sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

Uhud  Savaşı | Siyer Programı – 35. Bölüm

Uhud  Savaşı | Siyer Programı – 35. Bölüm
A+
A-

Uhud  Savaşı

Savaşın Sebebi:

Bedir savaşında sağ kalan Kureyş ululan Bedir’de öldürülenlerin intikamını almayı kararlaştırdılar. Resûlullah (s.a.v.)’a karşı sa­vaşmak üzere kuvvetli bir ordu hazırlamak için Ebû Süfyan’ın ker­vanından ve kervandaki mallardan yararlanmayı plânladılar. Bu konuda Kureyş sözbirliği etmişti. Ayrıca «Ehâfrş» denilen Arap ka­bileleri de kendilerine katıldı. Savaş sırasında müslümanlar onları kuşattığı vakit, erkeklerin bırakıp kaçmasını önlemek için kadınlar­dan da büyük bir kalabalığın yardımını istediler. Sayıları üç bin sa­vaşçıya varan bir ordu ile Mekke’den hareket ettiler.

Resûlullah (s.a.v.) bu haberi duyunca hemen ashâbıyla istişare etti. Onları, düşmanı karşılamak ve savaşmak için Medine’nin dışı­na çıkmakla, Medine’de kalmak arasında muhayyer bıraktı. Buna göre, eğer Kureyş ordusu Medine’ye girerse, orada savaşacaklardı. Müslümanların yaşlılarının bir kısmının fikri, Medine’den çıkma­maktı. Münafıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selûl de bu görü­şün sahiplerinden idi. Ancak Bedir’de savaşma şerefine eremenvş Sahâbe-i Kirâm’dan birçokları da ikinci bir görüş olarak şehrin dı­şına çıkmayı arzu ettiler ve onlar Resûlullah’a şöyle dediler: «Yâ Resûlâllah! Sen bizi düşmanlarımıza karşı çıkar ki, onlar bizim ken­dilerinden korkmadığımızı ve sinmediğimizi görsünler.» Bu görüşün sahipleri Resûluîlah’i kendi görüşlerine razı edinceye kadar onun ya­nından ayrılmadılar. Bunun ‘üzerine, Resûlullah (s.a.v.î hemen hâ-ne-i şeriflerine girip zırhını g^ydi ve silâhını aldı. Resûlullah’a Medi­ne’nin dışına çıkmak için ısrar eden kişiler, arzu etmediği şeyi ona zorla kabul ettirdiklerini zannederek yaptıklarına pişman oldular. Resûlullah (s.a.v.) çıkıp yanlarına gelince: «Yâ Resûlâllah, senin hoş­lanmadığın şeyi biz sana ısrar ettik! Halbuki bu konuda bize herhan­gi bir şey düşmez. Sen istersen, Medine’de kal!» dediler. Resûlullah (s.a.v.) da: «Bir peygambere, zırhını giydikten sonra düşmanlarıyla savaşmadan onu çıkarıp yerine koyması yaraşmaz[1][29]» dedi.

Sonra Resûlullah Cs.a.v.) ashabından bin kişilik bir orduyla Me­dine’den dışarı çıktı. Bu hareket hicretten iki yıl sekiz ay sonra, Şev-vâl’in yedinci günü Cumartesi olmuştu[2][30]. Hz. Peygamber’in ordusu Medine ile Uhud arasında bir yere gelince, münafıkların başı Abdul­lah bin Ubey bin Selûl kendi adamları ve taraftarlarıyla birlikte or­dunun üçte biri kadar bir toplulukla ayrılıp; «O (Resûlullah’ı kasde-dlyor) re’y ve görüş sahibi olmayan delikanlıların sözünü dinledi de beni dinlemedi. Şuracıkta biz, kendimizi ne diye öldüreceğimizi bir türlü anlıyamadım?» diyerek geri döndü.

Abdullah bin Haram onların arkasından yetişerek, «Allah’ı se­verseniz, Resûlullah’ı yardımsız bırakmayınız» diyerek yalvarıyor-du. Fakat Abdullah bin Ubey bin Selûl de, «Bllsek ki savaş olacak, mutlaka sizinle gelirdik» dedi. Buharı, Zeyd bin Sabit (r.a.)’den şu­nu naklediyor:

Müslümanlar kendilerinden ayrılıp giden bu kişilerin durumu hakkında anlaşmazlığa düştüler. Bir grup, -onlarla savaşalım» der­ken, diğer bir grup da; «Bırakalım onları» diyordu. Bu konuda Ce-nâb-ı Hakk’ın şu kelâmı indi: -Siz hâlâ niçin münafıklar hakkında – Allah onları kazandıkları bunca günahlar yüzünden tepesi aşa­ğı getirdiği halde – iki zümre (bölük) oluyorsunuz? Allah’ın saptır­dığını siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz? Allah kimi saptı-rırsa, artık onun için hiçbir yol bulamazsın[3][31]».

Sahâbe-i Kirâm’dan bazıları, yahudilerle aralarında yardımlaş­ma sözleşmesi bulunduğu için onlardan yardım istemeyi teklif et­tiler. Resûlullah (s.av.) da: «Bir şirk ehlinden birine karşı diğer şirk ehlinden yardım isteyemeyiz[4][32]» buyurdu.

Resûlullah ve Ashabı – yediyüz savaşıçyı aşmıyorlardı – Uhud’da Şı’b vadisinde karargâh kurdu. Müslümanlar Medine’yi karşıları­na alarak arkalarını dağa verdiler. Resûlullah Cs.a.v.) müslüman-ların arkasındaki dağın tepesine elli kişilik bir okçu grubunu yer­leştirdi ve onların başına Abdullah bin Cübeyr’i komutan ta’yin et­ti. Ayrıca onlara şöyle emir verdi: «Haydi kalkınız, şurada yerlerini­zi alınız. Bizi arkamızdan koruyunuz! Düşmanı yendiğimizi görse­niz de sakın, bize katılmayınız! Düşmanların bizi öldürdüklerini gör­seniz de, yine gelip bize yardımcı olmayınız[5][33]» dedi.

Râfi bin Hadx Semûre bin Cündeb, Resûlullah ile beraber savaşa katılmaya ısrar ettiler. Halbuki, yaşları henüz onbeş idi. Re­sûlullah (s.a.v.î yaşlarının küçüklüğü sebebiyle onları kabul etme­di. Resûlullah’a: «Ey Allah’ın Elçisi! Râfi gerçekten bir okçudur» de­nilince, ona izin verdi. Bunun üzerine Semûre bin Cündeb tekrar Resûlullah’m yanına sokularak: «Vallahi ben Râfi’yi yenerim» de­di. Bu sefer Resûlullah (s.a.v.)  ona da izin verdi.

