sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

TABERİ (RH.A)’NİN BAKIŞ AÇISIYLA FATİHA SURESİ 6 VE 7. AYETLER

TABERİ (RH.A)’NİN BAKIŞ AÇISIYLA FATİHA SURESİ 6 VE 7. AYETLER
06.10.2023
357
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

6-7 Sen bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapanlarınkinc değil.

Ey Allah’ım, kendilerine nimet verdiğin kullarını muvaffak kıldığın o doğru yolda, bizleri de kararlı olmaya muvaffak kıl. Bizleri, kendilerine itaatta bulunma ve ibadet etme nimetini verdiğin, meleklerin, Peygamberlerin, imanın­da sadık insanların, şehitlerin ve salih kullarının yoluna ilet.”Sen bizi doğru yola ilet.” âyet-i kelimesindeki “Bizi ilet” diye tercüme edilen “İhdina” kelimesi “Hidayettin” kökünden türemiştir. Mânâsı “Açıklamak, göstermek, götürmek, başarılı kılmak”tır.

Taberi buradaki ifadenin, “Sen bizi doğru yolda kararlı olmaya muvaffak kıl. O yolda yürümekte bize başarı ihsan et.” mânâsına geldiğini söylemiş ve Abdullah b. Abbas’ın da âyeti bu şekilde izah ettiğini rivayet etmiştir. Dehhak’tan, Abdullah b. Abbas’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Cebrail, Muhammed’e dedi ki: “Ey Muhammed, de ki: “Sen bize doğruya götüren yolu ilham et.” Allah Tealanın, Muhammed’e doğru yolu ilham etmesi, onu muvaffak kılma­sı demektir.

Taberi diyor ki: “Bu âyetin ifade ettiği mânâ, bundan önceki âyetin ifade ettiği mânâ gibidir. Yani bu âyette de kul’a. rabbine itaat etmekte kararlı olmaya muvaffak kılınmasını istemesi emredilmektedir. Buna göre bu ve bundan önceki âyetlerin mânâsı şöyledir: “Ey Allahım, sadece sana ibadet ederiz. Senin hiç bir ortağın yoktur. İbadeti senin dışındaki ilah ve putlara değil, yalnızca sana tahsis ederiz. Sen bize, sana ibadet etmemizde yardım et. Sen bizleri, kendilerine ni­met verdiğin Peygamberlerini ve itaatkâr kullanın muvaffak kıldığın yola ve u-sule muvaffak kıl.”

Taberi diyor ki: “Hidayetin, başarıya ulaştırma mânâsına geldiği Arap di­linde yaygın olan bir husustur. Nitekim şu âyetteki hidayetten türetilen Layehdî kelimesi de bu anlamdadır… Allah zalim kavmi hidayete erdirmez.  Yani Allah, zalim bir kavmi hakka muvaffak kılmaz. Gönüllerini imana açmaz. Bir kısım âlimler, “Sen bizi hidayete erdir.” ifadesini “Sen bizim hidayetimizi artır.” şeklinde izah etmişlerdir.

Taberi, bu izah şekliyle şu üç mânâdan birinin kastedileceğini söylemiş­tir.

Birincisi: Burada ifade edilen “Hidayetin artırılmasından” maksat, “Açıklamak” demektir. Yani, Allah teala Resulullaha, farz kılman emirlerin açıklanmasını istemesini emretmiştir ve Resulullah “Ey Allahım, sen bana farz kıldığın emirleri açıkla.” demekle memurdur. Taberi diyor ki: “Bu izah şekli doğru değildir. Zira, Allah, kuluna farz kıldığı her ibadeti açıklayarak ve delille­rini zikre derek farz kılar. Artık emir ve yasakların açıklanmasını istemeye ge­rek yoktur.

İkincisi: Buradaki hidayetin artırılmasından maksat, “Yeni emirlerin farz kılınmasıdır.” Buna göre Resulullahın, Allah tealadan, yeni ibadetler farz kılma­sını talep etmesi istenmektedir. Kul’un böyle bir şeyi istemesi söz konusu olma­yacağından bu izah tarzı da isabetli değildir.

