub C:1 Sh:227-228 Beyrut/1982
[86] Envaru’t Tenzil Ve Esraru’t Te’vil (Kadı Beyzavi) C:1, sh:152 İst/1285
[87] Tefhimu’l-Kur’an – Mevdudi/Sebe-31-33
[88] İslami Devlet Düzeni (Ahmet Ağırakça) Sh: 108, İst/1978
[89] Medeni Vahşet – Hüsnü Aktaş Sh: 176-178, İst/1980
[90] İslam Ülkelerinde Sömürge Ağı (Prof. Abdussabur Merzuk/Ter:Bilal Delice) Sh:12 Sh:57 İst/1988
[91] Fizılali’l Kur’an – Şehid Seyyid Kutub (rha) C:2, Sh:326-327 Birleşik Yay.
[92] Nasıl Bir Kültür (Yusuf Kardavi/ Ter: M. Said Şimşek) Sh:130 Konya/1982
[93] Yolcu Ey Şark Kavimleri Kölelik(Muhammed İkbal/ Ter: Ali Nahit Tarlan) Sh: 98-99 İst/ 1976
[94] Tefhimu’l-Kur’an – Mevdudi/Nahl-51/52
[95] Tefhimu’l-Kur’an – Mevdudi/Tevbe-31
[96] El-İslam (Said Havva) Sh:40-44 Beyrut 1981
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/257-258.
[98] Tefhimu’l-Kur’an – Mevdudi/ Ali İmran 83 Tefsir
[99] Köleliliğin Alfabesi Hürriyetin Elifbası – Mahmud Toptaş Sh:12 İst./1988
[100] Hak Dini Kur’an Dili – Elmalılı H. Yazır – Sad/5-7
[101] Tefhimu’l-Kur’an – Mevdudi-Sad/5-7
[102] Tefhimu’l-Kur’an – Mevdudi/Fetih-28
[103] FiZılali-l-Kur’an (Seyyid Kutub) Sad 4 -7 Tefsiri
[104] Hak Dini Kur’an Dili – Elmalılı H. Yazır/Bakara-256
[105] Mektubatı Rabbani(İmam-ı Rabbani) Ter: Abdulkadir Akçiçek C:2 Sh:1096 İst 1978
[106] Hülasatül Beyan Fi Tefsiri’l Kur’an (Mehmet Vehbi) C:1 Sh:169 İst/1960
[107] Tefhimu’l Kuran (Mevdudi) Şura 21 Tefsir
[108] El-Burhanü’l Müeyyed (Ahmed er-Rufai/Ter: Naim Erdoğan) Sh:121 İst/1975
[109] Uyanış dergisi/15 Ağustos 1929/Ankara
[110] Tefhimu’l-Kur’an – Mevdudi/Furkan-43
[111] İhya-u Ululmid-din (İmam Gazali – Ter: A. Serdaroğlu) C:1 Sh.88 İst/1974
[112] Davetçinin yol azığı (Seyyid Kutub ) Sh:65 Neda yay. Konya 2017
[113] Sünen-i Darimi (Daremi) C:1 Mukaddime) Beyrut /ty, Putlar Kitabı (Kitâbu’l-Asnâm) , İbn Al-Kalbî, çev. Beyza Düşüngen. Ankara, 1969; Asr-ı Saadet Peygamberimizin Tebligat ve Talimatı, 1/297
[114] Cahiliyye devrinde koyun dişi doğurursa kendilerinin, erkek doğurursa putlarının olurdu. Eğer ikisini birden doğurursa “Dişi, erkeğe kavuştu.” derler, bu dişiden dolayı erkeğini kurban etmezlerdi. Vasile dedikleri hayvanlar işte budur.
[115] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve’n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/307-311.
