sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

İSLÂM’IN DOĞUŞU İÇİN ARAB YARIMADASININ BEŞİK OLARAK SEÇİLMESİNİN SIRRI | Siyer Programı – 2. Bölüm

İSLÂM’IN DOĞUŞU İÇİN ARAB YARIMADASININ BEŞİK OLARAK SEÇİLMESİNİN SIRRI | Siyer Programı – 2. Bölüm
A+
A-

İSLÂM’IN DOĞUŞU İÇİN ARAB YARIMADASININ BEŞİK OLARAK SEÇİLMESİNİN SIRRI

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in doğum yeri olan Arab Yarımadası’ndân ve yüce Resûl’ün (s.a.s.) hayatından söz etmeye başlamadan önce, Bi’set-i Muhammediye’nin bu bölgede ortaya çıkmasını ve İslâm Davetinin başkalarından önce Arapların eliyle gerçekleşmesini gerektiren ilâhî hikmeti aydınlatmamız icâb eder.

Bunu açıklamak için öncelikle, Arabların Özelliklerini ve İslâm öncesi mizaçlarını bilmemiz gerekir. Ayrıca üzerinde yaşadıkları coğrafi bölgeyi ve konumunu göz önünde bulundurmamız gerekir. Buna karşılık, o zamanki Fars, Bizans, Yunan ve Hint gibi diğer milletlerin mizaçlarını, yaşama biçimlerini ve medenî özelliklerini de düşünmemiz icâb eder.

O halde ilk olarak, Arap Yarımadası civarında yaşayan İslâm öncesi milletleri, içinde bulundukları durumu kısaca gözden geçirelim:

O vakitler dünyaya iki süper devlet hâkimdi. Medeni dünyayı, ikisi aralarında paylaşmıştı. Bu iki devlet: İran ve Bizans… Bunların arkasından Hint ve Yunan gelmekteydi.

Söze İran’dan başlayalım. İran, birbiriyle çarpışan çeşitli dini-felsefî şüphelerin boy attığı bir alandı. Yönetimi elinde bulunduran kişilerin desteklediği Zerdüştlük bunlardan biriydi. Kişinin anasıyla, kızıyla veya bacısıyla evlenmeyi üstün tutması temel felsefesindendi. Hattâ milâdi beşinci asrın ortalarında hüküm süren II. Yezdücerd kendi kızıyla evlenmişti. Bu çeşit, çirkinliklerin ve ahlâkî yozlaşmanın sadece bir yönüdür. Onların hepsini burada saymaya imkân yoktur.

İmam Şehristanî’nin dediği gibi; İran’da başka bir düşünce üzerine kurulmuş «Mazdekçilik» de vardı. Mazdekçilik; insanların suda, ateşte ve otlaklarda ortak oldukları gibi, bütün mallarda ve kadınlarda da ortak olduklarını savunarak, tüm kadınları helâl, bütün malları da mubah ilân etmişti. Bu ideoloji nefislerine ve zevklerine düşkün olanlar tarafından büyük bir ilgi ile karşılandı ve alkışlandı.[1]

Bizans’a gelince; oraya da sömürgecilik ruhu hâkim olmuştu. Bir taraftan kendi içinde, diğer taraftan Mısır ve Suriye Hrîstiyanları arasında meydana gelen dini ihtilâflar yüzünden başı dertte İdi. Bizans, azgın nefislerin ve aşırı isteklerin işaret ettiği ölçüde Hristiyanlığı değiştirmek ve oyuncak haline getirmek için kıyasıya bir savaşta kendi askeri gücüne ve sömürgecilik arzusuna dayanmaktaydı.

Aynı zamanda, Bizans, çöküntü yönünden İran’dan geri kalmıyordu. Aşırı vergilerden ve alıp yürüyen rüşvetten kaynaklanan iktisadî zulüm, gerileme ve ahlâksızca yaşayış Bizans’ın geleceğini karartıyordu.

Yunanistan da, hiçbir faydalı sonuca varmaksızın müptelâ oldukları felsefî münakaşa ve hurafelerin fesadı içinde boğulmaktaydı.

Bir de Hindistan’a bakalım: Üstad Ebû’l-Hasan el-Nedevi’nin de naklettiği gibi; «Hint tarihçileri, Hindistan’ın dinî, ahlâki ve sosyal bakımdan en geri devirlerinden birinin, milâdın altıncı asrının başlarına rastladığı kanaatinde birleşmektedirler. Hindistan da komşu ve dostlarıyla birlikte bu ahlâkî ve içtimaî çöküntüden nasibini almıştı.[2]

Bu çeşitli milletlerin içinde bulundukları çöküntü ve sıkıntıya onları düşüren müşterek kader, yalnızca maddi değerlere dayanan; fakat doğru yolda kendilerine rehberlik edecek ideal bir örnekten mahrum medeniyet ve uygarlıktır. Bu itibarla, medeniyet çeşitli kaynak ve dayanaklarıyla sebeb ve araçtan başka birşey değildir. Eğer bu medeniyetin sahipleri, doğru düşünce ve ideal örnekten mahrum iseler; bu medeniyet onların elinde ızdırap ve sıkıntı çukuruna düşmeye sebeb olur. Eğer bu medeniyet sahiplerine, ilâhi vahiy ve din vasıtasıyla oluşan yol gösterici aklın ölçüsü verilirse; bu medeniyet ve uygarlığın tüm değerleri, mutluluğa götüren güzel sebebler oluverir.