Üçüncüsü; Buradaki hidayetin artırılmasından maksat, kul’un, rabbinden yardım ve tevfikini artırmasını istemesidir. Bunu, kul’un geçirdiği ömründe yap-nıış olduğu ameller için istemesi beklenemez. Çünkü o ameller geçmiştir, onlar için yardım istenemez. Fakat kul’un, bu yardımı gelecekte yapacağı ameller için istemesi doğrudur. Bu da bizim izah ettiğimiz şekle uygundur. Ve kadercilere bir cevaptır. Zira onlar, Allah tealanın mükellef kıldığı her görevde kul’una yar­dım etme mecburiyetinde olduğuna inanırlar. Halbuki âyette kul’un yükümlü oiduğu ibadetleri yerine getirmek için rabbinden yardım ve tevfik istemesi emre­dil mektedir.

Taberi diyor ki: “Diğer bir kısım âlimlerde “Sen bizi doğru yola ilet” ifa­desini, “Sen bizi, âhirette cennetin yoluna ilet.” şeklinde izah etmişlerdir. Bunun bir benzeri olarak ta şu âyeti zikretmişlerdir.” … Onlara cehennemin yolunu gösterin.  Allah tealanın. “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.” kelamı, bu âyetin bu şekilde yorumlanmasının doğru olmadığını ortaya koymaktadır.

Ayrıca, sahabi ve tabiinden olan bütün müfessirler bu âyetie zikredilen “Sırat” kelimesinin, âhiretteki sırattan başka bir sırat okluğu hususunda iltifak etmişlerdir. Bu sebeple “Sen bizi doğru yola ilet.” ifadesini “‘Sen bize cennetin yolunu göster.” şeklinde izah etmek doğru değildir. Doğru olan: “Sen bizi. öm­rümüzün geri kalan bölümünde hidayetten ayınna. Onda kararlı kıl.” şeklindeki izahtır.

“Doğru yol” diye tercüme edilen “Sıratelmüstakim” ifadesi çeşitli şekillerde izah edilmiştir. Taberi, diyor ki: “Müfessirler aslında “Kendisinde eğrilik bulunmayan açık bir yol. “mânâsına geldiği hakkında ittifak etmişlerdir. Fakat Araplar Sıratı müstakim”! mecazi olarak, her doğru söz ve amel için kullanmışlardır. Bu âyetteki “Sıratel MüstakinV’in mecazi mânâda anlaşılması daha evladır.

Taberi diyor ki: “Âyeti şu şekilde izah etmek daha uygundur. “Ey Alla­rı im, sen bizi, razı olduğun şeylerde ve kendilerine nimet verdiğin kullarını mu­vaffak kıldığın doğru söz ve amellerde karalı olmaya muvaffak kıl.” Evet işte “Sıratel müstakim”in mânâsı budur. Zira, Allanın, kendileri­ne nimet verdiği Peygamberlerin, sıddiklann ve şehitlerin muvaffak kılındıkları şeylere muvaffak kılınan bir kul İslâmı kabule. Peygamberleri tasdike, Allah’ın ‘.itabına sımsıkı sarılmaya, Allah’ın emrettiklerini yapmaya, yasaklarından ka­çınmaya, Peygamberin usulüne uymaya, Hz. Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ve bütün salih kulların izini takibeîmeye muvaffak kılınmış olur. İşte bütün bunlar “Sıratel müstakim”dir.

Taberi diyor ki: “Kur’an-i kerimin tercümanları” diye adlandırılan sahabi ve tabiin, sıratel müstakim’in mânâsı hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir. Ancak bu görüşlerin hepsinin anlamı, bizim tercih ettiğimiz görüşün anlamına varmaktadır.

