sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

Vahyin Başlangıcı | Siyer Programı – 10. Bölüm

Vahyin Başlangıcı | Siyer Programı – 10. Bölüm
A+
A-

Vahyin Başlangıcı

 

Buhâri’nin rivayetine göre, vahyin başlangıcının nasıl olduğu­nu bize en güzel şekilde anlatan Hz. Aişe’dir. Hz. Aişe şöyle der: «Allah’ın elçisine ilk gelen vahiy, uykuda iken sadık rü’ya ile baş­lamıştır. Onun her gördüğü rü’ya sabahın aydınlığı gibi ortaya çı­kardı. Sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Artık Hirâ mağarasın­da ibâdet ediyor, azık almak için eve geliyor ve tekrar aynı ma­ğaraya dönüyordu. Nihayet Allah’ın Resulü, Hirâ mağarasında bu­lunduğu bir sırada vahiy geldi. Şöyle ki; O’na melek gelip, -Oku!» dedi. O da, «Ben okumak bilmem» cevabını vçrdi. Resûlullah (s. a.v.) buyurdu ki; «O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye ka­dar sıktı. Sonra bıraktı ve: «Oku» dedi. Ben de yine: «Ben okumak bilmem» dedim. O, beni yine takatim kesilinceye kadar sıktı ve son­ra yine oku dedi. Ben de yine: «Ben okumak bilmem» dedim ve beni tekrar alıp üçüncü defa sıktı. Ve beni bıraktıktan sonra: «Yaratan Rabbinin adıyla okulO insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku ki, senin Rabbin kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmediğini öğ­reten, bol kerem ve ihsan sahibidir» dedi. Bu âyetleri alan Allah’ın Resulü, yüreği titreyerek, eşi Hatice’nin yanına geldi ve: «Beni örtü­nüz» dedi. Korkusu geçinceye kadar onu örttüler. Sonra başına ge­len olayı eşine anlatarak: «Kendimden korkuyorum» dedi. Bunun üzerine eşi: «Allah’a yemin ederim ki, Rabbin seni hiçbir zaman utandırmaz. Çünkü, sen akrabanı gözetirsin, âciz olanların ağırlığı­nı yüklenirsin, fakire verir, misafiri ağırlar, hak yolunda halka yar­dım edersin» diyerek, onu teselli etti. Bundan sonra Hatice, Resû-lullah’ı alıp, amcazadesi Varaka bin Nevfel’e götürdü. Bu zât câhiliyye çağında hristiyan olmuş, İbranice’yi bilir ve İncil’den nasibi nis-betinde birşeyler yazardı. O günlerde gözleri kör idi. Hatice, Varaka’ya, «Amcaoğlu, dinle bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor?» dedi. Varaka: «Kardeşimin oğlu, ne var?» deyince, Resûlullah başından geçeni anlattı. Bunun üzerine Varaka; Gördüğün, Allah’ın Mûsâ’ya indirdiği Nâmûs-u Ekber’dir. Keşke senin Davet günlerinde genç olsaydım da, kavminin seni çıkaracakları zamanı görseydim» dedi. Allah’ın Resulü de; «Onlar beni çıkaracaklar mı?» diye sordu. O da; «Evet, senin gibi birşey getirmiş, yâni vahiy tebliğ etmiş hiçbir kim­se yoktur ki, düşmanlığa uğramasın. Şayet senin da’yet günlerinde yetişirsem, sana yardım ederim» diye cevab verdi. Çok geçmeden Varaka vefat etti. O sırada bir müddet için vahiy kesilmişti.»

