Uzlaşma Politikası | Siyer Programı – 14. Bölüm
Uzlaşma Politikası
îbn Hişâm’ın îbn îshâk’tan rivayetinde şöyle denilmektedir: Bir gün, Utbe bin Rebia kavmi arasında düşünce ve basiret sahibi bir liderdi. Kureyş’in bir toplantısında: «Ey Kureyş topluluğu! Kalkıp, Muhammed’in yanına gitsem, onunla bir konuşsam ve ona birtakım işler teklif etsem olmaz mı? Olur ki bazılarım kabul eder de, istediklerim ona veririz. O da bizimle uğraşmaktan vazgeçer» dedi. Onlar da: «Çok iyi olur, ey Velid’in babası! Hemen kalk, git, O’nunla bir konuş» dediler. Bunun üzerine Utbe gidip, Allah Resûlü’nün yanına oturdu. Söze şöyle başladı: «Ey kardeşimin oğlu! Sen de biliyorsun ki, Kureyş içinde soyca-sopca, şeref ve itibarca bizden üstünsün! Fakat sen kavminin başına da büyük bir iş, bir gaile getirdin. Bununla onların topluluklarını dağıttın. Akıllarını akılsızlık saydın… Beni dinle! Sana birşeyler teklif edeceğim! Bak, bunlardan bazısını kabul etmek işine gelir…» dedi. Resûlullah (s.a.v.) da ona: «Haydi, söyle ey Velid’in babası, seni dinliyorum» buyurdu. Utbe de:
«—Ey kardeşimin oğlu! Senin şu getirdiğin ve üzerinde direnip durduğun işle, eğer mal ve servet sağlamak istiyorsan; sana bizimkilerden daha çok malın oluncaya kadar mallarımızdan mal toplayıp verelim. Eğer bununla, aramızda, daha büyük şan ve şeref kazanmak istiyorsan, seni kendimize büyük ve ulu tanıyalım. Senden başkası ile bütün ilgimizi keselim. Eğer bununla hükümdar olmak istiyorsan, seni kendimize hükümdar yapalım.
Şayet, bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya güç yetiremediğin bir evham, cinlerden perilerden gelme bir hastalık ve büyü ise, doktor getirelim tedavi ettirelim. Seni ondan kurtarmcaya kadar mallarımızı bu yolda saçarcasına harcayalım» dedi. Utbe sözlerini bitirdikten sonra, Peygamberimiz (s.a.v.î ona:
«Ey Velid’in babası, söyleyeceklerini söyleyip, bitirdin mi?» diye sordu. Utbe de «evet» deyince, Hz. Peygamber (s.a.v.): «Şimdi sen de beni dinle,» dedi ve Fussilet sûresinin başından okumaya başladı :
- Hâ-Mîm! Bu kitab, bilen ve anlayan bir kavm için, âyetleri ayrı ayrı açıklanmış, gereğince hareket edenleri, Cennetle müjdeleyici, etmeyenleri, uğrayacakları azabla korkutucu, Arapça bir Kur’-an olmak üzere, Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir. Öyle iken onların çoğu, bundan yüz çevirmiştir. Artık onlar dinlemezler. Onlar: «Bizi Davet edip durduğun şeye karşı kalb-lerimiz kapalıdır, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda da bir engel vardır. Sen istediğini yap, biz de yapacağız» dediler.
Onlara de ki: «Ben de sizin gibi bir insanım. Yalnız bana vahy olunuyor ki, «Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Artık O’na yönelin, O’ndan bağışlanma dileyin. O’na eş, ortak koşanların vay başlarına geleceklere…[1][30]».
Resûlullah böylece okumaya devam ederken, Utbe de dikkatlice dinliyordu. Resûlullah aynı sûrenin: «Onlar yine bir olan Allah’a iman etmekten yüz çevirir, putlara tapmakta direnirlerse, onlara de ki: «Âd ve Semûd kavimlerinin köklerini kazıyan saika (yıldırım) ya benzer bir azab ile sizin de kökünüzün kazınabileceğim hatırlatırım» (Fussilet: 13) âyetini okuyunca-, Utbe, Peygamberimizin ağzını tuttu, Âd ve Semud kavmini yakalayan azabın nerdeyse kendisini de hemen oracıkta yakalayıvereceğini sandı. Peygamberimizin okumaktan vazgeçmesi için akrabalık adına yemin verdirdi.