Hz. Ali ve Abdullah b. Mes’ud, “Sıratel müslakim”den maksadın, Allah tealanın kitabı olduğunu rivayet etmişlerdir. Cabir b. Abdullah,

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud, Abdurrahman b. Zeyd, İbn-i Sem’an el-Ensari “Sıratel müstakim”den maksadın “İslam” olduğunu söylemişlerdir. Muhammed b. el-Hanefiyye ve Abdullah b. Abbas’taıı nakledi­len diğer bir görüşe göre “Sıratel müstakinV’den maksat. Al­lanın dinidir. Ebul Aliye ve Hasan-ı Basriden nakledilen başka bir göre,sıratel müstakim’den maksat, Resulullah (s.a.v.) ve kendisinden sonra Halife olan iki sahabisi Hz. Ebubekir ve Hz. Ömerdir.

Hz. Ali’den. Resulullah’ın ‘”Sıratel müstakim”!

“Kur’an” olarak, Nüvvaz b. Sem’andan da Resulullah’ın, “Sı­ratel Müstakim”i “İslam” olarak izah ettiği Taberi tarafından rivayet edilmiştir.

“Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna” Taberi diyor ki: “Re-sulullaha şöyle emredildi: “Ey Muhammed, de ki: “Rabbimiz, sen bize, kendile­rine itaat ve ibadet etme nimetini verdiğin meleklerin. Peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salih kulların doğru yoluna ilet.” Bu âyeti kerime, Allah teala­nın şu âyetlerine benzemektedir. “… Eğer onlar kendilerine öğüt edileni yapmış olsalardı elbette onlar için daha hayırlı ve daha sağlam olurdu.” “O zaman elbet-teki onlara, katımızdan büyük bir mükâfat verirdik.” Ve onları muhakkak ki doğru yola iletirdik.” “Kim, Allaha ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Alla-htn, kendilerine nimet verdiği Peygamberler, sıddiklar, şehitler ve salih kimse­lerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar.

Abdullah b. Abbas, “Kentlilerine nimet verilenler”clen maksadın, “Al­lah’ın, kendilerine itaat ve ibadet etme nimetini bahşettiği melekler, Peygamber­ler, sıddıklar, şehitler ve salih kullar.” okluğunu söylemiştir. Rebi1 b. Enes, on­lardan maksadın, “Peygamberler.” Veki’, onlardan maksadın, Müslümanlar, Ab­durrahman b. Zeyd:” Muhammed (s.a.v.) ve onunla birlikte bulunanlar oldukla­rını söylemişlerdir.

Taberi diyor ki: “Bu âyet-î kerime, itaatkârların itaatlerinin, ancak Al­lah’ın onlara lutfetmesiyle gerçekleşeceğine dair açık bir delildir. Zira Allah tea-la, “Kendilerine nimet verilenlerin yoluna” ifadesini zikrederek kullara veri­len bütün nimetlerin ve kulların yaptıkları bütün ibadetlerin, Allah tarafından onlara bahşedilen bir lütuf okluğunu belirtmektedir.

Taberi diyor ki: “Eğer denilecek olursa ki: “Niçin burada kendilerine ni­met verilenlerin kimler oldukları ve o nimetlerin neler oldukları zikredilmem iş­tir?” cevaben denilir ki: “Araplar konuşmalarının bir kısmıyla ifade etmek istedikleri şeyleri ifade edebilirlerse, sözü kısa keserler, her şeyi zikretmeye lüzum görmezler. “Kendilerine nimet verdiğin kimseler” ifadesi de bu kabildendir. Zira Allah teala, bundan önceki âyetlerde kullarına, kendisinden yardım isteme­lerini ve doğru yolda devam etmeye muvaffak kılınmalarını dilemelerini emret­miştir. Böylece, buradaki “nimet’ten maksadın, “Seçkin kulların tuttukları sağ­lam yol ve sırat-ı müstakim” olduğu anlaşılmıştır. Böylece bunları açıkça zikret­meye ihtiyaç kalmamıştır. “Gazaba uğrayanlarınki-nc değil.” Taberi diyor ki: “Gazaba uğrayanlardan maksat, Allah Tealanın şu âyette beyan ettiği Yahudilerdir. “De ki: Allah tarafından bir cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Onlar o kimseler­dir ki, Allah onlara lanet etmiş, gazabına uğratmış, o kimselerden maymunlar, domuzlar ve Tağuta tapanlar yapmıştır. İşte bunlar, makamları en kötü, yolları da en sapık