Biraz da Arap Yarımadası’ndan bahsedelim. Arap Yarımadası, yukarıda saydığımız ızdırap kaynaklarından uzak ve sakin bir halde idi… Yarımada sakinlerinde, ahlâkî çöküntüyü hızlandıracak, herşeyi mubah görecek ve bunları dinî bir çerçeve içinde sunacak İran medeniyetindeki faktörler ve konfor yok idi. Yine onlarda, komşularını hâkimiyetleri altına almak için Bizans’ın askerî saldırganlığı da yoktu. Yunan’ın söz düellosu ve felsefe bolluğu da yoktu ki onlarda hurafe ve mitolojinin kurbanı olsunlar…

Arapların tabiat ve mizaçları, henüz bir potada erimemiş ham maddeye daha çok benziyordu. Onların tabiatında, temiz insanlık fıtratı gözüküyordu. Ayrıca, iffet, intikam duygusu, sözünde durma, cömertlik ve mertlik gibi insanî davranışlara doğru ciddî yönelişler gözüküyordu. Ama ne var ki onlar da kendilerine doğru yolu gösterecek bilgiden mahrum idiler. Zira onlar ilk yaratıldıkları hâl üzere, basit bir cehaletin karanlığı içinde yaşıyorlardı. Bundan dolayı, insani değerlere varan yoldan sapmaları kendilerine hâkim oluyor; iffet ve şerefini korumak maksadıyla da; çocuklarını öldürüyorlar, cömert görünmek için zarurî mallarını telef ediyorlar ve intikam ve yiğitlik duygusunun etkisiyle aralarında çıkan savaşlarda her tarafı yakıp yıkıyorlardı.

Yüce Allah: «Doğrusu siz, bundan önce sapıklardan idiniz[3]» âyetiyle onları «sapıklıkla vasıflandırdığı vakit, bu durumu kasdetmiştir. O zamanki diğer milletlerin durumu mukayese edilince bu sıfat (sapıklık) akılsızlıklarından ziyade özürlü olduklarına işaret eder.

Bu demektir ki, diğer milletler medeniyet, kültür ve uygarlık meş’aleleriyle kendi sapıklıklarına çare arıyorlardı. Yâni doğru yolu bulmaya uğraşıyorlardı. Bundan dolayı da, fesat bataklığında durmadan görüş, fikir, plân ve proje değiştiriyorlardı.

Sonra Arap Yarımadası – coğrafî konumuna nisbetle – bu milletlerin arasında orta noktada yer almaktadır.

Bugün Arap Yarımadası’na bakan bir kişi -Üstad Muhammed el-Mübârek’in de dediği gibi – onun, iki medeniyetin tam orta noktasında durduğunu görecektir. Bu iki medeniyetten biri insanı soysuz bir şekilde takdim eden maddeci batı medeniyeti; diğeri ise Uzak-Doğu’da, Çin, Hint ve civar yerlerde yaşamış hayalci – ruhçu bir medeniyet.[4]

Yarımadadaki Arapların ve çevrelerindeki diğer milletlerin islâm öncesi durumlarını şöyle bir gözümüzün önünde canlandırdığımız zaman; Resûlullah’ın doğumu ve bi’seti ile başka yerlerin değil de, Arap Yarımadası’nın şereflenmesini gerektiren ilâhî hikmeti açıklamamız, daha da kolaylaşmış olur bize. Ayrıca dünyanın bir ucundan öbür ucuna kadar bütün insanlığı Allah’a kul olmaya çağıran İslâm’ın Davet meş’alesini, her tarafa götüren ilk davetçilerin, Arap olmasını gerekli kılan ilâhî kaderi de açıklamak, kolaylaşır bize.

ilâhî kader, Iran, Bizans veya Hint diyarlarından bir yöreyi, îslâm Davetinin doğuş yeri olarak seçmeyi murad etseydi; elbette ki islâm Davetinin başarıya ulaşması için Arap Yarımadası’nda hazırladığı sebeb ve şartları, orada da hazırlardı. Çünkü tüm sebeb ve şartların yaratıcısı Allah olduğuna göre, bu iş ona hiç de zor gelmezdi.  Fakat bu seçimdeki hikmet; Yüce Allah’ın da buyurduğu gibi, Hz. Muhammed’in nübüvvetinde insanlar şübheye düşmesin, davetinin doğruluğunda kimsenin kalbinde şübhe tohumları filizlenmesin diye; Hz. Peygamberin okuma-yazma bilmeyen bir ümmî olmasını gerektiren hikmet türündendir.

