sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

Tebük Gazvesi (3) | Siyer Programı – 57. Bölüm

Tebük Gazvesi (3) | Siyer Programı – 57. Bölüm
A+
A-

2- İbretler Ve Hükümler:

Bundan dolayı, bu gazvede birçok ders ve hükümler bulacaksı­nız. Bir kısmını aşağıya dercediyoruz;

  1. a) Mal ile cihadın önemi: îslâm düşmanlarına karşı uygulana­cak cihad, gazaya çıkmaya münhasır değildir. Aksine sefere çıkmak tek başına hiç yeter değil. Yâni cihad; savaş, silâh, mal ve nafa­kaya dayanır. Müslümanlar için, her birinin gücüne göre ve esa­sen cihadı yürütecek derecede bağışta bulunması kaçınılmaz ödev­dir. Tabii, bu herkesin zenginlik ve ihtiyaçlarıyla oranlı bir sorum­luluktur.

Nitekim fukahâ da, devlet cihad için gerekli nafakayı te’minde güçlük çekerse, halka gücü ve ihtiyaç nisbetinde vergi yüklemesini caiz görmüştür. Yukarıda bu geçmişti. Ancak ulemanın bu ittifakı, devlet malının bu iş için tahsis edilmiş bir nafaka ya da gayr-i meşru bir mal olmamasına bağlıdır. Çünkü halkın malı, asker ve savaş ihtiyaçlarına harcanma bakımından devletin malından daha elverişli değildir.

tşte gördünüz, Osman bin Affân Cr.a.), Resûlullah (s.a.v.)’a üç-yüz deve ve onların gerekli koşum malzemesiyle, ikiyüz gümüş uki-ye de nakit getirmişti. O da bunun üzerine, «Osman’a bundan son­ra yapacağı hiçbir şey zarar vermez» buyurdu. Bu ise,.Hz. Osman’­ın ne kadar büyük yardım ve fedakârlıkta bulunduğunu gösterir. Hattâ bu, Resûlullah’ın onun hakkındaki «Bundan sonra Osman’a yapacağı hiçbir şey zarar vermez» sözünü Hz. Osman (r.a.)’ın siyâ­set ve idaresini tenkid sadedinde ona dil uzatanlara, onun hilâfet dönemindeki yönetimine itiraza kalkanlara uyan ve tenkiddir.

O tip kişiler, onun siyâsetine dair yazarken zaaf ve iltimas ta’-birlerini kullanmakta ve böylece müsteşriklerin yapageldikleri ve bekledikleri lâfı etmiş olmaktadırlar, tslâm tarihinin safahatını iş­lerken, bazı tarihçilerin bu vebalin altına girdikleri, onu değerlen dirme adı altında müsteşriklerin plânladığı oyuna gelip onu suçla­dıkları olur. Siyer ilmini de buna âlet ederek; hedeflerine varmış olur müsteşrikler.

Kendisini evc-i bâlâda gören, arındırıp durultanlar, Hz. Osman’­ın idaresi üstünde lâf ederken kendi kamburlarım ve iç hastalık­larını örtmek isterler. Bir döner onu eleştirir, bir de bakarsınız, siye­rinde menkıbelerini anlatarak onu överler gûyâ…

Hz. Osman’ın hilâfetinde farzı muhal hatâ bile görse, azıcık edebi olan kişi Resûlullah (s.a.v.)’ın: «Bundan sonra Osman’a yap­tığı hiçbir hatâ zarar vermez» fermanı karşısında artık onu tenkide veya idaresini kötülemeye utanır, en azından!

  1. b) Ebû Bekir hadisi ve ondan bir takım haram ve çirkin bidatler türetmek için üstüne eklenenlere dair birkaç söz:

Ebû Dâvud ve Tirmizî’nin rivayet ettiği hadisten söz ejtmiştik! O bütün malım Resûlullah (s.a.v.)’a getirmiş, O da: »Ehline ne bı­raktın?» diye sorunca, «Onlara da Allah ve Jlesûlünü bıraktım» bu­yurmuştur. Bazı kimseler ise bu hadîs üzerine bazı şeyler uydur­muşlar. Gûyâ Resûlullah demiş ki: «Ebâ Bekir! Allah senden razı oldu, sen de On’dan razı mısın?» O da bundan heyecanlanıp sevin­cinden coşmuş, Resûlullah’m huzurunda kalkıp oynamış. Ve demiş ki: «Ben nasıl olur da Allah’tan razı olmam?..» Buradan yürüyerek de bunun Mevlevilik ve öbür bazı tasavvuf kliklerde görülen, zikir halkasmdaki raks ve sema’ın caiz olduğuna delil teşkil ettiğini iddia etmişlerdir.