Resûlullah (s.a.v.) elinde tuttuğu kılıcını göstererek: «Bu kılıcı, hakkını vermek üzere kim alır?» diye sordu. Ebû Dücâne, Resûlul­lah’m yanına gelerek: «Onun hakkını vermek üzere ben alırım» de­di. Hz. Peygamber de kılıcı ona verdi. Ebû Dücâne kırmızı bir sa­rık çıkarıp başına sardı. Ölesiye savaşmayı istediği vakit, o böyle yapardı. Sonra saflar arasında çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.): «Bu öyle bir yürüyüştür ki, Al­lah onu bu gibi yerlerin dışında sevmez[6][34]» buyurdu. Sonra Resû­lullah (s.a.v.) sancak-ı şerifi Mus’ab bin Umeyr’e verdi. Müşriklerin sağ kanadına Halid bin Velid, sol kanadına ise, Ebû Cehü’in oğlu tkrime kumanda ediyordu.

Artık insanlar savaşmaya ve birbirini öldürmeye başladılar. Savaş iyice kızışmıştı. Müslümanlar, müşriklerin bozulmaya başla­dıklarını anlıyorlardı. Müşriklerle karşı karşıya meydan okuyarak savaşanların başında Ebû Dücâne, Hamza bin Abdülmuttalib ve Mus’ab bin Umeyr (r.a.) gelmekteydi.

Mus’ab bin Umeyr (r.a.), Resûlullah (s.a.v.) ‘in önünde şehid edilince sancak-ı şerifi Ali bin Ebi Tâlib kaptı. Allah (c.c.) müslü-manlara yardımını gönderir göndermez, hemen müşriklerin safla­rında yenilgi görüldü. Artık müşrikler hiçbir şeye bakamaz oldu­lar ve kadınları «yazıklar olsun» diye bağrışmaya başladılar. On­ların arkasından da, müslümanlar önlerine geleni kılıçtan geçiri­yorlar, mallarını da yağma ediyorlardı. Bu durumu gören dağın te­pesindeki nöbetçi okçular, aşağı inmeyi tartışmaya başladılar ve aralarında anlaşmazlık çıktı. Okçuların çoğu savaşın sona erdiği­ni zannederek, hemen aşağı indiler. Arkadaşlarıyla yerinde kalan Abdullah bin Cübeyr de Sahâbe-i Klrâm’dan beş kişi ile birlikte şe­hid oldu. îbn Hişâm’ın rivayetine göre, o beş kişinin sonuncusu Umâre bin Yezid bin Seken idi. O da Resûlullah’m önünde yarala­nıp yere düşünceye kadar savaştı. Resûlullah (s.a.v.î, onun yere düşmesi üzerine: «Onu bana doğru yaklaştırınız» buyurarak, mü­barek ayaklarım onun başına yastık yaptı. Yanağı Resûlullah’m ayağı üzerinde iken ruhunu teslim etti.

Sonra savaş iki taraf arasında sakinleşti ve müşrikler savaş alanım bırakarak dağıldılar. Kazandıkları zaferle gururlandılar Müslümanlar şehidleri için feryâd ediyordu. Şehidlerin arasında, Hamza bin Abdülmuttalib, Yemân, Enes bin Nadr, Mus’ab bin Umeyr ve daha birçokları vardı. Hz. Peygamber (s.a.v.), amcasının şehid edilişine son derece üzüldü. Hz. Hamza’ya müsle yapılmıştı. Yâni karnı yarılmış, burnu ve kulakları kesilmişti. Resûlullah (s.a.v.) şe-h’dlerden iki kişiyi bir elbiseye koyuyor ve soruyordu: «Onların Kur’an’dan en çok ezbere bileni hangisi? Kendisine gösterileni daha önce kabre koyuyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.): «Kıyamet günü bu kişilere şahidlik edecek benim» buyurdu. Onların üzerlerine cena­ze namazı kılınmadan ve yıkanmadan kanlı elbiseleriyle defnedilme­lerini emretti[7][35].

Yahudiler ve münafıklar müslümanlann başına gelenlere sevinç­lerini göstermeye başladılar. Abdullah bin Ubey bin Selûl ve arka­daşları, müslümanlara:

«Eğer siz beni dinleseydiniz, sizden öldürülen kişiler öldürül-mezdi» diyorlardı. Üzerinde vehme kapıldıkları zaferi ve Resûlul­lah ile ashabının arasını açmak için çeşitli yolları denemeye baş­ladılar. Bunun üzerine Allahü Teâlâ, yahudilerin ve münafıkların uydurdukları yalan haberlerin asılsızlığını açıklamak, Uhud sava­şında meydana gelen olayların hikmetini beyân etmek için Âl-i İm-rân süresindeki şu âyet-i kerimeleri indirdi. O âyetler: «Hani sen, mü’minleri savaş için duracakları yerlere yerleştirmek üzere erken­den evinden ve ailenden ayrılmıştın. Allah hakkıyla işiten, herşeyi bilendir» âyetiyle başlıyor, «Kendiler, evlerine oturup kardeşlerine: (Bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi)» dediler. De ki, «Eğer doğru sözlü  iseniz,  ölümü kendinizden savın[8][36]»   âyetiyle  sona eriyor.

Resûlullah (sa.v.) Cumartesi akşamı Uhud’dan geri döndü. As-hâbıyla birlikte geceyi Medine’de geçirdi. Müslümanlar da geceyi, yaralarını tedavi etmekle geçirdiler. Resûlullah (s.a.v.) Pazar günü sabah namazını kıldırınca Hz. Bılâl’e, bağırarak şöyle söylemesini emretti: «Resûlullah (s.a.v.) size düşmanı takib etmenizi ve dün savaşta bulunanların dışında kimsenin bizimle birlikte çıkmamasını emrediyor1» Hz. Peygamber (s.a.v.) henüz bağı çözülmemiş sanca­ğını istedi. Onu Hz. Ali’ye verdi. Müslümanlar aralarında yaralılar ve düşkünler olduğu halde yola çıktılar. Ta, Hamrâu’l-Esed’e kadar gelip karargâhı kurdular  Burası, Medine’ye on mil uzaklıktaki bir yerdi. Müslümanlar burada büyük büyük ateşler yaktılar. Ta uzak yerlerden görülsün ve sayılarının çok kalabalık olduğu sanılsın di­ye böyle yaptılar.