Sonra Utbe, arkadaşlarının yanma dönüp, aralarında oturduğu zaman, arkadaşları: «Ey Velid’in babası, arkanda neler bıraktın?» Neler görüp geçirdin?» dediler. Utbe: «Arkamdaki mi? Öyle bir söz dinledim ki, vallahi ben onun bir benzerini daha hiç dinlemiş değilim. Yemin ederim ki, o ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehânettir. Ey Kureyş topluluğu! Beni dinlerseniz, siz bu adamı dâvası ile baş-başa bırakın, siz aradan çıkın. Ondan ayrılın. Vallahi benim ondan dinlediğim söz büyük bir haberdir. Siz, onu dışınızda kalan arap kabilelerine bırakacak, araya girmeyecek olursanız, iyi edersiniz. Onlar ona kâfi gelirler, engel olurlar. Eğer o, araplara galebe çalarsa, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun şerefi sizin şerefiniz demektir…» dedi. Arkadaşları, Utbe’ye: «Ey Velid’in babası, vallahi o, diliyle seni de büyülemiş!» dediler. Utbe de: «Bu benim, onun hakkındaki kanaatim. Siz kendi görüşünüze göre dilediğinizi yaparsınız» dedi.
Taberi, îbn Kes’r ve başkaları şunu rivayet ettiler:
Aralarında Velid bin el-Mugire, Âs bin Vâil olmak üzere müşriklerden bir grup, Resûlullah’ın yanına gelip ona en zenginleri olacak kadar mal vermeyi, kızlarının en güzeli ile evlendirmeyi, bunlara karşılık onun, putlarına dil uzatmaktan ve âdetlerini akılsızlıkla suçlamaktan vazgeçmesini teklif ettiler. Resûlullah getirdiği hak nizama Davetten vazgeçmeyince; bu sefer müşrikler: «Bir gün sen bizim putlarımıza taparsın, bir gön de biz senin ilâhına taparız» dediler. Resûlullah (s.a.v.) bunu da kabul etmedi. Bunu açıklar mahiyette, Kâfirûn sûresi nazil oldu: «De ki, ey kâfirler! Tapmam o taptıklarınıza. Siz de tapanlardan değilsiniz benim mabuduma. Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza. Hem de siz tapıcılardan değilsiniz benim mabuduma. Sizin dininiz size, benim dinim bana…»
Sonra Kureyş’in ileri gelenleri gelip, Utbe bin Rebia’nın başlattığı teşebbüsü yeniden başlatarak, toplu halde Resûlullah’ın yanına gittiler. Peygamberimize başkanlık ve mal teklif ettiler.
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) onlara: «Sizin söylediğiniz şeylerin hiçbirisi bende yoktur. Ben size, mallarınızı istemek, içinizde şöhret kazanmak ve başınıza lider olmak için gelmedim. Ama Allah beni size peygamber olarak gönderdi. Bana bir de Kitab indirdi. Allah bana iyiliklerinizden dolayı sizi Cennetle müjdeleyici, kötülüklerinizden dolayı da Cehennem azabı ile korkutucu olmamı emretti. Ben de Rabbimin bana vahyettiklerini size tebliğ ettim, size öğüt verdim. Size getirip tebliğ ettiğim şeyleri alıp kabul ederseniz, o size dünyada ve âhirettes nasip ve azığınız olur. Onu kabul etmeyip bana geri çevirirseniz, Allah aramızda hükmünü verinceye kadar bana sabretmek ve katlanmak düşer» dedi. Peygamberimizin bu sözleri üzerine onlar: «Sen yaptığımız tekliflerden hiçbirini kabul etrneyeceksen, bari şu dileğimizi yerine getir. Sen herkesten iyi biliyorsun k’., burası yâni Mekke vadisi dar, suyu kıt, geçimi zor bir memlekettir. Seni bize Peygamber olarak gönderen Rabbına yalvar, bize sıkıntı veren şu dağları kaldırsın da şehrimizi ova yapsın, orada bizim için Şam ve Irak’ta olduğu gibi ırmaklar akıtsın, geçmiş baba ve atalarımızdan bazı kimseleri de bizim için diriltsin. Diriltecek olanlardan bilhassa Kusay bin Kilâb’ı diriltsin ki o doğru sözlü, ulu bir kişidir. Senin söylediklerini onlara biz soralım bakalım o gerçek mi, yoksa boş, akılsız birşey midir? Yine Rabbin senin için bağlar, bahçeler, köşkler, altından ve gümüşten hazineler yaratsın. Seni bunlarla zengin yapsın da artık paraya pula ihtiyacın kalmasın, senin bizler gibi çarşı pazarda geçim peşinde koştuğunu görmeyelim. Eğer istediğimiz şeyleri yaparsan, seni tasdik ederiz. Bununla Allah katındaki mevkiini, dediğin gibi onun seni bir peygamber olarak gönderdiğini öğrenmiş oluruz» dediler.