Delil diye aldıkları şey, yukarıda arzettigimiz üzere tamamen uydurma ve hadisin sonuna bir ilâvedir, iftiradır. Hz. Ebû Bekir’in Resûlullah huzurunda raksettiği, hiçbir sahih veya mevzu hadis ki­tabında mevcut değildir.

Yâni asıl hadisin geçtiği, Tirmizi, Hakim, Ebû Dâvud kitablarımn hiçbirinde böyle bir ek yok. Hani olsa da zaif olsa, o da yok. Me­selenin kendisine gelince; delilin sabit olması şöyle dursun, aley­hinde kesin delil var. Onun, yâni raks ve sema’ın haram olduğu açık delillere dayalıdır. Çünkü ulema raksın çalgıyla birlik yapıl­masını haram görmüştür. Bunda icmâ var. Çalgısız oyunu ise ulema­nın cumhuru mekruh görmüştür. Durum ne olursa olsun, zikrullaha raks katmak ise, .meşru bir ibâdete haram veya mekruh işi katmak gibi bir cinayet olur. Bu demektir ki; adamlar delilsiz olarak, Al­lah’a yaklaştırıcı diye ibâdeti değiştirmişler, ya da öyle bir davra­nışı haramlık veya mekruhluktan çıkarmışlardır.

Eh buna benzer işleri de ucuna ekle artık. Elfaz-ı zikirde bulun­mayan birtakım sözlerle sesi yükseltmek, boğazlarını yırtacak gibi bağırıp çağırmak. Birtakım şair ve bestecilerin dizdirdiği nağmelerle aşk ve nefsin coşması adı altında terennüm ve müzik de buna bağlı.

Şimdi kıyaslayalım bakalım; Allah’ın emredip Resulünün ve onun ashabının yaptığı zikre kıyasla, bunlar nasıl zikir olabilir? Ve bu davranışlar ne tür bir jbâdet olur? Halbuki biliyoruz, Ce-nâb-ı Hakk’ın meşru kılıp, kitabında bildirdiği, Resulünün de haya­tında uygulayıp gösterdiği ibâdet azaltılamaz, artırılamaz.

Bu anlattıklarımızın da çeşitli devirlerde îslâm şeriat âlimleri­nin topluca beyan ettikleri esaslar olduğunu aklımızdan çıkarma­yalım, ^ncak bazı bidatçılar buna ters beyanda bulunmuş, şaz dav­ranış göstermiş olabilirler. Bu da herkesin bildiği gibi, Allah’ın ‘zin vermediğini, bid’atı yaşamak, sonunda birçok haramı helâl saymak gibi büyük felâketlere götürmüştür insanları. Bir zaman aşk ve vecd adı altında, başka bir zamanda bakarsın sorumluluktan âzâde olmak gib: saçma sapan yorumlarla kamufle edilir bunlar.

Seçkin îslâm ulemasından tzz bin Abdüsselâm’ın, ilmi, dini ve tasavvuf yetkisine bağlı beyanını görünüz şimdi:

«…Oyun ve alkışa gelince, bu kadınca bir hafifliktir. Ancak ya­lancı san’atkâr ve züppeler, yapar bu işi. Peki nasıl olur da bir insan; Resûlullah’ın «En hayırlı nesil benim dönemimdekiler, sonra onları takib edenler, sonra da onları takib edenler» buyurması karşısın­da aklı karışmış, gönlü coşmuş olarak kalkıp şarkı ve türkü nağ­melerine ayak uydurarak oynayabilir. Haniya, bu insanların hiç­birinden asla buna benzer bir davranış görülmemiştir[1][136]».

İbn Hâcer de «Keffü’r-Rüâ’» kitabında buna benzer ifade kullan­mıştır.