Ma’bed bin Ma’bed el-Huzaî, – henüz o gün Huzaa müşriklerin­den biri idi – yanlarından geçti. Sonra onlardan uzaklaşıp aşarak müşriklerin yanına geldi. Müşrikler Uhud’da kazandıkları başarı­nın gururu, sevinci ve şamatası içinde idiler. Müslümanların işini bitirmek için tekrar Medine’ye dönmeyi müzakere ediyorlardı. Saf-van bin Ümeyye ise onları bundan vazgeçirmeye uğraşıyordu. Ebû Süfyan, Ma’bed’I görünce: «Ey Ma’bed! Geriden, geldiğin yerden ne haber var?» diye sordu. O da: «Yazık size! Muhammed ile ashabı, şimdiye kadar bir benzeri daha görülmemiş sayıda asker toplayıp peşinize çıktılar. Size olan kızgınlıklarından dolayı ateş püskürü-yorlar! Onlarda size karşı bir benzeri daha görülmemiş bir kızgın­lık var!» dedi. Yüce Allah da bu sözlerle müşriklerin kalblerine bü­yük b’.r korku düşürdü. Onlar da hemen Mekke’nin yolunu tutarak, sür’atle kaçtılar. Resûlullah (s.a.v.), Hamrau’l-Esed’de pazartesi, sa­lı ve çarşamba günlerini geçirip sonra Medine’ye döndü[9][37].

Dersler ve İbretler

Uhud savaşı her asırdaki müslümanlar için önemli dersleri ih tiva ediyor. Uhud savaşının, açıkladığımız şekil üzere vuku bulma­sının hikmeti şudur: Orada müslümanlara, düşmanla yaptıkları sa­vaşlarında, zafere nasıl ulaşılacağını, hezjmet ve dağılma tehlikele­rinden nasıl korunulacağını öğreten pratik dersler veriliyor. Şimdi biz, bu büyük derslerin üzerinde durup sırayla düşünelim:

1- Yine burada Resûlullâh’ın kendisi için edindiği bir pren­sip ortaya çıkıyor. O da müşavere ve araştırmayı gerektiren her işte, ashâbıyla müşavereye başvurmasıdır. Fakat biz burada, Be­dir Savaşı öncesinde vuku bulan müşaverede göremediğimiz ayrı bir özellik üzerinde duracağız. Hz. Peygamber (s.a.v.), Ashabın, gö­rüşlerinden vazgeçip, pişman olmalarına ve uygun gördüğü takdir­de Medine’de kalmasını rica etmelerine rağmen; savaş hazırlığını bitirip, zırhını giydikten sonra, düşmanı karşılamak için Medine dı­şına çıkmadan geri dönme fikrine katılmadığını gördük. Halbuki Resûlullah (s.a.v.) müşavere ânında Medine’de kalma fikrine mey­lediyordu ve öyle görünüyordu.

Bundaki açık hikmet, belki de; savaş için gerekli hazırlığı yap­tıktan ve Resûlullah silâhını alıp zırhını giymiş bir vaziyette, asha­bının ve kavminin içinde göründükten sonra, artık iş; yeniden mü­nakaşa etmenin, istişare ölçülerini aştığını gösteriyordu. Özellikle de, müşavereyle birlikte, o kadar büyük bir sebat isteyen savaş ka­rarlarında, yine savaş için gerekli hazırlığı yaparak onların yanına çıktıktan sonra Resûlullah’ın, Medine dışına çıkmayı’ ertelemesin­den, bir irade zaafı ve bocalama anlamı çıkacaktı. Bu ise çok kere anlamsız korku ve endişeden kaynaklanıyor. Bunun i.in, Hz. Pey­gamber (s.a.v.) kavminin şamatasına ve kendi aralarındaki itham­lara aldırmaksızın kesin tutumunu belirten bir ifade ile onların sö­züne: «Bir peygambere zırhını giydikten sonra düşmanlarıyla savaş­madan onu çıkarıp yerine koyması yaraşmaz[10][38] diye cevab verdi…

2- Bu savaşta münafıkların hali iyice açığa çıkmıştı. Bu da tabiîdir. Hani bu savaş, birçok gaye ve hikmetleri ihtiva etmekte­dir. En önemlilerinden biri de mü’minleri, aralarına katılmış bulu­nan münafıklardan arındırmaktır. Bunun arkasında da müslüman-lar için büyült faydalar vardır. Nitekim sonunda durum onların ya­rarına tecelli etmişti.

Abdullah bin Ubey bin Selûl’ün, Medine’den çıktıktan sonra üç-yüz kişilik taraftarıyla birlikte, Resûlullah ve ashabından nasıl ay­rılıp gittiğini görmüştük. Kendi itirafına göre bunun zahirdeki sebe­bi; Resûlullah (s.a.v.)’in, yalnızca toy delikanlıların görüşünü alıp, kendi gibi yaşlılardan, düşünce ve kanaat sahibi kişilerin görüşü­nü almayışıdır. Ancak için hakikatında kendisinin, mü’minlerin ya­nında savaşmayı istememesi var. Çünkü o kendisini, tehlikeli ve meçhul işlere atmayı arzu etmiyor… Münafıkların en bariz özellik­lerinden biri de işte bu: İslâm’ın helâl kıldığı ganimetleri almayı ama, bu uğurdaki zarar ve yorgunluklardan uzak durmayı ister­ler!… Onların islâm’dan beklediği yalnızca iki şeyden birisidir: Bek­ledikleri ganimeti almak, çekindikleri zorluk ve meşakkattan kaç­mak.

3- Hz. Peygamber (s.a.v.), bu savaşta müslümanların sayısı­nın azlığına rağmen, gayr-i müsümlerden yardım istemeye razı ol­madı. İbn Sa’d’ın Tabakat’ındaki rivayetine göre, Resûlullah (s.a. v.) şöyle buyurmuştur: «Ehl-i şirkten birine karşı, diğer ehl-i şirk­ten yardım istemeyiz[11][39]». Müslim de şu hadîsi rivayet etmiştir: Resûlnilullah ts.a.v.) Bedir günü, kendisiyle birlikte savaşmak için arka­sından gelen bir adama: «Sen Allah’a inanıyor musun?» diye sor­du. O da: «Hayır», deyince, Resûlullah (s.a.v.) : «Öyle ise hemen geri dön. Ben ebediyyen bir müşrikten yardım istemem» buyurdu.

Ulemadan büyük bir çoğunluk, buna binâen, savaşta kâfirler­den yardım istemenin caiz olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. Bu hususta Imâm-ı Şafii, bir ayırım yaparak şöyle demiştir: «Devlet başkanı, kâfirin müslümanlar hakkında iyi niyetli ve emanet sahi­bi olduğuna kanaat getirirse ve o andaki ihtiyaç kâfirden yardım istemeyi de gerekli kılıyorsa, yardım istenebilir. Aksi halde olmaz’».

