sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

Tebük Gazvesi (2) | Siyer Programı – 56. Bölüm

Tebük Gazvesi (2) | Siyer Programı – 56. Bölüm
A+
A-

Geriye Kalanlar Mes’elesi:

Resûlullah Medine’ye varınca, doğru mescide girdi. İki rek’at namaz kıldı. Ve mescidde oturdu, başladı arkada kalanlar gelip özür beyân etmeye. Hallerini anlatıp yemin ve kasemle, kasden geri kalmadıklarına inandırmaya çalışıyorlardı. Sefere katılmayan kim­seler seksen kadardı. Resûlullah bazılarının ifadelerini ve özürlerini mâkul gördü ve onlar nâmına istiğfarda bulundu. Ancak Kâab bin Mâlik ile iki arkadaşının durumu ise, haklarında âyet nazil olup, tevbelerinin kabul edildiği belirtilinceye kadar te’hir edildi.

Nitekim Kâab bin Mâlik kendi macerasını -bu konuda Buhârî ve Müslim’in naklettiği uzunca bir hadis ile- şöyle anlattı: Ben çok iyi biliyordum kendimi ki bu gazveye kadar hiç bu derece hazır ve güçlü olmamıştım. Buna rağmen seferden geri kalmıştım. Tabiî müslümanlarla birlikte savaşa hazırlanmaya gitmiş fakat hazırlık­sız dönmüştüm Kendi kendime diyordum ki; buna gücüm yeter (yâni savaşa hazırlanmak için bir mâniim yok). Ama ben böyle te-reddüd edip dururken halk ciddiyetle hazırlanmıştı. Ben henüz ha­zır değildim. Ben tam hazır olup yola koyuluncaya kadar da ordu ayrılıp çok uzaklaşmıştı. Arkadan yetişmek düşündümse de onu da başaramadım. Keşke öyle yapsaydım. Artık Resûlullah (s.a.v.) yo­la çıktıktan sonra ben halk arasında dolaşıyordum ama münafık­lardan ve bir de gerçek özürlü kişilerden başkası yoktu. Bu durum da beni çok üzüyordu. Resûlullah’m dönmekte olduğunu işitince ise esas üzüntüm başladı. Başladım bir yalan uydurma düşüncesi­ne. Onun beni azarlamasından beni kurtaracak bir çâre arıyordum. Bütün ev halkımla da müşavere edip, akıl aldım. Ama onun şehre ulaştığını işitince artık (çâre de bitmiş) telâşım da son bulmuştu. Ona herşeyi dosdoğru söylemeyi kararlaştırıp huzuruna vardım. Fakat, selâm verince, selâmımı acı bir tebessümle aldı. Ve «yaklaş» dedi. Önüne vanp oturdum, şöyle sordu: «Neden geriye kaldın?» Sen Akabe’de böyle bir vazifeyi omuzlamaya söz vermemiş miy­din?» «Evet, dedim, vallahi ben senden başka kimin önüne otursam, dünya insanlarından herkesi kandırabilecek söz bulur ve mazere­timi kabul ettirebilirdim. Çünkü Allah bana güçlü bir mantık bah­setmiştir. Fakat muhakkak biliyorum ki; bugün sana yalan söyle­sem, seni ikna etsem yarın Allah beni yalanlar ve hilemi ortaya çı­karır. Ama sana doğruyu söylersem umarım ki; Allah beni sıdkım-dan ötürü mağfiret eder. Vallahi benim herhangi bir özrüm yoktu. Ve esasen senden geri kaldığım şu gazada sahip olduğum imkân ve güce başka hiçbir zaman da ulaşamamışımdır». Resûlullah bu­nun üzerine: «îşte bu doğru sözdür. Kalk git ve Allah’ın senin hakkında vereceği hükmü bekle», buyurdu. Kalktım, fakat yolda, Benî Seleme’den birtakım insanlar rastladı. Beni zorlamaya (yâni öbür­leri gibi mazeret uydurmak için) iknaya çalıştılar. Onlara dedim ki, benim halime başka düşen var mı? Evet dediler, iki kişi daha var. Onlar da senin gibi doğruyu söylediler, sana verilen cevabı al­dılar… Kim onlar? dedim.-Dediler ki: Merâre bin Rebi ile Hilâl bin Umeyye… Bu iki zâtın bende güzel hâtırası vardı. Bedir’de bulunmuş sâlih kişilerdi.