Taberi yine diyor ki: “Gazaba uğrayanlardan maksadın, Yahudiler oldu­ğu, Adiy b. Hatim ve Abdullah b. Şakiyk’in Resulullahtan rivayet ettikleri bir hadiste de zikredilmiştir. Aynca, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud, Rebi’ b. Enes, Abdullah b. Zeyd ve babası Zeyd de “Gazaba uğrayanlardan maksa­dın, Yahudiler olduğunu söylemişlerdir.

Adiy b. Hatim diyor ki:

“Resulullah mescitte oturur iken onun yanma vardım, orada bulunanlar benim için “Bu, Adiy b. Hâtim”dir. Dediler. Ben emansız (herhangi bir kişinin himayesine sığınmadan) ve yazısız olarak (Bir müsaade yazısı olmadan) Medine’ye gelmiştim. Resulullah’a doğru yönelince elimden tuttu. Resulullah daha önce şöyle buyurmuştu: “Umarım ki Allah, onun elini benim elime verir.” Resulullah ayağa kalktı. O sırada huzuruna, yanında bir çocuk bulunan bir ka­dın geldi. O ikisi, “Senden bir isteğimiz var.” dediler. Resulullah vanp onların ihtiyaçlarını karşıladı. Sonra benim elimden tutup evine kadar götürdü. Hizmet­çi, altına minder koydu. Resulullah üzerine oturdu. Ben de önüne oturdum. Re­sulullah, Allah’a hamdedip onu övdükten sonra şöyle buyurdu: “Lailahe İllal­lah” (Allah’dan başka ilah yoktur.) Demekten seni kaçıran nedir? Sen, Allah’tan başka bir ilah olduğunu biliyor musun?” Dedim ki: “Hayır.” Sonra biraz konuş­tu, daha sonra şöyle buyurdu: “Sen, herhangi bir şeyin Allah’tan daha büyük ol­duğunu biliyor da mı “Allahu Ekber” (Allah en büyüktür.) Demekten kaçınıyor­sun?” dedim ki: “Hayır.” Buyurdu ki: “Şüphesiz ki Yahudiler kendilerine gazap edilenlerdir. H iristi yani arsa sapanlardır. “Dedim ki: “Ben Müslüman olarak gel­dim.” Bu sırada baktım ki, Resulullahın yüzü sevinçten parlıyor,.

Abdullah b. Şakiyk diyor ki:

“Bir adam Resulullahın, vadi et-Kurâda atının üzerindeyken: “Belkiyn” kabilesinden birisinin ona şu soruyu sorduğunu işittiğini söyledi. “Ey AH ahin Resulü, şunlar kimlerdir?” Resulullah: (Yahudileri göstererek) “Bunlar, gazaba uğrayanlardır.” buyurdu. Adam: “Şunlar kimlerdir?” diye sordu. Resulullah: (Hıristiyanlan kastederek) “Onlar da sapanlardır.” buyurdu

Ayette zikri geçen “Allanın gazabı” çeşitli şekillerde izah edilmiştir. Ba-zılanna göre bundan maksat, Allah’ın, gazabettiği kimseleri fiilen cezalandırma­sı demektir. Bu cezalandırma dünyada da olabilir, âhirette de. Bu konuda âyet-i kerimelerde şöyle Duyurulmaktadır: “Bizi gazaplandtırınca, onlara, layık ol­dukları cezayı verdik. Hepsini suda boğduk. Onlar o kimselerdir ki, Allah onlara lanet etmiş, gazabına uğratmış, o kimselerden, maymun­lar, domuzlar ve tağuta tapanlar yapmıştır.