Resûl-i Ekrem Efendimiz onlara cevaben: «Ben böyle şeyleri ne yaparım, ne de Rabbimden isterim» dedi. Onlar yine bu uzun çekişme ve konuşmadan sonra, ona: «Senin hakkında bize iyice kanaat geldi ki, bunlar sana Yemâme’de kendisine Rahman denilen adanı öğretiyor. Vallahi biz Rahmân’a hiçbir zaman inanmayız. Yâ Mu-hammed-, biz sana neticenin iyi olmayacağını hatırlattık. Vallahi ya sen, ya biz yok olup gidinceye kadar senin yakanı bırakmayacağız» dediler. Sonra kalkıp oradan ayrıldılar. [2][31]
Dersler ve İbretler
Resûlullah (s.a.v.)’ın hayatından, yukarıda sunduğumuz sahnede üç tane işaret vardır. Onlardan her biri büyük bir önemi haizdir.
Birinci İşaret: O işaret, Resûlullah’ın yürüttüğü Davetin içyüzündeki inceliği ayırmada bize açıklık getiriyor. Yeni bir ideoloji sahipleriyle, devrim ve ıslahat çığırtkanlarının; âdet olarak içlerinde gizledikleri gaye ve maksadlarıyla, peygamber dâvasının birbirinden ayrılmasını, karıştırılmamasını sağlıyor.
Acaba Hz. Peygamber (s.a.v.) Davetinin arkasında, hükümdarlığa ulaşma arzusunu mu gizliyordu? Yoksa o zenginlik veya liderlik için güçlü bir mevkiye ulaşma arzusunu mu gizliyordu? Yahut da kendisine isabet eden bir hastalık sebebiyle gözüne görünen hayallerden mi kurtulamıyordu?
Bu ihtimallerin hepsi, İslâm düşmanlarının ve İslâm’a fikrî savaş açanların ifrata vardırdıkları birtakım tahminlerdir. Fakat Âlemlerin Rabbi’nin kendi elçisi için hazırladığı yüce hayatın sırlarına bakınız! Aziz ve Celîl olan Allah, Resûlü’nün hayatını, her türlü ihtimalin kökünü kazıyan, her şübheye giden yolu tıkayan; islâm’a fikrî savaş ilân eden kişileri, savaşlarında, saplandıkları yolda onlara şaşkına çeviren sahne ve tablolarla doldurdu.
Kureyş müşriklerinin, Resûlullah’ın dâvasının karakterini, risâletiyle bağdaşmayacak hedefleri ve onun bu tekliflerden hiçbirine tenezzül etmeyeceğini çok iyi bildikleri halde; bu ihtimallerin hepsini kafalarında tasavvur etmeleri ve Resûlullah ile uzlaşma politikasına girmeleri, Allahü Teâlâ’nm açık hikmetlerinden biridir. Ve esasen ilâhî hikmet böyle olmasını murad etti ki; tarih sonrada’n gelecek olan îslâm düşmanlarının yalanlarını açıklasın.
Vom Vloten ve Won Kromer gibi batılılar uzun uzun düşündüler… İslâm’a saldıracak ve şübhe sokacak bir yol bulamadılar. Ancak gözlerini hakikata kapatıp, şu iddiada bulundular: «Hz. Muhammed’in davetindeki itici faktörler yalnızca başkanlık ve liderlik arzusuydu…» Onlar böyle bir iddia ile kafalarını sert kayalara vururlarsa, onları çok uzak mesafelere fırlatır tabiî…
Yüce Allah bu müsteşriklerde önce bu düşünce ve arzuları teşvik etmek için Utbe bin Rebia ve benzerlerini bu işte kullandı. Onların hepsini Hz. Muhammed’in önüne serdi ki, yakın ve kolayca onlara nasip olsun ve hepsini Kureyş’e göstersin. Hâlbuki Kureyş alçaldı ve ona boyun eğdi. Kaldırdığı silâhı ve peygamberlerle ashabına uyguladığı işkence vasıtalarını elinden bıraktı. Mademki Hz. Peygamber Davetinin ve risâletinin arkasındaki arzu ganimet idi, niçin kendisine verilen bu ganimete yönelmedi ve Kureyş’in ileri gelenlerine yumuşak bile davranmadı?