               Vahyin kesildiği zaman konusunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları üç yıl, bazıları daha az olduğunu söylemişlerdir. Tercih edilen gö­rüş, Beyhakî[1][37]‘nin rivayet ettiği altı aylık bir dönemdir. Sonra Bu-hârî, Câbir bin Abdullah (r.a.)’dan «Fetretü’1-vahy» konusunda şöy­le dediğini rivayet etmiştir: Resûlullah (s.a.v.) Fetret-i vahiyden bah­sederken söz arasında buyurdu ki; «Ben bir gün yürürken birden­bire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki Hirâ’da bana gelen Melek (yâni Cebrail a.s.) sema ile arz arasında bir kürsi üzerinde oturmuş. Pek ziyade korktum. Evime dönüp beni örtün, beni örtün, dedim. Bunun üzerine Allahü Teâlâ Hazretleri: «Ey örtüye bürünen Resulüm, kalk da sana iman etme­yenleri korkut. Rabbini büyük tanı. Elbiseni temizle, kötü şeyleri terke devam et[2][38]» âyet-i kerîmelerini indirdi. Artık vahiy kızıştı da ardı arkası kesilmedi…» [3][39]

Dersler ve İbretler

               Bu, «Bed-ul Vahy= Vahyin Başlangıcı» hadîsi, dinin akaid ve şeriatle ilgili hakikatların tümünün üzerine kurulduğu temel esas olur. Bu hadîsi iyi kavramak ve ona kesinlikle inanmak, Hz. Peygamber’in getirdiği gaybi hallere ve şer’î emirlere kesinlikle inanmayı gerektiren bir giriş niteliğindedir. Çünkü «Vahyin hakikati, kendi kafasından düşünüp akıl ve görüşüyle kanun yapmaya kalkışan in­sanla, herhangi bir değiştirme ve kısaltma veya fazlalık yapmadan doğrudan doğruya kendi Rabbi’nden aldığı emir ve yasakları insan­lara tebliğ eden insan arasında yegâne ayırıcı çizgidir.

            Bundan dolayı, İslâm’a şübhe sokmak isteyen din düşmanları; Resûlullah (s.a.v.)ın hayatındaki vahiy mes’elesiyle meşgul olmaya önem veriyorlar ve vahyin hakikatma birşeyler katmak;  vahiyle ilhamı birbirine karıştırmak veya vahyi şuuraltındaki şeylerin şuur üstüne çıkması olarak nitelendirmek, hattâ sar’a (histeri) hastalığı olarak göstermek için, yorucu bir fikrî çalışmaya giriyorlar. Onlar «vahiy» konusunun, Hz. Muhammed’in Allah katından getirdikle­rine olan imanın ve müslümanların inançlarının kaynağı olduğunu bildikleri için böyle yapıyorlar. Din düşmanlarının, vahyin hakikati ile ilgili olarak ortaya attıkları şübheler tutarsa; vahiyden kaynak­lanan ahkâm ve akaidin tümünü inkâr etmeleri kolaylaşmış olur. Ayrıca Hz. Muhammed (s.a.v.)’in uymaya çağırdığı ahkâm-ı şer’iyye ve prensiplerin tümünün, onun şahsî düşüncesinin ürününden baş­ka birşey olmadığı fikrini yerleştirmeleri imkânı doğar…

               İslâm’a karşı fikir savaşı ilân eden ve durmadan iftirada bulu­nan İslâm düşmanları, bu gayeyi gerçekleştirmek için, vahiy ola­yını te’vile ve onu apaçık hakikatından uzaklaştırarak, tarihçile­rin bize naklettiği sahîh hadîslerin bahsettiği şeklini tahrife yelten­diler. Onlardan herbiri batının uydurma düşüncelerinden kendi ak­lına uygun olanım buna ilâve etti…

               Onlardan, şöyle düşünenler bile vardır: Hz. Muhammed (s.a.v.) devamlı gelişen bir keşf yoluyla, içinde bir akide (inanç) oluşunca­ya kadar düşünmeye devam etti. Sonunda o akideyi, puta tapıcılığı yıkmaya yeterli görüyordu. Bundan daha da katmerli iftira şu sö­zün yayılmasıdır: Ancak Hz. Muhammed (s.a.v.), Kur’ân’ı ve İslâm prensiplerini Rahib Bahira’dan öğrendi. Hattâ şu sözü söyleyenler bile çıkmıştır: İş, ne şöyle, ne de böyledir. Fakat Muhammed (s. a.v.) asabi bir adamdı veya sar’a (histeri) hastalığına yakalanmış bir kimse idi[4][40].