Ve Resûlullah (s.a.v.), müslümanları bizimle yâni bu üç kişi ile; gazadan geri kaldığımızdan ötürü, konuşmaktan men etti. Halk biz­den yüz çevirdi, münâsebeti kesti. Öyle ki: Yeryüzü bana dar gel­mişti. Elli gün elli gece tanıdığım dünyadan başkasındaydım. Öbür iki arkadaşım da evlerine kapanmış ağlıyorlardı. Ama ben halk arasına giriyor dolaşıyordum. Çünkü ben onlar arasında en genci ve güçlüsüydüm. Mescide çıkar, müslümanlarla namaz kılar, çarşı pazar dolaşırdım. Ama kimse konuşmazdı benimle. Resûlullah’a ge­lir selâm verirdim; «Namazdan sonra mecliste oturduğu halde aca­ba dudakları kıpırdıyor mu, benim selâmımı alıyor mu, almıyor mu?» diye düşünürdüm kendi kendime. Yanında namaz kılar, göz ucuyla hep onu süzerdim. Ben namaza durunca bana bakar, namazdan ay­rılıp kendisine bakınca yüzünü çevirirdi.

Bir gün Medine çarşısında gezerken, Şam tarafında Naptîlerden biri rastladı. Medine’ye yiyecek maddeleri satmaya gelmişti. Bak­tım, Kâab İbn Mâlik’i bana gösterir misiniz diye soruyor. Halk be­ni göstermeye başladı. O da bana yaklaşıp bir mektup uzattı. Gas-san Meliki’nden geliyordu. Bir de açtım mektubu, şunları yazıyor: *îmdi öğrendiğimize göre sahibin sana eziyet ediyormuş. Halbuki Al­lah seni cehennemlik ve işkencelik yaratmadı… O halde gel bize sana yardım ederiz. Bunu okur okumaz, «îşte bir belâ da bu dedim», ve karar verdim, götürüp mektubu tandırda yaktım.

Bu elli günlük çilenin kırk günü geçmişti ki, bir haber geldi. Resûlullah (s.a.v.) emrediyor, hanımından ayrı kalacaksın… Peki bo-şayayım mı, ne yapayım dedim. Hayır dediler, sadece beraber yat-mıyacaksın. Meselâ, babasının evine gönderebilirsin. Karıma hadi git babanın evine dedim. Ta Allah benim hakkımdaki hükmünü indi­rip bildirinceye kadar.

Bundan sonra on gün daha bekledim. Artık elli gün olmuştu. Re­sûlullah bizi başkalarıyla konuşmaktan men edeli ellinci gün saba­hıydı, namazı kılmış, evin damında üzüntü içinde oturuyordum. Tam da Cenâb-ı Hakk’ın tarif ettiği halde -Nefsime dünya karanlık, yeryüzü dar geliyordu». Bir de Sal’ dağının üzerinden yüksek bir ses geldi: «Müjdeler sana Kâab bin Mâlik» diye haykırıyordu. Secdeye kapandım. Anlamıştım, artık berâtımın geldiğini. Evet, sabah na­mazını müteakip Resûlullah bizim tevbemizin indallah kabul edü–diğini açıklamıştı. Halk başladı bizi tebrike gelmeye. Arkadaşları­ma da koşanlar vardı… Beni müjdeleyen sesin sahibi gelince hemen elbiselerimi çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahi o an baş­ka bir elbisem de yoktu. Onun için birinden emânet alıp giydim. Ve hemen Resûlullah’a gittim. Halk bölük bölük beni karşılıyor, tev-bemin kabulünden ötürü beni tebrik ediyorlardı.

Mescide girdim. Resûlullah, çevresinde cemaatıyla oturuyordu. Talha bin Ubeydullah kalkıp bana koştu, elimi tutup tebrik etti. Za­ten orada oturan Muhacirlerden ondan başkası da kalkmadı. Ve beti Talha’nın bu davranışını asla unutmadım. Kâab devam ediyor: Re­sûlullah (s.a.v.)’a selâm verdiğimde, yüzünde memnuniyet parılda-yarak: «Seni tebrik ederim. Anadan doğduğundan bu yana en hayır­lı günündesin» buyurdu. Ben, yâ Resûlâllah, bu af sizin tarafınızdan mı, Allah tarafından mı? diye sordum. O da: «Hayır, bizzat Allah tarafından…» buyurdu. Ben bu sefer heyecandan: «Ben tevbemin kabulü sebebiyle Allah ve Resulü uğruna bütün malımı dağıtaca­ğım» dedim. Fakat Resûlullah (s.a.v.): «Yok, bir kısım malın sana kalsın, daha iyi olur »buyurdu. Ben de: «Yâ Resûlâllah, beni Allah doğ­ruluğumla kurtardı. Bundan böyle de artık, doğruluktan asla ay­rılmayacağım dedim. Allah Resulü de: «Allah, peygamberini, Mu­hacir ve Ensâr’dan ötürü afvettiği gibi…» diye başlayıp: «O halde doğrularla beraber bulun»’a kadar olan âyetleri indirmişti.[1][134]

 

İbretler Ve Öğütler

1- Bu gazveye ön bir açıklama: İslâm, Arap yarımadasında yerleşip istikrara kavuşmaya yüz tutmuştu. Onun hâkimiyeti, gö­nülleri, ruhları kuşatmıştı artık… tşte bu hali Hristiyan Rumlar uzak­tan uzağa izliyor ve korkuyla, kinle ona karşı hazırlanıyorlardı.