Hiç, başkanlık ve hükümdarlık isteyen bir insan, kendisine uzun bir görüşme, rica ve tehdit karışımı bir müzakere sonunda, istediği herşeyi vermeyi taahhüd edenlere karşı, şu cevabla sözü keser atar mı?: «Ben size, mallarınızı istemek, aranızda şöhret kazanmak ve başınıza lider olmak için gelmedim. Fakat Allah, beni, size peygamber olarak gönderdi. Bana bir de kitab indirdi. İyiliklerinizden dolayı cennetle müjdeleyici, kötülüklerinizden dolayı da azabla korkutucu olmamı bana emretti. Benim size getirip tebliğ ettiğim şeyleri alır, kabul ederseniz o, dünyada ve âhirette nasib ve azığınız olur. Onu kabul etmeyip bana iade ederseniz, Yüce Allah aramızda hükmünü verinceye kadar bana sabretmek ve katlanmak düşer.»
Sonra, Resûlullah’ın günlük yaşantısı bu sözlerine uymaktaydı. O, gizlice, kendi gayret ve çalışmasıyla başkanlığa ve hükümdarlığa varmak için onları sırf diliyle reddetmedi. Bilâkis Peygamberimiz, yemesinde ve içmesinde her türlü lüks ve israftan uzaktı. Yaşayışın-daki durumu, fakir ve yoksulların durumundan üstün değildi. Bu-hâri’nin rivayet ettiği bir hadiste, Hz. Aişe Validemiz şöyle dedi: «Resûlullah (s.a.v.) vefat ettiğinde mutfaktaki rafımda karnı aç bir adamın karnını doyuracak kadar bir miktar arpa vardı. Ben ondan yedikçe artıyordu.» Yine Buhâri’nin rivayet ettiği bir hadiste, Enes (r.a. şöyle diyor: «Resûlullah (s.a.v.) vefat edinceye kadar ne hı-van üzerinde birşey yedi, ne de hâlis buğday ekmeğinden yapılmış yufka ekmek yedi…[3][32]».
Resûlullah (s.a.v.), giyim ve kuşamında da, ev eşyasında da çok sâde idi. Üzerinde yattığı hasır, yanında iz bırakıyordu. Onun asla yumuşak birşey üzerinde yattığı bilinmiyor. Hattâ bir gün, aralarında Hz. Aişe de bulunduğu halde. Peygamberimizin hanımla- rı, geçim sıkıntısından şikâyet etti. Ondan günlük ihtiyaçlarının, giyim kuşamlarının ve süs eşyalarının arttırılmasını istediler. Hattâ Sahâbe-i Kiramın hanımlarından, kendi akranları olan hanımların hiçbirisinden, şan ve şeref bakımından daha aşağı olmadıklarını bildirmek için Resûlullah’ın yanma geldiler. Peygamberimiz (s.a.v.) kızarak başını önüne eğdi ve hiçbir cevab vermedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk’ın şu âyetleri indi:
«Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de: Eğer dünya hayatını ve onun ihtişamını istiyorsanız, haydi geliniz; sizi donatayım ve güzellikle bırakıp salıvereyim. Yok, eğer Allah’ı, peygamberini ve âhiret yurdunu istiyorsanız; haberiniz olsun ki Allah içinizden güzel hareket edenler için pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır[4][33]».
Resûlullah bu iki âyeti de onlara okudu. Sonra onlan, ya içinde bulundukları hale göre kendisiyle birlikte yaşamayı kabul etmek,-ya da mal ve ziynet bolluğu ile nafakalarının artmasını da ısrar etmekle başbaşa bıraktı. Fakat bu son durumu tercih ettikleri takdirde, onlan bırakıp, güzellikle salıverecekti. Ama onlar üzerinde bulundukları hale razı olarak Resûlullah ile birlikte yaşamayı tercih ettiler[5][34].