İmam Kurtubİ ise, bu bid’atın niceliği ve haramlığını son dere­ce geniş bir tafsilâtla vermektedir. Bu zâtın görüşünü tam öğren­mek isteyen, tefsirine müracaat etmelidir. «…Onlar ki, Allah’ı ayak­ta, otururken veya yatarken herhalde zikrederler…» ve «Yeryüzünde cakalı yürüme! Çünkü sen ne yeri delebilirsin, ne de boyunla dağ­lara ulaşabilirsin» âyet-i kerimelerinin tefsiri bahsine bakılmalı­dır. Burada kısa kesmemiz, fazla uzatmamamız uygundur. Yoksa bu konuda imamların serdettiği bütün delilleri serebilirdik. Yâni geçmiş ve sonraki ulemanın nasıl kafi bir ittifakta bulunduğunu ve asla ayrılığa düşmediğini anlamamız için[2][137] Tabii şuurunu kaybe­den, irâdesi elinden giden, zikir anında böyle bir kendinden geç­me haline düşen kimsenin durumu söylediğimiz genel hükmün dı­şındadır. Çünkü bu durumda teklifi hükmün taallûku kalmaz. îzz bin Abdüsselâm’ın kendisi için bahsettiği heyecanlanıp, kalkıp zıp­laması  da  buna  hamledilir.  Çünkü kitabından  naklettiğimiz   gibi o nassı bilen bir kişi olarak, aklı üstündeyken bunu nasıl yapardı?[3][138].

  1. c) Münafıklar: Karakterleri ve İslâm için tehlikelerinin ciddiyeti:

Tebük seferi, Kitâbuîlah’ın beyanı ve onu tafsil eden ilgili ha­disten anlaşılıyor ki, başka hiçbir gazve bu dereceye ulaşmamıştır. Nitekim Tevbe süresindeki âyetleri, daha doğrusu bir bölümü oku­yunca görürsünüz bunu. Ayrıca bu âyetlerde ağırlık merkezini, Al­lah yolunda «mal ve nefisle cihad»ın önemi teşkil eder. Bu da müs-lümanlann, dinlerindeki sadakatin delili olarak belirir. Aynı zaman­da mü’min ile münafık arasındaki farkı da tesbit eder. Buna bağlı olarak da müslümanın, eğer gerçeten müslümansa, asla rahata ve safaya meyletmeyip karşısına çıkacak, kendisini engelleyecek her zorluğu nasıl yenip Allah yolunda hep ilerlediğini, ana prensip ola­rak açıklar. Zaten ilgili hadîste de, münafıkların niyetlerindeki fe­caat ve gizli plânları uzun anlatılmıştır.

Bu hadi teki ders ise, her asırda müslümanlar için baş tehlike­nin, nifak olayı ve münafıklar olduğunun açıklanması olacak. Bu şu demektir: islâm bir dâvadır ki, başta cihadı ve güçlüklere karşı dayanmayı esas alır. Böylece de, doğru ile yalancı anlaşılır, mü’mi-nin imanı da münafıkm karanlık ruhundan seçilir.

Tebük olayı ise, bu Kur’ani dersin başlıca malzemesi olmuştur. Çünkü, bu gaza ile müslümanlar her zamankinden çok tecrübe-lenmiş ve ilâhî uyarı ve ihbara mazhar olmuşlar. Böylece de Me­dine’de peçe düşüp nifak açığa çıktı. Samimi müslümanla münafık tam anlamıyle anlaşılmış, tanınmış oldu. Bunun üzerine de, ardı ardına âyetler gelip, onları suçüstü yakalayıp sırlarını müslümanla-ra bildirererek, her zaman ve her yerde onları tanıyıp, şerlerinden sa­kınmalarının yolunu gösterdi. «O savaştan geri kalanlar, Resûlul-lah’a karşı oturdukları yerde huzurluydular.» Allah yolunda mal ve canlarıyla savaşmayı da hor görmüşlerdi. Hattâ «Bu sıcakta yol­culuk yapılma/.» demişlerdi. Bilselerdi ki bu, cehennem ateşine gö­re çok hafif kalırdı… Az gülüp çok ağlasınlar o halde. Şimdi Allah seni onlardan bir taifeye rasfclatırsa ve çıkış için izin isterlerse de ki, asla benimle çıkamazsınız, düşmanla da benimle birlik savaşa-mazsınız. Çünkü siz ta başta oturup kalmayı seçtiniz. O halde ar­kaya asılıp duranlarla hemhal olup oturun[4][139]».