Bizanslılara gelince, onlar Hristiyanlığa gerçekten inanarak tu­tunmuş değillerdi. Sadece bölge halklarını sömürmek için bir meta’ olarak kullanıyorlardı. O yüzden de Hristiyan inancıyla istedikleri gibi oynuyor, değişiklik yapıp yeni şeyler ekleyebiliyorlardı. Böylece onun esas ve saf akidesini kendi putçu görüşleriyle karı$tırıp, Hak ile bâtıl içice bir garibe oluşturmuşlardı. İslâm ise bütün Resul ve Nebilerin diliyle tebliği tekrarlanan ve o güne ulaşan değişmez ha­kikatin dini olarak artık Allah’ın sultasından ve hâkimiyetinden başka tüm sultaları yıkıp, insanlığı, aydınlığa çıkarmak için gel­mişti. O halde, Allah’ın hüküm ve sultasının dışında kimsenin, efen­dilik ve hâkimiyet hakkı olamaz, kimse kendinde bir otorite bula­mazdı…

Bütün gerçekleriyle, Hristiyanlıktan onu tanıdıkları halde, Bi­zanslılar bu yeni zuhur eden dini, halka tehlike diye gösterme gay-retindeydiler. Çünkü diktatör ve zâlim yöneticilerin hiçbirinin sal­tanatına fırsat vermiyorlardı. Ama halka, onların varlığını tehdid eden bir akım gibi gösteriliyordu.

tşte Rum diktatörlerinin ve Hristiyanlığı şeklen kabullenen te­baasının, Arap yarımadasında zeminine oturan bu dinden başka kor­ku ve sıkıntıları yok gib’ydi. Gayeleri de tabii ezilmişler üzerindeki sultalarını sürdürmekti.

Bu yüzdendir ki, Mekke fethini ve İslâm’ın yarımadadaki sü­rekli zaferini işitmeleri onları ürkütmüştü Ve hemen Şam ve Hi­caz arasında kuvvet toplamaya başladılar. Böylece, ileride kendi saltanatlarını tehdid edecek olurlar diye erken karşı çıkmak istiyor­lardı. Yine Rumları bu ihtimam ve tedbirlere zorlayan şeylerden biri de, ilerde müslümanlarla aralarında büyük ve tehlikeli kapış­maların olacağıydı. Ama hikmet-i ilâhi, mes’ele için bu gazayı ye­ter buldu. Bunca meşakkat ve ona sarfedilen büyük sabır ve gay­ret müslümanların cihad ödevine yetf.. Haniya bu uzun mesafeyi, Medine ile Tebük arasını gidiş ve gelişle kat’etmek için bedeni ve mali çok büyük bir fedakârlık göstermişti müslümanlar, (Bu da te’-sirini gösterdi). Yâni yukarıda görüldüğü üzere, bu sefer yorgun­luğu, çilesi, güçlük ve tehlikesi, mal sarfı bakımından başlı başına bir savaş, hem en çetin savaştı… Ancak acaba Allah’ın emrettiği ci­had hangisiydi? Acaba o sadece mal ve nefsi bezletmek miydi Al­lah’ın şeriat ve dini uğruna? Evet Allah’ın kulundan istediği tama­men bu idi. Kâfirlerin oyununu bozmak âsilerin kalblerine iman ve hidâyet ruhunu sızdırmak için, Allah bundan öte bir fedakârlıktan onları korumuş, bu kadarla başarmalarını nasib etmişti.

Bu meşakkat ordusu, gerçekten de bu çetinler çetini gazvede mal ve bedenî fedakârlığın son haddine vardırmıştı. En güzel is­tirahat imkânlarını feda edip, işkencenin en çetinini tercih etmiş­lerdi. Hem de envâ-ı türlüsünü tadmışlar; böylece de imanlarında sadakatlerini isbat, Allah’a sevgilerini izhar etmişlerdi. Allah’ın des-

teği ve zaferi hak olmuştu onlara. Onları savaşmaktan muaf tut­muş, düşmanın kalbine korku salmaları onların savaşı olmuş, düş­man dağılıp Allah’ın hükmüne boyun eğmek zorunda kalmıştır.

îşte böylece, Rumların boyun eğip, cizye vermeye razı olması kolaylaşmıştı. Onların bu seferde çektikleri zorluğa bedel bir kolay­lıktı. Çünkü onlar Nebi (s.a.v.)’leriyle birlikte sırf ilâhî rıza için bunlara tahammül etmişlerdi. [2][135]

[1][134] Buhâri ve Müslim’den özetlendi.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 422-424.

[2][135] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 424-426.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.