Bütün bunlardan sonra, artık akıl -ama hangi akılla- Hz. Pey-gamber’in nübüvvetinin doğruluğu hususunda, nasıl şübheye düşebilir? Aklın veya düşüncenin, Resûlullah’ın, peygamberlikle zenginlik arzusuna veya liderlik sevdasına tutulacağını zannetmesi nasıl doğru olabilir? Yukarıda zikrettiğimiz bu sahneden elde edilen birinci işaret işte budur…
İkinci işaret:Müşrikler neden özellikle bu tekliflerle gelmişlerdir?
- Mal: nice davetçiler mala mülke tamah edip de yollar da dökülmüştür. Kimi mal elde etme arzusuna, kimi de malım elden gitmesin kaygusuna kapılmıştır. Sırf davet çalışmalarına son versinler diye nice nice mallar davetçilerin öbüne yığılmıştır. Mal fitnesi karşısında yenilgiye uğramayanlar hiç şüphesiz hz peygamber (s.a.s)’i kebndilerine örnek alanlar ve onun izinde yürüyenler olmuştur. Ama malın cazibesine kapılanlar, kuşkusuz yoldan da çıkmışlardır.
Davetçinin her an için tetikte olması lazımdır. Zira İblisin iblisliği bitmek tükenmek bilmez. Bir iblisliği de davetçilerin kulağına, “bir lokma ekmeğin, bir işin, bir kazancın, kâr ile dönen bir çarkın var, onu sakın kaybetme” diye fısıldayarak ona, Allah’ın şeriatıyla hükmetmeyen zalimlere karşı yumuşak olmayı onlara yardakçılıkta bulunmayı sevdirmesidir. İlk bıçak sırtı budur.
- Mevki-Makam: Acaba bir davetçiye, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e teklif edilen mevki-makamdan ötesi teklif edilebilir mi? Başlarına geçirecekler; Onun izni olmadan tek bir karar olsun almayacaklar; bayraklar Onun için dikilecek ve hükümdarlık tacını başına koyacaklar.
Bu gibi aldatıcı teklifler farklı kılıklara bürünerek davetçinin karşısına dikilir. Bu tekliflerin en tehlikelisi ise, makam ve mevki, bakanlık veya başbakanlık yoluyla davete daha güzel hizmetlerde bulunulacağı, böylece İslami hükümlerle hükmolunacağı, en azından davetin başındaki belaların savılacağı zannıdır. Hâsılı, etkin ve önemli merkezlerin başında olmakla Allah’ın yoluna daha iyi davette bulunulabilir denilmektedir. Bunlar tarihin akışı içinde varlığını devam ettiregelen ucuz yollardır. Bir davetçi, vazife elde ettikten sonra “vazifem elden gider” korkusuyla onun kulu olursa, ucuz bir bakanlık koltuğuna oturduktan sonra koltuğunun zebunu ve kulu olursa, bu arada birazına engel olayım dediği fesadın, emri altındaki kurumlarda bin türlüsü yaşanırken bunların karşısında lâlüebkem (dilsiz) kesilip öylece oturursa nerde kaldı davet, nerde kaldı ıslah? Böyle bir adam, Allah’ın şeriatının dışında kanunlarla hükme razı olduğu ve “bakanlığım elden gider”, “mahvı perişan olurum” korkusuyla günah karşısında uyuyakaldığı gün bütün bir nesli ifsad ettiğini nereden bilsin? Böyle bir adam, aslında hem dünyasını hem de dinini (ahiretini) yitirmiş ve hem dostları hem de düşmanları nezdinde yenilmiştir.
İşte imtihanımız: Dara düştük, sabrettik, ama refaha erdik sabrı yitirdik iblisin bu gibi hallerdeki aldatması tehdit ve işkence hallerindekinden çok ama çok daha büyüktür. Birinde olay gayet barizken, diğerinde iblisin iblisliği daha büyük, daha hileli ve daha azgıncadır.
hak yolunun davet eri, uğruna ömrünü adadığı ve uğrunda öleceği hedefi bir an için olsun aklından çıkarmaz: “De ki: “Benim namazım, (her türlü) taatım, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir, O’nun hiçbir ortağı yoktur. İşte ben bununla emrolundum. ” (en’am, 162-163)
- Kadın: “(Ümmetim üzerine, erkekler için kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım[6].” İster Müslümanın çaba ve azmini ayakaltı edip davetine engel olan şey, rahatına bakması ve gençliğinin tadını çıkarmasını ona âdeta telkin eden kadını ve çocukları yoluyla gelsin, ister bizzat kendisi böyle bir şeye kapılsın, birileri onun başına bazı şerli kadınları musallat edip onu tuzaklarına düşürmeye yahut fuhuş, içki ve eğlence meclisleri hazırlayıp onu adım adım bu ortamlara alıştırmaya çalışsın sonuç aynıdır. Bunlar ne kadar çeşitlenirse çeşitlensin hepsi aynı kapıya çıkar.