Bu görüşün bütün deliller ve kaidelerle ittifak halinde olduğu muhtemeldir. Zira Hz. Peygamber’in Huneyn günü, Safvan bin Ümey-ye’nin yardımını kabul ettiği rivayet edilmiştir. Bu duruma göre, bu mes’ele, siyaset-i şer’iyye diye isimlendirilen şeyler çerçevesine gir­mektedir. Resûlullah’ın Bedir ve Uhud’da yaptığıyla Huneyn’de yap­tığının arasındaki farkı, inşâallah münasip yerinde açıklayacağız..

4- Üzerinde düşünmeye değer hususlardan biri de Semûre bin Cündeb ile Râfi bin Hâdic’in durumlarıdır. Halbuki her ikisi de he­nüz onbeş yaşlarım aşmamış çocuklardı. Savaşa katılmak için, ken­dilerine izin vermesi için nasıl da gelip Resûlullah’a yalvarıyorlar..Hangi savaşa? Ölümün kol gezdiği savaşa. Taraflar arasında mu­vazenenin bulunmadığı bir savaşa. Müslümanların sayıları yediyü-zü ğeçmiyorken kâfirlerin üç bin kişiyi aşan bir güce sahip olduğu savaşa…

Hakikaten, İslâm’a fikri saldırıda bulunanların bazısı bu gibi olaylar üzerinde dururken-, Arapların ardı arkası kesilmeyen harb-lerin gölgesinde yaşayan bir millet, yâni savaş ortamında gelişmiş, varlığını sürdürmüş millet olduklarını sanmış; bunun için de o sa­vaşlara, onlara göre korkudan uzak ve bütünüyle benimsenen bir durum olarak bakmışlardır. Bu son derece garib bir görüştür.

Şübhe yok ki bu tahlili yapan kişiler; bu sözleri söylerken, hay­ret verici bir ısrar içinde-, Abdullah bin Ubey bin Selûl ve arkadaş­larından üçyüz kişinin, sırf rahatları ve savaşın doğuracağı tehli­kelerden uzak kalmak niyeti, yâni korkudan ötürü geri döndükle­rini görmezlikten geliyorlar!.. Ve yine bu tahlilin sahipleri: yaz sıcağının ortasında Medine’nin gölgesini, meyvalarını ve sularını tat­mak isteyen, «bu sıcakta savaşa çıkmayınız!» diyerek, Resûlullah’ın savaşa çıkma çağrısından yüz çeviren bu münafıkların savaştan ka­çışlarını da görmezler. Müşriklerin sayılan kabarık, müslümanla-rın sayıları az ve kalblerine de korku düşmüş olduğu halde, Bedir savaşında müşriklerin yenilgilerini de görmemezlikten gelirler… Halbuki müşrikler de savaşların gölgesinde doğmuş, o çilelerle bes-lenmş ve onların zorluklarını küçümsemiş olması gereken aynı Arap soyundan idiler.

Apaçık bir olayın vereceği hükmü kabulîenmcyip kaçırmak, in­saflı bir kişi için oldukça zordur. Şöyle ki: Bu gibi çocukların, ölü­mün üzerine doğru koşmalarındaki sır, yalnızca kalbe kök salmış, üzerine de şiddetli bir peygamber sevgisi yerleşmiş yüce bir iman duygusudur. Bu iman ve bu sevgi’ nerede bulunursa; böyle yiğitlik ve ölümün üzerine yürüme, orada kendini gösterir. Nerede, kalb-deki muhabbet azalır, iman da zayıflarsa; hemen orada atılganlık tembelliğe ve çekingenliğe, ölümün üzerine doğru yürüme de, kor­ku ve ürkekliğe dönüşür…

5- Resûlullah’ın, ashabının saflarını düzene korken, onlara sa­vaş vaziyeti aldırırken, müslümanların arkalarına gerekli muhafız­ları yerleştirirken ve okçulara savaş meydanındaki arkadaşlarının durumunu nasıl görürlerse görsünler; kendisinden bir emir alma­dıkça kesinlikle yerlerini terketmemelerini emrederkenki halini dü­şünerek diyoruz ki; bâris bir hakikat ortaya çıkar ve arkasından da diğer birçok önemli olaylar aydınlığa kavuşur!

O bariz hakikat, onun savaş ânında gösterdiği askeri meha-retidir. Resûlullah (s.a.v.) savaş plânlarını ve taktiğini tensipte, kur­maylıkta önde gelmektedir. Şübhesiz ki Allahü Teâlâ onu bu saha­da nâdir bir dehâ ile mücehhez kılmıştır Fakat biz diyoruz ki, bu dehâ ve meharet, ancak onun semavî risâlet ve nübüvvetinin ar­kasından gelir. Resûlullah’ın savaş tekniğinde ve diğer hususlarda mahir ve dâhi olmasını gerekli kılan şey, Nübüvvet ve Risâlet mer­kezidir. Nitekim aynı merkez onun her türlü zelle ve sapmadan uzak ve masum olmasını gerekli kılmıştı. Biz bu hususu bu kitabın bi­rinci bölümünde açıkladık. Artık tekrarına gerek yoktur.

Resûlullah (s.a.v.)’in özel olarak okçular için, genel olarak da ashabı için yaptığı şu güzel tavsiyelerin arasından çıkacak bir ib­ret de, okçuların bir kısmının Resûlullah’m direktiflerinden çıkma­ları sonucu tahakkuk eden sonuçta görülür. Sanki Resûlullah (s. a.v.), daha sonra meydana gelecek olan bu olayın perde arkasını, Nübüvvet feraseti veya Allah’tan  gelen  bir vahiyle görmüştü  de, birtakım tavsiye ve emirlerle onu izhâr ediyordu. Sanki Hz. Pey­gamber, ashâbıyla birlikte nefişlerindeki düşmana, nefislerinin arzu­larına veya nefislerinde bulunan ganimet ve mal isteğine karşı can­lı bir manevra veriyordu. Neticesi ne olursa olsun, bu manevra bü­yük bir fayda ifade ediyor. Bazan menfî bir netice müsbet netice­den daha fazla yarar sağlıyor… emir sahiplerine itaatın ne kadar mühim bir mesele olduğu ,itaatsizliğinde ne kadar feci sonuçlar ortaya çıkarıyor dersini islam ümmetine veriyor

6- Hakkını vermek üzere,   Resûlullah’m   elinden kılıcı   alan Ebû Dücâne, saflar arasında çalımlı çalımlı dolaşıyordu. Resûlullah (s.a.v.) onun bu halini ayıplayıp yasaklamadı. Ancak şöyle buyur­du: *Bu öyle,bir yürüyüştür ki, Allah bu gibi yerlerin dışında on­dan hoşlanmaz», fiu hadis-i şerif, basit hallerde haram kılman ki­birli davranışların, savaş halinde haramlığmın ortadan kalktığına delâlet ediyor. Bir müslümanın yeryüzünde kibirlenerek, çalım ata­rak yürümesi, yasaklanan davranışlardandır. Fakat bu davranış sa­vaş alanında haram değil, güzel bir iştir. Evleri veya kapları ve bardak bibi şeyleri, altm ya da gümüşle süslemek gibi haram kı­lınan kibirli davranışlardandır. Ancak savaş âletlerini ve silâhları gümüşle süslemek yasak değildir. Buradaki kibirli davranış, ancak hakikatta  düşmanlara  karşı  İslâm’ın  şerefiyle  övünmektir.  Zaten bu, müslümanlarca önemini yitirmemesi gereken nefisle savaşın mâ­nâsını ifade eder.