               Biz, akıllı bir kimseye, onları gördükten ve duyduktan sonra Hz. Muhammed (s.a.v.)’in nübüvvetini inkârdan başka bir çıkış yo­lu bırakmayan şu tuhaf hilekârlıklara bakınca; İmam Buhârî’nin hadîsinde şimdi arzetmeye çalıştığımız haliyle, Resûlullah’a vahyin inmeye başlamasındaki apaçık ilâhi hikmeti bütün niteliğiyle göre­biliyoruz:

               Vahyin perde arkasından gelme imkânı olduğu halde niçin Resûlullah ilk defasında, Cebrail’i dünya gözü ile gördü? Niçin Yüce Allah, Resûlü’nün kalbine, Cebrail’i görmesinden dolayı korku bı­raktı ve onu tanımasında hayrete düşürdü? Hâlbuki Yüce Allah’ın kendi elçisine karşı taşıdığı sevgi ve onu koruması, onun kalbine sükûnet vermesini gerekli kılardı. Böyle olunca da artık o hiçbir şeyden korkmaz ve ürpermezdi. Niçin Peygamberimiz, mağarada kendisine görünen varlığın cinlerden garib bir yaratık olmasından korktu da onun Allah katından gelen emin bir melek olmasına yor­madı? Niçin bundan sonra, vahiy uzun bir müddet kesilmişti? Hâlbuki Resûlullah (s.a.v.) vahyin kesilmesinden dolayı büyük bir umutsuzluğa kapılmıştı. Hattâ O, îmâm Buhârî’nin rivayet ettiği gibi dağ­ların uçurumlarından kendisini aşağı atmaya niyetleniyordu.

               Bu sorular, vahyin ilk başladığı şekle nisbetle çok tabiîdir. Bun­ların cevabını düşündüğümüzde, derin bir hikmeti ihtiva ettiğini görmekteyiz. Daha doğrusu bağımsız düşünen bir adam, o hikmet­te, İslâm’a fikri savaş açanların ortaya attıkları şirke düşmekten, bâtıl ve uydurma hileleriyle etkilenmekten koruyacak saf hakikati bulacaktır.

               Hz. Muhammed Aleyhisselâm Hirâ mağarasında aniden karşı­sında Cebrail’i gözüyle görünce irkildi. Cebrail (a.s.) ona: «Oku!» diyordu. Neticede, vahiy olayının hallüsinasyona hamledilecek dâhilî ve şahsî bir iş olmadığı ortaya çıkıyor. Vahiy olayı, yalnızca insanın içyapısı ve nefsiyle alâkası olmayan, harici bir hakikati telâkki etmek (almak) ve onu kabul etmekten ibarettir. Meleğin Hz. Peygamber’i üç kere sıkması, sonra her defasında «Oku” diye­rek bırakıvermesi, bu haricî telâkkiyi destekleme ve bazı aleyhte tasarıları reddotme hususunda te’kid olarak nitelendirilebilir. Yâni bu olay, asla dâhili bir hayal görme olayı değildir.

               Resûlullah’ın, görüp işittiklerinden dolayı içine korku ve ürper­ti düşmüştü. Hattâ O, mağaradaki halveti (yalnızlığa çekilmesi) ni yanda kesip, yüreği titreyerek sür’atle eve dönmüştü. Her aklı ba­şındaki düşünür için şurası açıkça ortadadır ki; Resûlullah, dünya­ya yaymak üzere sorumlu tutulacağı peygamberlik görevine hiç ar­zu duymamıştı. Zaten şu vahiy olayı, Hz. Peygamber’in bazan aklın­dan geçirdiği birşeyi tamamlar veya onunla uyum sağlar bir şekil­de olmamıştı. Vahiy olayı, onun hayatını sarsacak bir şekilde daha önceden hazırlıksız, olarak aniden onu gelip sarmıştı. Hasılı bu du­rum, kendinde devamlı ve tedrici bir keşif yoluyla, Davet etmeyi tasarladığı bir akidenin oluşmasına kadar, akıl ve tefekkür yoluyla yetiştiren, “bir insanın işi değildir.