Allah’ın yolu üzere istikamet sahibi olmayan veya bu yoldan sapan bir kadının tehlikesi, boyunlara tebelleş olmuş kılıçların tehlikesinden daha yamandır. Her ne kadar kadın zayıf bir mahlûk olsa da gücünü cazibesi ile cilvesinden alır. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Ben, aklı ve dini nakıs olanlardan, [tam] akıllı olana sizin kadar baskın gelenini görmedim”[7] demiştir. Kadın, aklı kıt olsa da, aklıselim sahibi olanın aklını başından alabilecek derecede güçlü bir varlıktır; onu ipinde oynatır, çeker çevirir ve en sonunda getirip uçurumun kenarına bırakır. Mesela davetçiyi, onu ve geleceğini düşündüğünü, rızkından ve lokmasından endişe ettiğini söyleyerek davetten uzaklaştırmakla başlar işe; onu şehvetinin peşisıra koşturur durur ve en sonunda bir rezalet bataklığına yuvarlar. Yûsuf (a.s.)’ın şu sözleri asla unutulmamalıdır: “Yusuf, “Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni davet ettiği şeyden daha sevimlidir. Onların tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan, onlara meyleder ve cahillerden olurum” dedi. Rabbi, onun duasını kabul etti ve kadınların tuzaklarını ondan uzaklaştırdı. Şüphesiz ki O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. ‘l (Yusuf, 33-34)
Davetçilerin bütün bu cazip teklifler ve bunların doğuracağı tehlikeler karşısında sahip olmaları gereken konum, davetçilerin Efendisi’nin konumudur. Amcası ona: “Yeğenim! Kavminin adamları bana geldiler ve bana şöyle şöyle dediler. Lütfen bana ve kendine acı. Beni kaldıramayacağım türden işlerin altına sokma” deyince, Resulullah (s.a.v.), amcasının konum değiştirdiğini ve artık Ona yardım edemeyecek, yanında duramayacak kadar güçsüzleştiğini ve Ondan vazgeçip kendisini teslim edeceğini zannedip şöyle demiştir: “Amcacığım! Allah’a yemin olsun ki, bu davadan vazgeçmem için güneşi sağıma, ayı da soluma koysalar, Allah bu davayı galip kılıncaya veya ben bu yolda ölünceye kadar bu davadan asla vazgeçmem… “[8]
Üçüncü İşaret: Bu üçüncü işarette bize, Resûlullah’ın tutunduğu yol ve takındığı tavırda bulunan hikmeti açıklıyor. Keyfiyeti ve türü ne olursa olsun, Davet sonrasında lüzumlu gördüğün her siyaseti ortaya koymak hikmet olur mu? Ve senin hedefin olan gerçek bunların ötesinde olduğuna göre, her gördüğün yol ve sebebe sarılma yetkisini sana şeriat koyucusu verdi mi? Hayır… Gerçekten îslâm şeriatı gayelere yönelmeyi emrettiği gibi, sebeb ve yollara başvurmayı da emretmiştir. O halde Allah’ın gayeye ulaşmak için vesile kıldığı belirli yolun dışında; Allah’ın emrettiği gayeye varmak için herhangi bir yola girmen, senin hakkın değildir. Siyâset-i Şer’iyye ve hikmet’in itibarî birçok anlamları vardır. Fakat meşru kılınan sebeb ve vasıtaların hududu dahilinde olması gerekir, o kadar…
Az önce naklettiğimiz şeyler buna delildir. Resûlullah’ın, Kureyş’in ileri gelenlerinden gelen başkanlık veya hükümdarlık teklifini kabul ederek, liderliği ve başkanlığı nefsinde toplayıp, ileride İslâm Davetine âlet etmesi mümkün görülecek, siyaset ve hikmet babında düşünülebilecek şeylerdir. Özellikle, sultan ve hükümdarın kişiler üzerinde kuvvetli bir otoritesi vardır. İdeoloji ve ekol sahiplerinin, halk kitlelerine kendi ideolojilerim ve ekollerini kabul ettirebilmek için, kendi otoritelerini kullanma bakımından yönetimi ele geç.’rme fırsatını kolladıkları bir gerçektir.