Diğer bir kısım âlimlere göre, “Allah’ın gazap etmesinden maksat, gazaba uğrattığı kimseleri sözle kınamasıdır.” Başka bir kısım âlimlere göre ise, âyette zikredilen “Gazap”tan maksat, Allanın onlara kızması ve öfkelenmesidir. Ancak Allah tealanın kızması ve Öfkelenmesi, kulların kızması ve öfkelenmesine ben­zememektedir.

Âyet-i kerimede geçen “Sapaniarınkinc değil” ifadesi hakkında Taberi diyor ki: Âyette zikredilen “Sapanlardan maksat, Allah teala-mn şu âyeti kerimesinde beyan ettiği Hiristiyanlardır. “De ki: Ey kitap ehli, hak­kın dışına çıkarak, dininizde aşın gitmeyin, daha önce sapmış, birçoklarım da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş bir kavmin heva ve heveslerine uymayın. 

Taberi diyor ki: “Arap dilinde, her doğru yoldan ayrılan ve sağlam yolu tutmayan kimseye “sapık” denir. Allah tealanın, HIristiyanları “Sapık” olarak vasıflandırması, onların, hak dini bırakıp başka yolu tutmalanndandır. Eğer: “Yahudiler de böyle değil midir?” diye sorulacak olursa cevaben denir ki: “Evet, onlar da öyledir.” Yine eğer “Allah teala niçin sapıklık sıfatım Hıristi-yanlara, “gazaba uğrama” sıfatını da Yahudilere tahsis etmiştir?” denilecek olur­sa cevaben denir ki: “Her iki fırka da hem gazaba uğramıştır, hem de sapıktır.” Fakat Allah teala, bu fırkalardan herbirini, kulianna iyice tanımak için, her biri­ne ayn sıfatlar tahsis etmiştir. Bu sıfatlar onlarda gerçekten var olan sıfatlardır.

Taberi diyor ki: “Kadercilerden (Kaderi inkâr eden Kaderiyye fırkasın­dan) bazı kıt anlayışlılar, Allah tealanın, HIristiyanİan “Sapıkhk’la vasıflandır-masıyla, sapma işini onlara isnad ettiğini, onlan kendisinin saptırdığını zikret­mediğini, bu itibarla kul’un yaptığı işlerde Allahın bir katkısının bulunmadığını, kul’un kendi işini kendisinin yarattığım söylemişlerdir. Bunlar Arap dilinin ge­nişliğini ve kullanış şeklini bilmemektedirler. Eğer durum, bu kıt anlayışlıların iddia ettikleri gibi olsaydı, herhangi bir sıfatla sıfatiananın veya kendisine her­hangi bir iş isnad edilenin, sıfat ve işine herhangi bir şeyin sebep olduğunu söy­lemek mümkün olmazdı. Ve her iş ve sıfatı, asıl sebebine isnad etmek mecbu-r.yti hasıl olurdu. Mesela, rüzgâr ağacı sallayınca “Ağaç sallandı” demek doğru olmazdı. Yine, deprem sarstığında “Yer sarsıldı” demek doğru olmazdı. “Rüzgâr ağacı sallandı.” ‘Deprem yeri sarstı.” demek gerekirdi. Allah teala şu âyet-i kerimede “Götürme” işini gemiye isnad etmiştir. Halbuki asıl götüren ge­mi değil, diğer sebeplerdir. Âyette şöyle büyürulmaktadır: “Sizi karada ve.de nizde yürüten Allah’tır. Gemi, içindekileri tatlı bir rüzgarla muntazam götürür­ken.. Bu âyet-i kerime, kadercilerin, Allah tealanın, Hıristiyanları “Sapan­lar” diye vasıflandırmasından hareket ederek belli kanaatlara varmalarını red­detmektedir. Diğer yandan, Allah teala, birçok âyet-i kerimesinde, saptıranın da hidayete erdirenin de kendisi olduğunu açıkça beyan etmiştir. Şu âyet-i kerime de buna işaret etmektedir: “Ey Muhammed, heva ve hevesini kendine ilah edinen, Allah’ın da (Adaleti hak ettiğini) bilerek saptırdığı, kulağını ve kal­bini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim hidayete erdirebilir? “Düşünmez misiniz?  Görül­düğü gibi, Ailah teala bu âyette, saptıranın da doğru yola götürenin de sadece kendisi olduğunu beyan etmiştir, ancak Kur’an-ı Kerim Arap diliyle indiğinden, Arapça’da da meydana gelen herhangi bir iş, asıl sebebine isnad edildiği gibi asıl sebebin dışındaki şeylere de isnad edilebildiğinden, rüzgarın salladığı ağaca “Ağaç sallandı” demek mümkündür. Bu itibarla, Allah tealanın yarattığı bir ameli, kul’un kazanmış olması halinde “Bu ameli kul yaptı” demek caizdir. Zira kul o işi kendi iradesiyle tercih etmiş ve yapmaya girişmiştir. Allah ta onu var etmiş ve icadetmiştir.