               Sonra, gerçekten ilham hallerinden veya hayalet görmekten ya­hut ruhi coşkunluk ya da ulvi düşüncelerden olan bir şey-, korku­yu, ürpertiyi veya renk değişmesini gerektirmez. Bir taraftan ani­den korku ve ürperti ile karşı karşıya gelme ile diğer taraftan dü­şünce ve tefekkür içinde derece derece gelişme arasında bir bağ­lantı kurmak mümkün değildir. Aksi takdirde tüm düşünür ve mü­tefekkirlerin, bu korku halini ve şaşkınlıklarını, defalarca yaşama­ları gerekirdi!.

               Her okuyucu da bilir ki, korku, ürperti, vücudun titremesi, renk değişmesi ve bunların tümü rol ve gösteriş için yapılmasına imkân bulunmayan zarurî infiallerdir. Hattâ Hz. Peygamber’in rol yaptığım ve h-leye başvurduğunu ve bi’setten önceki bilinen tabi­atının (hâşâ) tam tersine dönüştüğünü düşünsek bile?..

               Resûlullah’ta görülen, ani korku halinden daha öte, mağarada gördüğü; kendisiyle konuşan ve kucaklayıp sıkan bu varlığın, cin­lerden bir garip yaratık olması vehmine kapılmasında gerçek ken­dini gösteriyor. Çünkü Or bu olayı hanımı Hatice’ye haber verirken şöyle demişti: «Kendimden korkuyorum.» Yâni bana cin çarpmış ola­bilir veya aklımı oynatabilirim… Fakat Hz. Hatice, Peygamberimi­zin kendisinde övünülecek vasıflar ve üstün ahlâk bulunduğu için cinlerin ve şeytanların ona bir zarar veremiyeceklerini belirterek eşi­ni teskin etmişti.

               Hâlbuki Cenâb-ı Hak, kendi elçisinin kalbini teskin etmeye ye­terdi. Onunla konuşan bu yaratığın ise, kendisinin insanlara pey­gamber olarak gönderildiğini haber vermek için gelen, Allah’ın me­leklerinden bir melek olan Cebrail’den başkası olmadığı hususunda, onun nefsini yatıştırmaya kadirdir. Ama şu eşsiz ilâhî hikmet Hz. Muhammed Aleyhisselâm’m [peygamberlikten önceki şahsiyeti ile on­dan sonraki şahsiyeti arasındaki farklılığı ortaya çıkarıyor. Re-sûlullah’ın zihninde, îslâm şeriatının ve akaidinin temel esasların­dan herhangi birinin daha önceden oluşmadığını ve akabinde, o esasa Davet edeceğini de düşünmediğini, açıklamayı murad edi­yordu…

               Yine Yüce Allah’ın, Hz. Hatice’ye Peygamberimizi, Varaka bin Nevfel’e götürmesini ve durumu ona anlatmasını ilham etmesinde şunlar var:

               a- Resûlullah’ın karşılaştığı bu durumun, kendinden önceki Peygamberlere de inmiş olan ilâhî vahiy olduğunu pekiştirmek…

               b- Resûlullah’ın gördüğü ve duyduğu şeylerin tefsirinden çı­kacak çeşitli düşünce ve korku sebebiyle ruhunu kaplayan örtüyü yırtıp, atmak.

               Ama bundan sonra vahyin kesilmesi (ve bilinen ihtilâfa göre bu kesintinin altı ay veya daha fazla sürmesi) konusuna gelince, o da yine eşsiz ilâhi bir mucizeyi ihtiva etmektir. Çünkü vahyin ke­silmesi olayı, İslâm düşmanlarının, ilâhî vahyi Peygamberimizin uzun uzadıya düşünmesi neticesinde, özünden çıkmış; ruhî bir coşkunluk ve ruhuna âit dâhilî bir oluş olarak yorumlamalarını, en yüksek seviyede reddetmektedir.