Şimdi sen, bir bu âyetlerin başına, bir sonuna bak: Münafık­ların durumuna ne derece önem verildiğini, onlardan ne kadar çar­pıcı “ifadeyle söz edip, sakınma tavsiye edildiğini sezeceksin. Bu hiç­bir şey değil, müslüman için, en büyük aldanma ve belâya uğra­manın, münafıklardan, hiç başkasından Üeğil sadece bu tiplerden geldiğini anlatır. Ve düşmanlarının onlara saldırma yolu da sade­ce ve sadece nifak kapısından ve münafıklar yönünden mümkün olur. Müslümana hiçbir düşmanı da, münafıkların hazırladığı tuzağı hazırlamaz, hazırlayamaz. Zaaf, fesad ve tefrika gibi iki mikrop da kimseden değil yalnız münafıklardan bulaşır… Nitekim Cenâb-ı Hak apaçik bildiriyor: «Onların sizinle birlikte savaşa çıkması da size birsey sağlamaz, ancak fesad getirirdi. Aranıza girer, kulağınız duya duya sizi fitne aramaya sevkederlerdi. Halbuki Allah, zâlim­leri çok iyi tanır[5][140]».

Bunların tehlikeleri de gizlidir. Çünkü İslâm adına savagır gö­rünürken, ona kendi silahıyla oyun hazırlarlar. Dinin hükümleriyle, «Islâh» ediyoruz diyerek oynarlar. Dinin ruhuna, şeriatın özüne dö­nüyoruz diyerek yürürler. Ondan (telfik yoluyla) karma hükümler elde etmeye çalışırlar. Maksad efendilerine ve dostlarına şirin gö­rünmek ve kendi geleceklerini tahakkuk ettirmektir. İstikbâl hazır­lamaktır.

Bu bahisten müslümanın çıkaracağı en mühim ders ise şudur: Müslüman dış düşmandan açıkça gelenden bir korunursa, münafık tiplerden bin korunmalı. Ve savaşacaksa, ilk hedefin bunların oldu­ğudur. Yâni aralarına nifak sokan bu tipleri yok etmek olmalı ilk ödev… [6][141]

  1. d) Ehl-i kitab ve cizyet

Bu gazvede, Ehl-i Kitab’dan cizye al­manın meşru olduğunun delili de vardır. Böylece onlar da mal ve canlarını kurtarmış olurlar, Yukarıda görüldüğü üzere, Resûlullah (s.a.v.) Tebük’e varınca, Rumlar dağılıp kaybolmuşlardır. Hristiyan-laşmış Araplar ise ona gelip barış yaptılar. Cizyeyi kabul ettiler. Resûlullah (s.a.v.) onlara buna dair emirname ve talimat yazdı. Ciz­ye ise esasta ( mâli bir vergi olup, müslümanların zekât vermesine denk bir ödevdir. Ancak aralarında elbette çok büyük fark var. Ze­kât hem dini, hem idarî esasa bağlı (hem ibâdet, hem vatandaşlık ödevi) iken, cizye sadece idarî bir sorumluluk esasına dayanır. O halde, cizyeyi vermek üzere itaat eden ehl-i kitab, kendi nefsinde dini benimseyip ona bağlanmasa da, idari yönden îslâm ahkâmına boyun eğmiş, itaati kabullenmiştir… İslâm cemiyetine girmiştir. O halde, onların îslâm ahkâmına muhalif bir tavır almaları, umumî hükümlere ters davranmaları mümkün değildir. Ancak kendi kana-atlerince dinlerinin gereği olanı yaparlar. Şarap içmek gibi…

İmdi, kitab ehliyle, dinsizler ve putperestler arasındaki farka gelince; kitab ehli kendi dinlerini muhafaza ettikleri halde, islâm toplumu içinde kaynaşıp, genel ahkâma uyabilir. Halbuki putçular-la katı dinsizlerin (mülhid) İslâm toplumuyla herhangi bir yönden ilgi kurup münasebette bulunması mümkün değildir. Çünkü ilhad ve puta tapıcılığın İslâm ahkâmıyla yakınlık gösteren hiçbir ilkesi yoktur. Yâni temelde ve teferruatta tamamen zıt nizamlardır, di­yalog imkânı yoktu