7- İyi düşününce müslümanlarla düşmanları arasında devam eden bu savaşın iki devrede sürdüğünü görürüz.

Birinci Devre: Bu bölümde müslümanlar yerlerine ve komutan­larından aldıkları emirlere sahip çıktılar. O halde bunun semeresi ne olmuştur? Olan şu: Müslümanlar zafere doğru ilerlerken müş­riklerin saflarında hezimet belirdi. Üçbin kişinin kalbini korku sa­rınca, hemen yerlerini terkedip, arkalarına dönüp kaçmaya başla­dılar. Şu âyet-i kerime işte bunu açıklar: «An d olsun ki Allah size verdiği sözde durdu. O’nun izniyle kâfirleri kmp biçiyordunuz,..[12][40]».

İkinci Devre: Bu devrede de müslümanlar, yakaladıkları düş­manların işini bitirmek, bırakılan eşyaları ve malları ganimet ola­rak almak için müşriklerin arkasından koşmaya başladılar, işte o zaman okçular üstlendikleri dağın tepesinden; arkadaşlarının, kaç­maya yeltenen düşmanlarına, kılıç çalmak yerine silâhlarını bıra­kıp mal ve ganimet peşine düştüklerini gördüler. Bu sefer okçuların bir kısmı ganimet almak için savaş alanındaki arkadaşlarına katıl­mak istediler… Bu İstek onları şöyle düşündürdü: Demek ki, Resûlullah’tan aldıklan emirler sona ermiş. Bu anlayışla da, onlar yer­lerini terketmek için Resûlullah’tan izin gelmesini bekleme ihtiya­cım duymadan, tepeden inmeye karar verdiler. Bu onların bir iç­tihadıydı. Başlarındaki komutan Abdullah bin Cübeyr ile birkaç ar­kadaşı onların bu içtihadına karşı çıktı. Fakat bu içtihadın sahip­leri inip ganimet almak için arkadaşlarına katılmaya gittiler. Peki, bunun neticesi ne oldu?

Müşriklerin kalblerlni saran bu korku, yeni bir atılıma dönüş­tü. Kaçmak üzere olan Halid bin Velid de; birdenbire hile ve tuzak yolları açılınca, düşünerek etrafına baktı. Daha önce tahkim edil­miş olan tepeyi muhafızlardan ve nöbetçilerden boşalmış buldu. Ka­fasında aniden askeri bir fikir şimşek gibi parladı. Yanındaki müş­rik askerlerle birlikte dağın arkasını dolaşır dolaşmaz, aşağıya in-meyip tepede kalanları hemen şehid ettiler. Müslümanları arkala­rından ok atarak bozguna uğrattılar!.. Gördüğünüz gibi, bu sefer de korku müslümanların gönlünü kuşatmaya başladı. Şu âyet-i kerîme de savaşın bu bölümüne işaret etmektedir: «Andolsun ki Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra gevşeyip, bu hususta çekiş­tiniz ve isyan ettiniz. Sizden kimi dünyayı, kimi âhireti istiyordu. Derken denemek için Allah sizi geri çevirip bozguna uğrattı. Andol­sun ki Allah sizi bağışladı. Allah’ın inananlara ni’meti boldur[13][41]».

Bakınız, bu hatânın vebali ne kadar büyük, neticesi de ne ka­dar genel oldu:

islâm ordusunda az sayıdaki kişilerin hatâsı, hepsinin başına ne kötü bir akıbet getirdi. Hattâ o vebalin neticesinden, Resûlullah (s.a.v.) bile kurtulamadı… Kâinatta Allah’ın kanunu budur. Bu or­dunun içinde Resûlullah’ın bulunması bile, o kanunun işlemesine engel olamadı. Halbuki Resûlullah (s.a.v.) yaratıklar içinde, Allah’­ın en çok sevdiği varlıktır. Bu okçuların hatâları ile bugün hususi ve umumi hayatımızın çeşitli yönlerinde etkili, müslümanların muh­telif hatâları arasındaki ilgiyi düşününüz. Bir de Allah’ın müslü-manlara olan sonsuz lütfunu düşününüz ki Allah, iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmek ödevini edâ etmedikleri, tek fikirde birleş-medikleri, elleriyle kazandıkları cezayı hakettikleri halde, müslü-manları cezalandırmıyor. Bu hususu düşündüğümüz takdirde, bazı­larının : «Bu gün Müslüman milletlerin diğer emperyalist devletler karşısında mağlûb bir şekilde yaşamalarının hikmeti nedir? Halbu­ki bunlar Müslüman, öbürleri kâfir ya!..» sorusuna karşılık verile­rek cevabı anlaşılmış olur.

8- Bu savaşta, Resûlullah’ın birçok eziyetlere uğradığını, ba­şının yaralandığını, kesici dişinin kırıldığını, kanın yüzünde iz ya­parak aşağıya doğru aktığını ve birçok meşakkatlere düştüğünü görmüştük. Bunların her biri, müslümanların, komutanlarının emir­lerinin dışına çıkmalarından dolayı meydana gelen hatânın sonuç­larından birer parçadır. Fakat Müslüman ordunun saflarında Re-sûlullah’ın  öldürüldüğü  haberinin  yayılmasındaki  hikmet  nedir?

Cevab: Müslümanların Resûlullah’a ve onun kendi aralarında bulunmasına olan düşkünlükleri, kendileri için bir kuvvet kayna­ğıydı. Öyle ki onlar, Resûlullah’ın ayrılığını bile tasavvur edemiyor-lardı ve ondan sonra kendileri için bağlanacak bir kudreti akıl­larından bile geç irem iyorlardı. Böyle olunca da Resûlullah’ın vefat işi, onlar için akla gelmeyen birşeydi. Sanki onlar, akıllarından bu-‘nun hesabını siliyorlardı. Şübhesiz ki onlar, Resûlullah’ın gerçek ölüm haberi ile, bu uykularından uyanmış olsalardı, elbette ki bu haber onların yüreklerini hoplatır, inanç dünyalarını sarsıntıya uğ­ratır ve birçoklarının gönlünde onun yüceliğini yıkardı.