Fakat Resûlullah (s.a.v.) böyle bir siyasete girmeye ve bunu dâvası için bir araç olarak kullanmaya asla razı olmadı. Çünkü, bu bizzat Davetin prensiplerine aykırı düşer.
Böyle bir tutumun, siyaset ve hikmet türlerinden telâkkisi caiz olsaydı; elbette doğruluğu apaçık olanla, yalanını gizleyen bir yalancı arasındaki fark ortadan kalkardı. Dâvalarında sadık olanlar, ismi hikmet ve siyaset olan geniş bir yol üzerinde gözbağcılar-la ve deccallarla yüz yüze kalırlardı.
Şübhesiz ki, bu dinin felsefesi, her türlü gaye ve vasıtayı kullanmada doğruluk ve şeref kaideleri üzerinde kurulmuştur. Nitekim gayeyi ancak, doğruluk, şeref ve kelime-i Hak kıymetlendirir. Aynı şekilde vasıtayı da ancak kelime-i Hak, şeref ve doğruluk prensiplerinin ta’yin ve tesbit etmesi gerekir…
Bundan dolayıdır ki İslâm devletinin sahipleri; birçok hâl ve durumlarda, fedakârlık ve cihada mecbur kalırlar. Çünkü tuttukları yol, sağa sola fazla yalpalanmaya izin vermez.
Davette «Hikmet» prensibini, sadece Davetçinin işini kolaylaştırmak veya meşakkat ve felâketlerden sakındırmak için meşru kılındığını sanmak yanlıştır. Bilâkis Davette hikmet (siyaset) in meş-rûiyetindeki sır, sadece insanların akıl ve fikirlerine en uygun gelen yolları denemekten ibarettir. Bunun anlamı şudur: Durumlar çeşitli olunca ve Davet yolunun önüne karşı çıkma ve yoldan alıkoyma gibi engeller dikilince; işte o zaman hikmet, sadece savaş için araç gereç hazırlamak, malı ve canı feda etmekten ibaret olur. Gerçekten hikmet, ancak birşeyi yerli yerine koymak demektir. Hikmet ile hilecilik ve dürüstlük arasındaki fark işte budur.
Bir defasında Allah Resulü, bazı Kureyş ulularının îslâm dinini öğrenmeye geldiklerini görmüş de pek sevinmişti. Gayet memnundu, tüm olarak onlara yönelmişti. Onlarla konuşuyor, îslâm hakikatlanndan tefsir edilmesini istedikleri şeyleri onlara açıklıyordu. Hattâ onun bu memnuniyeti ve onların, doğru yolu seçmelerine dair aşırı arzusu onu, gözleri âmâ olan Sahâbî Abdullah bin Ümmü Mektûm’dan yüz çevirmeye sevketmişti. Resûlullah, Kureyş-lilerle konuştuğu sırada, Abdullah bin Ümmü Mektûm çıkagelmiş, dinlemek için yanlarında durmuştu. Bu son gelen âmâ sahâbî, Resû-lullah’a soru sormaya başlamıştı. Resûlullah da fırsatı kaçırmamaya gayret ediyordu. Bunun için Abdullah bin Ümmü Mektûm’a karşı başka bir zamanda cevab vereceğini söyledi. Bunun üzerine Yüce Allah, Resûlü’nü «Abese» sûresinde: «Yanma kör bir kimse geldi diye yüzünü asıp çevirdi» buyurarak azarladı. Ve her ne kadar Peygamber’in maksadı meşru ve güzel idiyse de, Allah onun bu içtihadım doğru bulmadı. Bunun sebebi şu idi: Bu tutum, bir müslümanın gönlünü kırmayı veya ondan yüz çevirme belirtisini, müşriklerin kalbini kazanmak için bir müslûmana iltifat etmemeyi ifade ediyordu. Bu ise meşru ve makbul olmayan bir tutumdu.
Özet olarak diyebiliriz ki; bir müslümanın, İslâm’ın ahkâm ve prensiplerinden herhangi birini değiştirmeye veya Davet ve öğüt vermede hikmete uyma adı altında, Şeriatın hudutlarını çiğnemeye ya da onu hafife almaya hakkı yoktur. Çünkü hikmete; ancak Şeriatın hudutları, prensipleri ve ahlâki kaideleri dahilinde sınırlandırılmış ve kayıtlandırılmış olduğu zaman hikmet olarak itibar olunur.