  1. e) Geçmiş ve lanete uğramış kavimler

Resûlullah’ın, Semûd kavminin harabelerinden geçerken söyle­dikleriyle görüyoruz ki-, müslümanların o türlü milletlerin yurtlarına girmesi, Allah’ın helak ettiği eski kavimlerin yerinde iskânı hoş görülmemiştir. Hattâ kalıntılarının yanından geçmek bile… Sadece onların başına gelenlerden ibret almak için görmek mümkündür. Allah’ın O Resule ve müslümanlara rahmet ve afiyet vermesini di­lemek için… Çünkü bu harabeler Cenâb-ı Hakk’ın o kavme gada-bının müşahede edildiği yerlerdir. Ve onların dilinde bu ilâhî ga-dab ve sebebi tescil edilmiştir. İlâ nihâye de duracak… Şübhesiz Al­lah bu izleri gelecek her milletin ibret alması için bırakmıştır. Ba­sireti olan görecektir. Nitekim birçok âyet-i kerimede de belirtilip yor. Demek ki, insanın bu tür kalıntıları, tarihî nakışları bina ya­pılarını incelerken, ondaki mânâyı ve ilâhi muradı düşünmeden, kay-gusuz, şuursuz görüp geçmesi müthiş bir yanılgıdır. Esasen yeryü­zünde bu türden ne dersler alınacak şeyler var. Ve sanki hep «Ey basiret sahipleri, bizden ibret alın» diye lisan-ı hâl ile insanlığa sü­rekli ihtar etmektedirler. Ama insanların bunu duyacağı mı var? Şeytanları onlara ne telkin ederse ona bakarlar. Ve sadece kalın­tının, tarihine, san’at değerine, üslûbuna bakıp geçerler,

  1. f) Şimdi bir de Resûlullah’ın münafıklara karşı kullandığı idâri metodla, müslümanlara karşı davranışı arasındaki ince farka dikkat edelim:

Gördük ki bu seferde birçok münafık geri kaldı. Sonra gelip bin türlü yalan ve dolanla özür dilediler. Resûlullah da onların dış yüzlerine göre mazeretlerini kabul etmiş oldu. Ama iç âlemlerin-dekini aziz ve celil olan -Allah’a havale etti. Onlarla musafaha etti.

Az bir miktar da mü’mirilerden vardı, sefere çıkmayan. Ama bunların gönlünde bir şübhe veya nifak yoktu. Zaten de, O’na gelip özür beyan edip af dilerken, herşeyi gerçeğiyle itiraf etmişlerdi. Özür uydurmadan, yalan söylemeden müsamaha dilemişlerdi. Halbuki bun­lara yüz vermedi, onları cezalandırdı, ellerini bile tutmadı. Allah’ın ferman indirmesine kadar, bu zevatın ne çileler çektiğini de yuka­rıda gördünüz.

Niçin acaba? Neden münafıklara böyle hoşgörüyü, sadık mü’-minlere bunca sert cezayı tercih etti?

Cevab: Bu makamda şiddet ve sıkıntı, yüceliğe ve şerefe dair bir işarettir. Münafık asla buna ulaşamaz. Haniya, nasıl nail ola­bilir bir münafık; hakkında âyet inerek afve d ildiğinin bildirilmesi gibi bir iltifata?

Zaten münafıklar ne halde bulunursa bulunsunlar kâfir dam­gasıyla damgalıdırlar. Onların bu dünyada gösterip durdukları da, âhirette esfel derekede kalmalarım önleyemiyecek tabiî. Ama şâri-i Mübin (c.c.î, onları zahirde göründükleri ve gösterdikleri dünyevi tavırla karşılamamızı, öyle adlandırmamızı ve ahkâmı da buna gö­re uygulamamızı emreder. Öyleyse içlerinde gizlediklerini ve söz­lerinin altında yatanı, tahkik kendilerinden sâdır olan yalandan ötü­rü, dünyada iken muahaze etmemizi caiz görmez. O halde biz mü1-minlere nasıl sade (ahkâm ve muameleyi) zahire göre uygularsak, onlara da hâl ve akidelerinde zahirde gördüğümüze göre tavır ta­kınırız.

tbnü’l-Kayyım şöyle der: Allah kullarının cürümlerine karşı böy­le muamele eder. Mü’min kulunu te’dip eder, çünkü o kendi nez-dinde sevgili ve şereflidir. Onu az bir zilletle uyarıp sakındırır… Ama kendi gözünden düşenlere ve emrine ters gidenlere gelince, günahla barıştırır, o günah işledikçe de (iyice azıtsın diye) ona ni’-metini artırır[7][142].