Bu savaştaki büyük askeri dersler arasında bir de bu yalan haberin yayılması, müslümanların inanç ve iradesini deneme ol­ması bakımından insanı dehşete düşüren bir hikmet ifade eder. Çünkü bu müslümanların tâ baştan beri nefislerini alıştırmaları gereken bir konuda denenmesidir. Yâni Resûlullah aralarından çe­kilince, tabanları üzerine geri dönmemelerinin gerektiği ilkesidir bu. Bu gerçeğe alışıp ulaşsınlar böylece… Müslümanların çoğunun, Resûlullah’ın öldüğü şeklindeki haberi duyunca gösterdikleri yıl­gınlık ve şaşkınlığı açıklamak için de şu âyet-i kerime nazil olmuş­tu: «Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip geçmişti. Şimdi o, eceliyle ölür veya öldürülür-se, siz ökçelerinizin üzerine gerisin geri mi döneceksiniz? Kim böy­le ökçeleri üzerinde arkaya dönerse, elbette Allah’a hiçbir şeyle za­rar vermiş olamaz.  Allah  şükredenleri  mükâfatİandıracaktır[14][42]

Resûlullah, fiili olarak Refik-i A’lâ’ya kavuştuğu gün bu der­sin müsbet neticesi ortaya çıkmıştı. Şu Uhud şayiası hakkında inen Kuran âyeti ile birlikte, müslümanları uyandırmış ve onların dik­katini asıl hakikata çekmişti. Müslümanlar bu şuura ererek, üzün­tülü kalbleriyle, Resûlullah’ı ebedî yolculuğa uğurladılar. Sonra, kendilerine bırakılan emânete döndüler: O emânet, Allah uğrunda cihad ve İslâm’a da’vettir. Müslümanlar inançlarında daha güçlü, Allah’a olan tevekküllerinde ve akidelerinde daha sağlam bir bağ­lılıkla cihad ve da’vet emânetini yerine getirdiler.

9- Ölümün, Resûlullah’ın ashabı üzerine üşüştüğünü düşüne­lim. Bu durumda onlar Resûlullah’ın etrafına kümelenmiş müşrik­lerin oklarına ve darbelerine karşılık kendi vücutlarıyla onu koru­yorlar. Ok yağmurunun altında birinin ardından diğerine iş düşü­yor. Halbuki onlar bu durumda büyük bir neş’e içinde ve Resû­lullah’ın hayatını korumaya çok istekli bir halde idiler. Bunun dı­şında hiçbir şeye aldırmıyorlar… Bu hayret verici fedakârlığın kay­nağı nedir?

Şübhesiz ki onun kaynağı, önce Allah’a ve Resûlü’ne iman, ikin­ci olarak da Resûlullah sevgisidir. Bunların her ikisi birlikte, bu eşsiz ve hayret verici fedakârlığın sebebidir. Müslüman ikisine bir­likte muhtaçtır. Bir müslümanın kalbi, Allah ve Peygamber sevgi­si ile dolmadıkça, inanılması gerekene iman ettiğini iddia etmesi yeterli değildir. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuş­tur: «Hiçbiriniz, ben kendisine, babasından, evlâdından ve bütün in­sanlardan daha sevgili olmadıkça, hakkıyla iman etmiş olmaz[15][43]-.

Bu demektir ki, Allahti Teâlâ insanda aklı ve kalbi yaratmıştır ki, birincisiyle düşünsün ve inanılması gereken hususlara iman et­sin. İkincisini de Allah’ın sevmesini emrettiklerini sevmekte, buğ-zedilmesini emrettiklerine buğzetmekte kullansın. Kalb, Allah, pey­gamber ve sâlih kullan sevmekle meşgul olmazsa, mutlaka şehvet, heva, heves ve haramların sevgisi ile dolacaktır Kalb, şehvet, heva ve heves ile dolup taştığı takdirde de; itikadın tek başına sahibini bu tür fedakârlıklara sevketmesi çok uzaktır.

Bu hakikat ahlâk ve terbiye âlimlerinin kabul ettiği asıl ger­çeklerdendir. Aklın reddedemiyeceği tecrübeler bunu göstermekte­dir.

Bu konuda Jan Jack Rousseau’nun «Emil» adındaki kitabında söylediklerine bakalım:

Faziletleri yalnızca aklın üzerine kurma isteği hakkında çok söz söylendi ve tekrar edildi. Onun için de (yâni akıl için) sağlam bir esas gerekmektedir. Bu hangi esas olacak? Söyledikleri gibi fazilet nizamın tâ kendisidir. Nizama inanmak, benim hususi mutluluğu­mu kuşatmaya yetecek mi? Bu savunulan esas, kelimelerle oynamak­tan başka birşey değildir. Bu duruma göre fazilet, çeşitli şekillerle nizam sevgisinin tâ kendisidir[16][44]».

Bu gerçekten dolayı Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti 1933 yılında toplantı salonlarında ve kulüplerde içkiyi, içkinin alını-satı-mınm yasaklandığını ilân etti ise de, faydasını kabul edip inandığı bu şeyi gerçekleştirmeye gücü yetmedi. Çünkü kısa bir müddet geç­memişti ki, kanun yapıcıları izlerinin üzerine geri döndüler. Ya­saklama üzüntüsünden dolayı sendeleyerek vazgeçtiler. Koydukları kanunu yürürlükten kaldırınca, yeniden kadehlerini bir yudumda boşaltmaya başladılar.

Halbuki Resûlullah’ın ashabı (belki onJar bugünkü Amerikalı­lara nisbetle, fayda ve zararları bilme, medeniyet ve kültür yönün­den daha zayıf yetişmişlerdi) yalnızca Allah’ın kendilerine içkiden vazgeçmeleri hususundaki emrini duymakla yetinmişlerdi. Onlar he­men kadehlerini kırıp, şarap fıçılarını etrafa döktüler ve sesleri «Vazgeçtik yâ Rabbi, vazgeçtik» diye yükseldi.

Bu iki olay, iki şekil arasındaki fark şudur: Onların kalbine iman iyice yerleşmiştir. Böyle olunca da kalbin arzusu Allah’ın em­rine ve hükümlerine tâbi olmuştur.