Taberi diyor ki: “Kur’an-i kerime dil uzatan inkarcılardan bazıları şu so­ruyu sorarlar: “Sen, kitabının başlangıcında açıklama ve ifade etme metodunu izah ederken diyorsun ki “Açıklamanın en üstün derecesi ve mükemmel olanı, bir şeyi açıklamak isteyen kişinin düşüncelerini en güzel şekilde ortaya koyan sözü söyleyenin, maksadını en güzel şekilde beyan eden ve sözü dinleyenin an­lamasına en yakın olanıdır.” Yine diyorsun ki: “Açıklamaların ve ifade etmele­rin en üstünü Allahın kelamıdır. Zira o, diğer bütün sözlerden daha üstündür ve bütün şekillerinin en üst mertebesindedir. Madem ki durum böyledir o halde “Ümmül Kur’an” olan fatihanın yedi âyet şeklinde uzatılmasının sebebi nedir? Halbuki bu surenin kapsadığı mânâların hepsini şu iki âyet ifade etmektedir. “O, ceza gününün sahibidir.” “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dile­riz.” Evet, Allah’ın, ceza gününün sahibi olduğunu idrak eden kimse, onun güzel isimlerini de yüce sıfatlarını da idrak etmiş olur. Yani, âlemlerin rabbi olduğu­nu, rahman ve Rahim olduğunu da bilir. Yine, Allah’a itaat eden, dininde Al­lah’ın, kendilerine nimet verdiği kimselere uyar ve Allah’ın saptırdığı kimseler­den de uzak durur. Yani, “Sen bizi doğru yola ilet.” “Kendilerine nimet ver­diğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapanlarınkine değil.” şeklinde niyazda bulunmaya ihtiyaç kalmazdı.” Bu soruyu soran kimseye denir ki: “Allah teala, Resulullah (s.a.v.)’e indirmiş olduğu kitapta, Resuluüah ve üm­meti için daha önceki Peygamberlere ve ümmetlere göndermediği hüküm ve mânâları zikretti. Zira Allah Allah tealanın, Kur’andan Önce herhangi bir Pey­gamberine indirmiş olduğu kitap, Kufan-ı Kerimin kapsadığı mânâ ve hüküm­lerin sadece bir bölümünü kapsamıştır. Mesela Tevrat, bir kısım öğütler ve açık­lamalardan ibarettir. Zebur, Allah’ı övme ve onu yüceltmeden ibarettir. İncil, öğütler ve ibretlerden ibarettir. Bu kitaplardan herhangi birinde, kendisine indi­rileni tasdik eden bir mucize bulunmamaktadır.