[116] Buharî, Tefsir (V), 13. (Z.Kazıcı)
[117] Fizilali’l-Kur’an (Seyyid Kutub)C:4 Sh:-1800-1801 Beyrut 1982
[118] FiZılali-l-Kur’an (Seyyid Kutub)
[119] Şamil İslam Ansiklopedisi
[120] Tefhimu’l Kuran (Mevdudi) Meryem 59 Tefsir
[121] Ebu Davud, Sünnet 25, (4744); Tirmizî, Cennet 21, (2563); Nesâî, Eyman 3, (7, 3)
[122] İ.Gazali ihya-u ulumiddin
[123] Şamil İ.A
[124] Tekamül mü? Soysuzlaşmak mı? (Muhammed Kutub/ Ter: Salih Uçan) Sh:383,385) İst /ty
[125] Şirk ve Müşrik Toplum (Dr. Nadim Macit) Sh: 308-309, Konya/1992
[126] Fi Zilali’l Kur’an – Seyyid Kutub (Kasas/76-78)
[127] Bkz. Mevdudi, Hz Peygamberin Hayatı 2/418; Yakın görüşler için bkz: Razi, Mefatih 13/97; Hamdi Yazır, Tefsir 4/561
[128] Konuyla ilgili ayet şöyledir; “O’na iman edenleri tehdit ederek, Allah’ın yolundan alıkoymak için ve onda çarpıklık arayarak (böyle) her yolun (başını) kesip-oturmayın…”(Araf/86)
Bu ayetten ilk anda anlaşılan şey; müşriklerin, mü’minlerin önlerine çıkıp, tehdit ederek İslam’ı terk etmeleri yönünde zorladıklarıdır. Bu elbette ki muhtemel ve daha da önemlisi beklenen bir durumdur. Bunu özellikle Mekke aristokratları Rasulullah’a karşı sistemli ve organize bir faaliyet olarak yürütmüşlerdi. Ancak ayette dikkati çeken bir diğer özellik “o(Allah’ın yolu)nu eğritmeye çalışmayın… ” ifadesidir. Müfessirler bunu, Hz. Şuayb’ı bildirdiği İslami esasların, müşrikler tarafından yorumlanıp, değişik yönlere çekilerek çarpıtılması gayreti olarak anlarlar. (Bkz; İbn Kesir, Tefsir 6/3025; Razi, Mefatih 10/506; Sabuni, Safvetü’t Tefasir. .2/326) Bu anlamıyla ayet daha da önem kazanmakta ve durum ilginçleşmektedir. Bu anlam esas alınırsa, Medyen ve Eyke toplumlarının, ekonomik alandaki yanlışlarını, ticari faaliyetlerin gereği olarak sunmaya çalıştıkları ve bu konuda insanları aldatmaya çalışarak kendi durumlarını haklı çıkarma gayreti taşıdıklarıdır. Bu ise zamanımızda sık sık duyduğumuz “iktisadın ilkeleri”, “iktisat biliminin gereği.” gibi ifadelerle Allah’ın haram kıldığı bazı şeyleri zamanın veya toplumun durumlarını gerekçe olarak ileri sürülmek suretiyle meşru gösterilmeye çalışılmasını çağrıştırmaktadır. Bunlardan en sık duyulanı ise “İktisadın gereği, faizsiz bir iktisadı faaliyet olamaz” gibi ifadeler olmaktadır ki, bu açıdan söz konusu ayet tekrar tekrar okunulması ve uzun uzun düşünülmesi gereken bir ayettir.
[129] Onların bu tehditleri, bir yukarıdaki dipnottaki açıklamalar dikkate alınarak düşünülecek olursa, şu anlama geldiği görülür; “Bizim yaptıklarımız iktisadın gereği olan şeylerdir. Eğer bunları yapmamamızı istiyor ve bu konuda bize engel olmaya çalışıyorsan o zaman toplumumuzdan çık git. Çünkü iktisadın gereği olan bu şeyleri yerine getirmeden gelir elde etmek mümkün değil. Senin dediğini yaparsak sermayemiz erir, fakirleşiriz. Bu nedenle ya bizden uzaklaş ya da iktisadi alandaki ilkeleri kabul edip bize engel olup durma.” Bu anlamın çıkarılmasını kolaylaştırması açısından Hz. Şuayb’ın şu sözleri önemlidir “Eğer inanan insanlar iseniz, Allah’ın bıraktığı (helal kıldığı kar) sizin için daha hayırlıdır… ” ( Hud/86)
[130] Hamdi Yazır, Tefsir 4/78; Zeyd ve Amr hayali isimlerdir. Örnek için verilmiştir. Heva ve hevese dayalı olan beşeri kanunlar kast edilmiştir.