Bu sevgidir. Resûlullah’ın ashabının kalbine kök salmış olan bu arzu, onlara, göğüslerini Resûlullah’a siper ettiriyor. Ve onun ha­yatını koruma uğrunda ölümle kucak kucağa getiriyor onları. Uhud savaşında bu muhabbetin eseri olarak ortaya çıkan nice eşsiz sah­neler vardır. Çünkü bu, muhabbet sahibinin kalbini iyice kapla­mıştır artık…

İbn Hişâm  şunu nakleder:

Uhud günü Resûlullah (s.a.v.) ashabına-. «Sa’d bin Rebi’nin ne yaptığını-, onun canlılar arasında mı, yoksa ölüler arasında mı bu­lunduğunu görüp, bana kim haber getirir?» diye sordu. Ensâr’dan bir zât: «Yâ Resûlâllah! Ben Sa’d’m ne yaptığını görüp, sana bir haber getireyim» dedi. Ensâri sağa sola bakındı. Bir de ne görsün, Sa’d yaralı olarak, ölüler arasında henüz ruhunu teslim etmemiş… Ensâri ona: «Resûlullah senin sağlar arasında mı, yoksa ölüler ara­sında mı bulunduğunu görüp kendisine haber götürmemi bana em­retti» .dedi. Bunun üzerine Sa’d: «Ben artık ölüler arasındayım! Re­sûlullah’a selâmımı ilet ve de ki: Sa’d bin Rebi’: Senin için-, ümmet­lerini doğru yola kılavuzlayan peygamberlerin alacakları mükâfat­ların en hayırlısı ile Allah seni bizden dolayı mükâfatlandırsın» di­yor. Kavmine de selâmımı ilet ve de ki: «Sa’d bin Rebi’, vallahi göz­leriniz kımıldarken Peygamber Aleyhisselâm’ı düşmanlardan koru­mazsınız da, ona bir musibet erişirse; sizin için Allah katında ileri sürülebilecek hiçbir mazeret yoktur» diyor. Ensârî: «Ben onun ya­nından henüz ayrılmamıştım ki o ruhunu teslim etti» dedi.

tddia ediyorum ki; şu asrımızda müslümanları, şehvetlerinden ve enâniyetlerinden birazcık uzaklaştıracak olan bu gibi muhabbet onların gönüllerini doldurduğu ve ruhlarını kapladığı gün, onlar yeniden başka bir halk olurlar. Ve ölümün pençesinden kurtulma­ya yönelebilirler. Önlerinde ne kadar yokuş ve engel olursa olsun, düşmanlarını bozguna uğratabilirler!..

«Bu muhabbetin yolu nedir?» diye sorulduğu zaman bilmeli ki, onun yolu zikri çoğaltmak, Resûlullah’a salâvatları arttırmak, Al­lah’ın sana olan ni’metleri ve bereketi hususunda düşünmek ve te­fekküre dalmak, bir de Resûlullah’ın siyretini, ahlâkını ve yaşayı­şını öğrenip, benimsemektir. Ama bunların hepsi; huzur ve huşu içinde, ibâdetleri dosdoğru yaptıktan ve her saniye kendini Allah’a ve ibâdete adadıktan sonradır.

10- Buhari’nin rivayetinde, Hz. Peygamber’in, şehidlerin üze­rine namaz kılmadığı halde, kanlarıyla gömülmesini emrettiği ve iki kişiyi bir kabre koyduğunu görmüştük.

Ulema bundan, cîhad hengâmesinde şehid düşen kişinin yıkan­mayacağı, üzerine namaz kılınmayacağı, bilâkis kanıyla gömüle­ceği hükmünü çıkarmışlardır, tmam Şafiî (r.a.) bu hususta şöyle der: «Resûlullah’ın Uhud şehidleri üzerine namaz kılmadığı mütevatir yollardan birçok hadîste geçmiştir. Ama Resûlullah’ın, onlardan onar kişilik gruplar halinde, üzerlerine namaz kıldığı ve her defasında Hz. Hamza’nm da içinde bulunduğu, sonunda onun üzerine yetmiş kere namaz kılmış olduğu ifadesiyle rivayet edilen hadîs zayıftır ve hatâdır[17][45]». Nitekim ulema, yine bunu zaruret ânında birden fazla kişilerin bir kabre konmasının caiz olduğu, zaruret yoksa ca­iz olmadığı yönünde delil kabul etmişlerdir.

Resulullah (s.a.s) Uhud şehidleri hakkında şöyle buyurmuştur:

“Uhud harbinde kardeşleriniz şehit olunca Allah Teâlâ onların ruhlarını bir takım yeşil kuşların içlerine koymuştur. Bunlar Cennet ırmaklarına gelirler, içerler ve Cennet meyvelerinden yerler. Sonra bu kuşlar, arşın gölgesinde asılı bulunan altın kandillere konup tünerler. Şehid ruhları artık böyle mesut bir hayata erişince; bizim cennetteki bu halimizi dünyadaki kardeşlerimize kim bildirir ki, onlar da bilsinler de cihatdan çekinmesinler demişlerdi” (Tecrîd,186 vd; İbn Sa’d, II; 148).
Enes b. Mâlik diyor ki: Amcam Enes b. Nadr’ı Uhud meydanında öldürülmüş olarak bulduk; üzerinde 80 kadar kılıç, süngü ve ok yarası vardı. Müşrikler işkence yapmış olduklarından, kimse onu tanıyamadı, yalnız kız kardeşi parmaklarından tanıdı. Biz şu ayetin amcam ve benzeri hakkında inmiş olduğunu sanıyoruz: Müminlerden bir çok kimseler Allah’a vermiş oldukları sözlerini yerine getirdiler” (el-Ahzâb, 33/23).

11- Resûlullah’ın,  ashâbıyla birlikte Medine’ye döner dönmez tekrar düşmanı takib etmek için Medine’den çıkmaya kalkışmasını düşündüğümüz vakit, Uhud savaşının tam bir açıklıkla bize vere­ceği ders ortaya çıkar. Savaşın müsbet ve menfî neticeleri bizim için aydınlanmış olur. Ve yine zaferin ancak sabırla, mükemmel ga­yeyi hedef edinmekle elde edileceği gerçeği de şübheye imkân kıl­mayacak şekilde açığa çıkar: Resûlullah Cs.a.v.), daha -dün savaşta kendisiyle birlikte bulu­nanlara; yara aldıkları, acılar ve yaralarla bitkin hale geldikleri, sonra henüz evlerinde dinlenmemiş, kendi haline ve vücuduna ba-kamamış oldukları halde; toplanıp düşmanı takib etmeden onların dağılmasına izin vermeyecekti. Onlar bu vaziyette iken hemen Re-sûlullah’ın ardına düşüp, henüz kafalarında zafer sarhoşluğunun ateşi yanan müşrikleri takibe çıktılar. Tabiî ki bu sefer aralarında ganimet veya dünyevî bir maksad taşıyan kişiler bulunmam aktaydi… Ancak onlar Allah yolunda şehid olma veya zaıerie kavuşma arzusunu taşıyorlardı. Ve onlar bunun yanında, kanadan ve acı veren yaralarını düşünmüyorlardı bile…

Bunun neticesi ne oldu?