Resulullah’a indirilen Kur’an-ı Kerim ise bütün bu mânâları ve bunlara ilaveten bunlarda bulunmayan mânâları da kuşatmaktadır. Kur’an-ı Kerimin di­ğer kitaplardan üstünlüğünü gösteren en belirgin özelliklerinden bazıları şunlar­dır; Kur’anın kelime ve cümlelerinin diziliş şekli çok mükemmeldir. Bir şeyi va-saflandırması görülmedik bir şekildedir. Kelime ve cümlelerin birbirleriyle oîan uyumu harika bir biçimdedir. Öyle ki hatipler onun en küçük surelerinden birini dahi düzenlemekten, edipler onun nitelemelerinden bir kısmını dahi yapmaktan âciz kalmışlar, şairler, onun kelime ve cümlelerinin birbirleriyle olan uyumu karşısında şaşırıp kalmışlardır, Dâhilerin akıllan, onun bir benzerini yapma imkânını bulamamışlardır. Ona teslim olmaktan, onun, bir ve kahredici Allah tarafından gönderildiğini itiraf etmekten başka bir çare bulamamışlardır.

Kur’an-ı Kerim, diğer yandan, gökten yeryüzüne İndirilen herhangi bir ki­tapta bulunmayan bir kısım teşbihler, sakındı rinalar, emirler, yasaklar, kıssalar, tartışmalar ve hikmetler ihtiva etmektedir.

İşte bu sebepledir ki “Ümmül Kur’an” olan fatihada görüldüğü gibi Kur’anın herhangi bir süresindeki tafsilat, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hak Peygamber olduğunu göstermesi içindir. Daha önce de anlatıldığı gibi, Allah tealanın, önceden görülmeyen bir takım nitelendirmeleri ve kelime ve cümlelerinin harika bir şekilde dizilmelerini Kur’anda toplaması, Hz. Mu­hammed (s.a.v.)’in Peygamberliğinin hak okluğunu göstermesi içindir. Kur’an-ı kerimdeki vasıflandırmalar o kadar mükemmel ve kelimelerinin diziliş şekli o kadar harikadır ki, bunlar ne şiirlerin vezinlerine ve kâhinlerin vezinli konuşma­larına, ne hatiplerin hutbelerine ne de edip insanların risalelerine benzer. Bütün yaratıklar bir araya gelse, herhangi bir şeyi onun vasıflandırdığı gibi vasıflandı­rılmaz ve bütün insanlar bir araya gelse onun benzeri bir kitap meydana getire­mezler. Mesela, fatiha suresinde zikredilen Allah’a hamdetme, onu yüceltme ve onu övme gibi hususlar kulları. Allah’ın büyüklüğü, hükümranlığı.kudrett ve mülkünün azameti hususunda uyaımak içindir ki kullar, nimetleri karşısında rablerini hatırlasınlar, ona hamdetsinler ve böylece onun daha fazla nimetlerine layık olsun, bolca mükâfatlarını hak etsinler. Allah tealanın, fatiha suresinde kendisini tanıma nimetini lütfettiği kimseleri ve kendisine itaat etmeye muvaf­fak kıldığı kişileri zikretmesi, kullarının, dinleri ve dünyaları hususunda ellerin­de bulunan nimetlerin hepsinin Allah tarafından olduğunu onlara bildirmesi içindir. Böylece bütün isteklerini Allah’a yöneltsinler, ihtiyaçlarını sadece ondan istesinler. Onun dışındaki put ve benzeri şeylerden istemesinler.

Allah tealanın, fatiha suresinde, kendisine isyan edenlerden intikam alın­dığım ve emirlerine karşı gelenlerin cezalandırıldığını zikretmesi, kullarını ken­disine karsı gelmekten sakındırması ve kendilerini Allah’ın gazabına sürükleye­cek şeylere düşmekten uzaklaştırması içindir. Aksi halde Allah da onlan, diğer ümmetlerin uğradıkları cezalara çarptırır ve onlan da helak eder.

İşte “Ümmül Kur’an11 olan fatiha süresindeki beyan ve ifadelerin uzun olusu bu hikmetlere binaendir. Kur’an-ı Kerimin buna benzeyen dtğer surele­rinde de durum böyledir. Bunun en büyük bir hikmet ve en mükemmel bir hüc­cet olduğu muhakkaktır

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.