[131] Celalettin Vatandaş – Tevhid ve Toplum Sh: 94-97 Pınar Yay. 4.Basım İst/Mart 2018
[132] İslam’ da Sosyal Adalet ( Seyyid Kutub / Ter: Yaşar Tunagür M. Adnan Mansur) Sh: 155-156, İst / 1976
[133] İbn Mâce, Zühd: 8; Tirmizi Zühd/42 Hd No: 2375
[134] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 10/413-414.
[135] El Cihadu Fi Sebilillah (Mevdudi) Sh:24-25 Beyrut/1983
[136] Envaru’t Tenzil ve Esraru’t Te’vil (Kadı Beydavi) C:2 Sh:38 İst/1285
[137] Şirk ve Müşrik Toplum( Dr. Nadim Macid) Sh:368-271 Konya/1992
[138] Adaletin Gölgesinde İslam Cemiyeti (Dr. Selahaddin el-Muneccid/Ter: Dr. Ramazan Şeşen) Sh:1 Ankara/ty
[139] Lisanu’l Arap (İbn-ü Manzur) C:10 Sh:49 Beyrut/1955
[140] Ta’ rifat (Seyyid Şerif Cürcani) Sh:89 İst / 1311
[141] Ceride – i Hürriyet 18 Kanunissani 1869
[142] Hak Dini Kur’an Dili (Elmalılı Hamdi Yazır) C:3 Sh:1694 İst/1971
[143] Şahımerdan SARI İslam Akaidi c:3 Sh:27-28 Yenda yay. İst/ty
[144] Fi Zilali’l Kur’an – Seyyid Kutub/Bakara-137
[145] Tefsiru’l-Munir – Vehbe Zuhayli/Bakara-137
[146] Fi Zilali’l Kur’an – Seyyid Kutub/Ahkaf-11
[147] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/446.
[148] Kuran’da Uluhiyet (Suat Yıldırım) Sh:91-92
[149] Tefhimu’l Kuran (Mevdudi) Zümer 45 Tefsiri
[150] Fi Zilali’l Kur’an – Seyyid Kutub/ (Zümer 45 Tefsiri
[151] Fi Zilali’l Kur’an – Seyyid Kutub/ Ankebut 61-63)
[152] Ruhu’l Meani – Allame Alusi/ C.29 Sh:72 Beyrut/1985
[153] Müslümanlıkta İbadet Tarihi – Tarihu’l Mevlevi Sh:17 İst/1963
[154] Şirk ve Müşrik Toplum (Dr. Nadim Macit) Sh:253-257 Konya/1992
[155] El-Kamil Fi’t Tarih (İbnu’l Esir) C:2, Sh:64-65 Beyrut/1979
[156] İman ve Tavır – M. Beşir Eryarsoy) Sh:242, İst/1992
[157] Tefhimu’l Kuran (Mevdudi)
[158] Tefsiru’l Kurani’l Azim (İbn-i Kesir) C:2, Sh:367. Beyrut/ 1969
[159] Kur’an’da Uluhiyyet (Suad Yıldınm) Sh:340-341, İst/1987
[160] Şirk ve Müşrik Toplum (Dr.Nadim Macit) Sh:91, Konya/1992
[161] Hak Dini Kur’an Dili (M.Hamdi Yazır) C:7, Sh:4596, İst/1971
[162] Tefhimu’l Kuran (Mevdudi) Casiye 24 Tefsiri
[163] Şirk ve Müşrik Toplum ( Dr. Nadim Macit ) Sh: 285, Konya/ 1992
[164] El- Cami Li Ahkami’ l Kur’ an ( İman Kurtubi ) C: 7, Sh: 128, Mısır/ 1967
[165] Şirk ve Müşrik Toplum ( Dr, Nadim Macit ) Sh:286, Konya/ 1992
[166] Kuran’da Uluhiyyet(Suat Yıldırım) Sh:293-294 İst/1987
[167] Tefhimu’l Kuran(Mevdudi) Yunus 15. Ayetin Tefsiri
[168] Hülasatül Beyan Fi Tefsiri’l Kur’an (Mehmet Vehbi) C:6 Sh:2175-2176 İst/1960