Dördüncü İşaret: Bu işareti biz, Kureyş’in, Resûlullah’a uysun diye, şart koştuğu şu istekler karşısındaki durumundan çıkarıyoruz. O öyle bir durum idi ki; Yüce Allah o hususta kendi elçisini desteklemişti. Bütün müslümanların zikretfği şu âyet-i kerimeler onun hakkında indi: «Onlar şöyle dediler, bize yerden kaynaklar fişkırt-madıkca sana inanmayacağız. Veya hurmalıkların, bağların olup aralarından ırmaklar akıtmalısın. Yahut da iddia ettiğin gibi göğü tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah’ın ve melekleri karşımıza getirmelisin. Veya altın bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin, ama oradan okuyacağımız bir kitab indirmezsen yine o yükselmene inanmayacağız[9][35]».
Yüce Allah’ın müşriklerin bu isteklerini yerine getirnıeyişindeki sebeb bazılarının zannettiği gibi: «Hz. Peygamber’e Kur’an mucizesinden başka mucizeler verilmedi, bunun için de Allah anların bu isteklerini yerine getirmedi» şeklinde değildir. Asıl sebeb şudur ki; Allah – Azze ve Celle – ism-i ezelisi ile müşriklerin küfürlerin-den, inatçılıklarından ve Hz. Peygamber ile istihza etmekte ileri gitmelerinden dolayı, bunları istediklerini b’Iiyordu. Nitekim bu teklif ettikleri isteklerin türünde ve isteme üslûplarında çok açıktır. Allah onların iyi niyetlerini, isteklerindeki samimiyeti ve Resûlullah’ın doğruluğuna olan güvenlerini pekiştirmek için geldiklerini bilseydi; elbette onların bu isteklerini gerçekleştirirdi. Fakat bu konuda, Ku-reyş’in durumu, Yüce Allah’ın başka bir âyette niteliğini belirttiği hale uygun düşmektedir. O âyet şöyledir: «Onlara gökten bir kapı açsak da, oradan çıkmaya koyulsalar, yine, (Gözlerimiz döndü, biz herhalde büyülendik) derler[10][36]».
Okuyucu bu konuyu öğrendiği takdirde, Yüce Allah’ın elçisine, ileride açıklayacağımız çeşitli mucizeleri lütfetmesi ile bu konu arasında bir çelişkinin olmadığını daha iyi anlamış olacaktır. [11][37]
Batıl ehlinin hak ehline uygulaya geldilkeri metodlar tarih boyunca tekerrur etmiştir. Bunlar öncelikle hak ehlini susturma yıldırma ve sonrada hak üzere inat edenlere çeşitli tekliflerle gelirler. Tarih boyunca tevhid ehli bu tekliflere akideleri gereği olarak BOYUN EĞMEMİŞ VE MUCADELLEERİNE DEVAM ETMİŞLERDİR.
Kuran ı Kerim de:
Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele !
O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz, derler. İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır.[12]
[1][30] Fussilet sûresi, âyet: 1-7.
[2][31] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 116-119.
[3][32] Hıvan: Yemek yeneceği sırada, üzerine yemek konulan masa gibi şeylere denir.
[4][33] Ahzâb sûresi, âyet: 28-29.
[5][34] Bu olayı Buhârî rivayet etmiştir. Bu İki âyetin tefsiri hakkında îbn Kesir tefsirine bakınız.
[6] Ahmed, Tirmizi, Nesai, İbn Mâce, bkz: Sahihu’I-Câmi’i’s-Sağîr, c.5, s. 138. [O fitneye kapılan erkeğin, işlediği cürümler yoluyla bütün ümmet içinde ifsada sebep olacağı muhakkaktır, Dolayısıyla bu tür erkek ve kadınların, kendilerinden ziyade ifsad edecekleri yapı ailedir, toplumdur, ümmettir. O yüzden öncelikle “Ümmet üzerine” denilmiştir. Allahüâlem. Çev.l
[7] Ahmed, Müslim ve Ebü Dâvüd, Albâni, Sahihu1-Câmi’i’s-Sağîr ve Ziyâdetuhu,c.5, 6.144, Hadis: 550.
[8] İbn-i Hişam es-siretü’n nebeviyye,1/267
[9][35] İsrâ sûresi, âyet: 90-93.
[10][36] Hicr sûresi, âyet: 14-15.
[11][37] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 119-224.
[12] Bakara suresi 155/156/157