Yine, Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderildiği toplumun komşu milletlere nisbetle ümmî bir toplum olması bu ilâhî hikmetin bir tamamlayıcısıdır. Yâni Araplar komşu medeniyetlerden etkilenmediler ve onların felsefeleriyle ilgi kuramadılar.

İnsanlar, Hz. Peygamber’i, komşu devletlerin uygarlıklarına, yeryüzünden silinip gitmiş milletlerin tarihine ve eski semavî kitablara vâkıf olmuş bir kişi olarak tanısalardi; şübhesiz ki onların kalblerine şübhe girmesinden korkulurdu. Aynı şekilde, İslâm Dâvası; Bizans, Yunan veya Iran gibi tarih, felsefe, medeniyet ve kültürde belli bir seviyeye ulaşmış milletler arasında zuhur etseydi; elbette yine kalblere şübhe girmesinden korkulurdu. Çünkü nice saçma fikir ve şübhe tohumları ortaya atan kişiler; eşsiz medeniyet ve mükemmel hukuk sistemi olan İslâm dâvasını ortaya çıkaran âmillerin, felsefî fikirler ve medeniyet tecrübeleri olduğunu iddia ederlerdi.

İşte Kur’ân-ı Kerim: «O ümmîler içinde, kendilerinden bir peygamber gönderdik ki, bu peygamber onlara, Allah’ın âyetlerini okur, onları temizler, onlara Kitab’ı, hikmeti öğretir. Hâlbuki onlar daha evvel gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idiler[5] buyurarak sarih bir ifade ile bu hikmeti dile getirir.

Allah Teâlâ’nın iradesi; Peygamberinin, büyük çoğunluğunun ümmi olduğu bir toplumun içinden çıkmasını ve yine kendi elçisinin de ümmi olmasını gerekli gördü ki; islâm Şeriatı ve Nübüvvet mucizesi zihinlerde apaçık bir şekilde yer etsin ve diğer beşeri ideolojilerle onun arasında herhangi bir karışıklığa meydan verilmesin. Açıkça görüldüğü gibi bu husus, kullarla ilgili büyük bir rahmeti kapsamaktadır.

               “Bir araştırmacı için kafaya gizli, saklı kalmıyacak diğer hikmetler de şunlardır.  Bunları aşağıya şöylece özetliyoruz:

               1- Bilinen bir gerçektir ki; Yüce Allah, Kâbe’yi insanlar için bir emniyet ve toplantı yeri yapmıştır.   Yine Kâbe’yi dini farizaları yerine getirmek ve ibâdet etmek için insanlara tahsis ettiği ilk bina kılmıştır. Mekke vadisinde, peygamberler babası Hz. İbrahim’in davetini gerçekleştirmiştir. Bu mübarek yerin, babamız İbrahim (as.)’in dini olan îslâm Davetine beşik olması ve yine peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’in doğumunun ve bi’setinin yeri olması da bunların tamamlayıcısı ve gereğidir. Hz. Muhammed  (s. a.v.), Hz. İbrahim soyundan olduğuna göre bu niye olmasın ki….

               2- Daha Önce de belirttiğimiz gibi, Arap Yarımadası’nın çeşitli milletlerin tam ortalarında yer alması sebebiyle,  davet işini yürütmeye çok elverişlidir burası.

               Komşu devlet ve milletlerin arasında, İslâm Davetinin kolayca yayılmaya başlamasının başlıca sebeblerinden biri de budur. İslâm’ın ilk yıllarında ve Râşid Halifeler döneminde, İslâm Davetinin yayılış seyrine bir göz atacak olursak, bunun doğruluğunu bariz bir şekilde göreceğiz…

               3- İlâhî kader, Arapça’nın islâm Davetinin dili, Allah’ın kelâmının tercümanı ve bizlere tebliğ için ilk vasıta olmasını gerekli gördü.

               Biz dillerin tüm özelliklerini derinlemesine araştırıp, aralarında bir mukayese yapmış olsak; Arapçanın, diğer dillerde pek az bulunan özellikleriyle hususiyet arzettiğini göreceğiz elbet. Çeşitli ülke ve kentlerdeki ilk müslümanların dilinin Arapça olması ne kadar anlamlı değil midir?!

[1] Şehristani, el-milel ven Nihal 2/86-87

[2] Ebul Hasan En Nedvi, Müslümanların gerilemesiyle dünya neler kaybetti? S.28

[3] Bakara Suresi 198

[4] Muhammed el Mubarek, El ummetul arebiyye s.147

[5] Cuma Suresi 2

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.