Görülüyor ki, Kâab’dan nakledilen bu uzunca hadiste çok önem­li ders ve ibretler var. Şimdi onları özetliyelim i

Birincisi: Dini sebeble tehcir caizdir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) müslümanları Kâab ve iki arkadaşıyla uzun bir süre konuşmaktan men etmiştir. tbnu’l-Kayyım bunu şöyle açıklar: Buradan anlaşılıyor ki hu tür hacredilmiş kimsenin selâmını almak vâcib değildir[8][143]. Çünkü bu Kâab’ın söyledilrinde vardır: «Ben çıkıp müslümanlarla bir­likte namaz kılıyordum. Resûlullah’a gelince de o namaz sonu mec­liste otururken ona selâm veriyordum. Ve bakıyordum dudakları kıpırdayıp benim selâmımı alıyor mu, almıyor mu?»

Yâni bu halde selâmı çevirmesi vâcib olsa elbette alırdı ve c da bunu işitirdi…

İkincisi: Cenâb-ı Hakk’ın, Kâab’ı imtihan için verdiği başka bir iptilâ. Öyle bir deney ki, insan mü’minin bu iman derecesini, Al­lah’a bağlılığını tasar] ayamadığı gibi, nerdeyse, Azîz ve Celil olan Mevlâ’nın bu derece imtihanını caiz görmüyor hâşâ!.. Görüldü ki, Gassan meliki, ona övücü ve büyütücü bir mektup göndermiş, onu, kendisinden yüz çevirerek bu derece ezaya sevkeden müslüman ce­maatı terketmeye da’vet etmişti. Kendi ülkesine gitmesini de tavsiye etmişti. Kendisine orada ikram olunacağına söz vermişti.

Bu ise Kâab’a en büyük belâ idi. Çok daha ağır imtihandı… Ama bu imtihan da onun İman gücünü ve Mevlâsına olan sevgi ve bağlılığını isbata yaramıştı. Ne ayaklan kaymış, ne de zelil olmuş­tu. Bugün Kâab’ın önüne sunulanlar bir kimsenin önüne konsa, onun denendiğinden tek biri ile denense!.. Ama hepsi geçti de o, bütün iman ve İslâm’ını tehdid edenlerin hiçbirisine iltifat etmedi, çilenin altında ezilmedi…

Üçüncüsü: Şükür secdesi ibâdetde meşrudur. Kâab (r.a.)’m ken­disine, tevbesinin kabul olduğunu haber veren müjdecinin sesini du­yunca yaptığı secde buna delildir. İbnü’l-Kayyım bu hususta da şunu söyler: Hz. Ebû Bekir (r.a.i’de kendisine Müseylimetü’1-Kez-zâb’ın katlı haberi ulaşınca böyle secde etm:şti. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) Hâricilerden «Zû Sedye»nin ölüsünü görünce böyle secde et­mişti. Resûlullah (s.a.v.) da, Cebrail’in, kendisine, salât ü selâm ge­tiren kimseye Allah’ın on kere selâm edeceğini müjdelemesi üzerine şükür secdesi etmişti[9][144].

Dördüncüsü: İmam Züfer’den başka bütün Hanefîlere göre, bir kimse malının hepsini sadaka vereceğini adaşa, zekâta tabi ma­lından başkasını vermesi gerekmez. Sadece onu vermesi yeter. De­lilleri ise şudur galiba; Kâab (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)’a: Ben tev-bemin kabulüne karşı bütün malımdan el çekip çıkarak Allah ve Resulü için sadaka edeceğim, demiş de O’da: «Hayır, malının bir kısmını kendine sakla» diye emir vermişti. Malını nezr edince, hep­sini vermesi gerektiği görüşüne meyledenler ise derler ki; Kâab’in Resûlullah’a söylediği «nezr» sigasıyla hakikî mânâda değildir. Bu sadece bir istişaredir, O’nunla (s.a.v.),O da bir kısmını verme­sini tavsiye etmiştir[10][145]. Umarım ki, siyakı kelâma da, Resûlullah’ın cevabına da yakın görüş budur. [11][146]

[1][136] Kavâlçli’l-Ahkâm Fî Mesâlihl’l-Enâttı: 2/187.