Ne başarı sarhoşluğu, ne de galibiyet zevki hasımların! ezmek için müşriklerin kalblerini bütünleştirdi, ne de müslümatılörı, ya­ralarının izdırabı, kahramanlıktan ve zafer arzusundan vazgeçme­ye iletebildi….

Bu nasıl oldu? Bu, müslümanlara ders ve ibret olacak mucize ve hârika ile gerçekleşti. Yâni; müşriklerin kalbine aniden bir kor­ku düştü. Uzaktan müslümanları görmüş olan dostlarından birinin onlara haber verdiği gibi; müşrikler, Hz. Muhammed’in arkadaş­larının, bu defa ölümü göze alarak gelmiş olduklarını tasavvur et­tiler. Bu korku ve tasavvur üzerine, Medine’ye doğru yönlerini çe­virmiş iken izlerinin üzerine geri döndüler ve artık sağa sola bak­maksızın seri bir şekilde Mekke’ye doğru gittiler.

Müslümanlardan dolayı müşriklerin kalbine bu garip korku na­sıl düşmüştü? Halbuki birkaç saat önce müslümanlar silâhlarım el­lerinden bırakmışlardı ve onların şevketi kırılmıştı. Bu durumu, sa­vaştan dolayı müslümanlara güzel bir ders veren ilâhî iradeye ha­vale etmek gerekir. Bu ders, hem müsbet, hem de menfi yönü, her ikisini birden, bir anda biraraya getirdi.

Cenâb-ı Hakk’ın şu kavli, Uhud dersini tamamlayan o son an hakkında indi: «Yara aldıktan sonra yine Allah ve Resûlü’nün davetine uyanlar, iyilik yapıp takva ile davrananlar için büyük mü­kâfat vardır. Bir kısım insanlar mü’minlere, düşmanlarınız size kar­şı toplandılar, aman sakının dediklerinde, bu onların imanlarım bir kat daha arttırmıştı. Allah en iyi vekildir ve bize y.eter, dediler. Bunun üzerine kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan Allah’ın nimet ve keremiyle geri döndüler. O’nun rızâsına uymuş oldular. Al­lah büyüktür, kerem sahibidir[18][46]».

12- Şehitlik mertebesi yüce bir mertebe olduğundan dolayı ancak Allah için savaşıldığı zaman şehit olunabilir bunun delili ise Benî Zafer arasında, kimse tarafından bilinmeyen Kuzmân adında bir adam vardı. Uhud günü büyük bir şiddetle savaştı; müşriklerden yedi önemli kişi öldürdü; sonra yaralandı. Durumu Rasûlullah (s.a.s.)’a bildirilince: “O cehennem ehlindendir.” dedi. Kuzmân’a: “Sana müjdeler olsun! Cennet’e gidiyorsun.” denilince o: “Ne müjdesi! Vallahi ben ancak kavmim için savaştım.” dedi. Sonra yarası ağırlaşıp acısı şiddetlenince, sadağından bir ok çıkardı, onunla bazı damarlarını kesti. Böylece ölünceye kadar kanı aktı.[19]

Bir başka hadiste ise Ebû Mûsâ (R) şöyle demiştir: Peygamber (s.a.s.)’e bir kimse geldi de:

— Bir kısım kimseler ganîmet malı için muharebe eder, bir kı­sım kimseler de insanlar arasında adının söylenip övülmesi için mu­harebe eder; bir kısım insanlar da yiğitlikteki mevkii derecesi görülsün diye cihâd eder. Şu hâlde Allah yolundacihâd eden kimdir? diye sordu.

Peygamber:

— “Her kim Allah’ın kelimesi en yüksek olsun diye mukaatele ederse, onunkisi Allah yolundadır” buyurdu[20]

[1][29] Bu hâdiseyi tbn İshâk, îmam Ahmed ve buna yakın bir lâfızla da Taberl riva­yet etmiştir. Bkz. : İbn Hişâm, es-Siyre: 2/62; Taberİ, Tarih: 2/500; İmam Ahmed, Müsned: 22/52.

[2][30] İbn Sa’d. Tabakat. 3/87, İbn Hişâm, es-Siyre: 2/62.

[3][31] Buhârî, Sahih: 5/31; Nisa sûresi, âyet: 88.

[4][32] tbn Sa’d, Tabakatü’l-Kübrâ: 3/80: İbn Hişâm, es-Siyre: 2/65.

[5][33] İbn Sa’d, Tabakat: 3/80. İbn Hişâm da buna yakın lâfızlarla rivayet etti. Bir benzerini de Buhârî rivayet etmiştir: 5/28.

[6][34] Sahth-İ Müslim:  7/150.

[7][35] Buhari: 5/49.

[8][36] Al-1 İmrân sûresi, âyet; 121 -168.

[9][37] Bkz. : tbn Sa’d: Tabakat, îbn Hişâm:  Siyrct, Taberî: Tarih.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 249-253.

[10][38] Bazan şöyle denilebilir: Müslümanlarla birlikle savaşa katılmaları teklif edi­len bu kişiler, ehl-İ kitab olan yahudilerdır. O halde Rtsûlullah (s.a.v.) on­ları  ehl-i  şirk  olarak  nasıl   İsimlendirmiştir?   Cevab.   Onlara   şirk  ta’birinin izafe  edilmesi,  puta  tapan  araplara  kullanılan  ıstılahı  mânânın  dışındaki bir mânâ iledir. Şirk kelimesinin umumi bir mânâsı vardır. Kâfirlerin tümü için kullanılması doğrudur.

[11][39] Bkz. : Mufcnil-Muhtâc:   4/221.

[12][40] Âl-i tmrân sûresi, âyet: 152.

[13][41] Al-i İmrân sûresi, âyet: 152.

[14][42] Âl-İ İmrân sûresi, âyet: 144.

[15][43] Mütefekun aleyhtir.

[16][44] Bu konuda daha fazla bilgi İçin; «Tecrübetü’t-Terbiyeti’l-îslâmiyye» adlı ki­tabımıza bakılmalıdır.

[17][45] Bakınız, Muğniye’l-Muhtâc:  1/349.

[18][46] Al-l tmrân sûresi, âyet: 172-174.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 253-263.

[19] Buhari – cihad:110

[20] Buhari – cihad:77

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.