[2][137] Bâzı kimseler belki hayret edecek; birçok hususta Vehhâbileri tenkld et­tiğim halde, bu konuda onlarla birlikte karşılarmdakilerl tenkid edişi­mi…

Şübhesiz bu hayret, yanlış bir tasavvurun sonucudur. Ve aslında be­nim tutumum her müslümanın takınması gereken tavırdır. ÇünkU ts-lâm’da, nefis düşkünlüğü veya hlzib taassubuyla birşeyi yorumlama yok­tur. Ama ne yazık ki, herkes kendi görüşünü veya bağlı bulunduğu mez­hebin görüşünü yanlış bile olsa İnadla savunuyor. Ve bu tutumu, da, İslâm’a hizmet ve onu savunma diye takdlnt ediyor… tim! araştırma­larda da böyle oluşu bir garibe… halbuki İlmî araştırmalarla olsun müs-lüman ancak Kitabullah ve sünnet-1 ResüİÜ’n ölçü olması yaraşırdı. Nefsine ve fikrine bu İkisinden başkasının baskı ve te’sirini hoş görme­meliydi.

Müslüman bu gerçeği esas alınca da, artık sözü İle bir mUslümaru muâhaze etmesi, görüşüne düşmanlık etmesi düşünülemezdi. Nitekim bu kitabın bahislerini inceleyen kimse, orada bazı kimselere muhalefetler gö­recektir. Ama Allah şahid ki bu, sırf muhalefet olsun veya onlara karşı bulunayım diye değil, Kur’an ve Sünnet’l düstur edindiğlmdendir. Verdi­ğim hükümlerde yanılsam da mes’ele böyledir.

Yine büyük halk kitlelerine ve bazı sofilere muhalif bahislere de rastlarsınız bu kltabda Bu da kesinlikle karşı grup olan azınlıktakllere bağlılık anlamına değl); Allahın Kitabı’na ve Resûlü’nün sünnetine zer­re kadar ters düşmemek için böyle olmuştur.

Eh, artık müsHlman, uyması gereken gerçeği arıyorsa yol budur. İs­terse birçok hususta ters düştüğü ve çekiştiği zümreler de bu tutumda olsun veya aynı kanaati tasısın Fakat m f Uluman taassub ve aşırılıktan sakınmalıdır  Bu Jkı felâkettir bizi perişan eden

O halde sofiler muhaliflerinin aşırı tenkld ettiği davranış ve görüş­lerini bir hesap etmelidirler; İslâm’da çıkış yolu bulunmayan bu tür ina­nış ve düşünüşlerinde nefislerinin baskısına boyun eğiyorlar mı? Bid’at ve İfrattan sakınıyorlar mı? Kendilerine telkin ve zerk edilen şeyleri bir an İçin tenkit süzgecinden geçirebiliyorlar mı? Ve ciddiyetin şartı doğru­ya götüren yol bu değil midir?…

Zira aşırılık karşı bir aşırılığa sebeptir. (Yâni aşırı tenkit nasıl aşırı tepkiye sebeb olursa bir â,det de, ifrat da şiddetli tenkide sebeb olur.)

Öyle ise kim İslâm’ın ve ilâhî nizamın İlerlemesini, hâkimiyetini ve yaşamasını istiyorsa; her türlü aşırılığa, uydurukçuluğu, bid’atı kesinlikle terk etmelidir. İşte karşımızda aşırı gördüğümüz kimselere karşı bulaca­ğımız tek çâre ve tedavi yolu budur.

[3][138] Kitâbü’I-Keffâ’r-Rûâ’: 48.

[4][139] Tevbe sûresi, âyet: 81, 83.

[5][140] Tevbe sûresi, âyet: 47.

[6][141] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi:

[7][142] Zâdtt’l-Meâd: 3/20. 22.

[8][143] Zâdü’1-Meâd:  3/20, 22.

[9][144] Zâdü’l-Meâd:  3/20, 22.

[10][145] Mebsût:   12/93;   Zâdü’1-Meâd:  3623;   Zavâbıt:  244,  284;  Tefsir,  tbn  Kesir:   2/ 387, 388.

[11][146] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 426-435.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.