               Resûlullah’ın, Hirâ mağarasında gördüğü meleğin uzun bir sü­re kendisinden gizlenmesi. Bundan dolayı kararsızlık içinde kalma­sı. Sonra Cenâb-ı Allah’ın kendisini peygamberlik ve vahiyle şereflendirmeyi murad ettiği halde kendinden sudur etmiş bir kötülük için Allah’ın ona darılmış olması zannı… Kendindeki bu kararsız­lığın, içinde bir korkuya dönüşmesi. Hattâ dünyanın ona dar gel­mesi. Nefsinin onu helake sürüklemesi. Ne zaman bir dağın tepe­sine varsa, kendisini oradan aşağıya atmak istemesi. Nihayet bir gün Hirâ’da gördüğü meleğin asli şekliyle, yerle gök arasını dol­durmuş olduğu halde O’na: «Yâ Muhammedi Sen Allah’ın insanlara göndermiş olduğu bir elçisin» derken görmesi… Bütün bunlar ilâhî hikmetin gerekleridir. Nitekim bir defasında korku ve ürpertisini yenemeyerek doğruca eve dönmüştü de; kendisine Allahü Teâlâ: «Ey örtülere bürünen peygamber kalk, korkut…[5][41]» buyurmuştu.

               Hakikaten Allah Resûlü’nün başından geçen bu hal, vahyin iç­ten gelen bir ilham, bir türlü delilik olduğu şeklindeki zanları ge­çersiz kılar. Çünkü açıkça ortadadır ki ilham ve düşünce sahip­lerinin ilhamları ve düşünceleri onların başına böyle bir hal getir­mez…

               O halde, sahih ve sabit bir hadiste vârid olan tarza göre Bed-ül Vahy hadisi (yâni vahyin başlangıcını bildiren Hz. Aişe hadîsi) İslâm’a şübhe sokarak din düşmanlığı yapan kişilerin, insanları, Al­lah’ın Hz. Muhammed (s.a.v.)’e ikram buyurduğu nübüvvet ve va­hiy konusunda yanlış bilgilere sevk etmek için gösterdikleri tüm çabaları boşa çıkarmaktadır. Bu durum açıkça ortaya çıkınca, vahyin başlangıcının Allah’ın irade ettiği tarz üzere olmasındaki yüce ilâhî hikmet daha iyi anlaşılmış olur.

               İslâm düşmanları belki de, «Hz. Muhammed Ashabının arasında iken kendisine vahiy iniyordu da niçin onlardan biri meleği gör­müyordu?» diye soru sormaya yönelecekler.

               Bu sorunun cevabı şudur: Cebrail yâni melek, gözle görülebi­len yaratıkların varlık şartını taşımıyordu. Çünkü, bizde bulunan görme vasıtası, muayyen bir alanla sınırlandırılmıştır. Böyle olma­saydı, herhangi birşeyin gözden uzaklaşması halinde onun yok ol­ması gerekirdi. Allah’ın gözlerde bulunan görme hassasını istedi­ği kadar artırması – çünkü şu gören gözlerin yaratıcısı O’dur – O’na çok kolay olmaktadır. Bu durumda da diğer gözlerin göremediği şeyleri, ö göz görebilirdi. Bu konuda Mâlik bin Nebi şöyle diyor:

               «Meselâ; daltonizm[6][42] bize, bir ışık türünün, her göz tarafın­dan görülemediğini tipik bir örnek olarak bildirmektedir. Yine aynı şekilde, kızıl ötesi ve menekşe ötesi denilen ışık şuaları serile­rinin gözlerimiz tarafından görülemediği de bilinmektedir. Bu du­rumun bütün gözlere nisbetle böyle olduğunu ilmî olarak isbat eden birşey de yoktur. Bazan görme hassasının az veya çok olması müm­kün olan gözler bulunabilir[7][43].

               Artık bundan sonra vahyin devam edişi, vahyin hakikatına ve İslâm düşmanlarının arzu ettiği gibi vahyin özellikle nefsî bir olay olmadığına dair işareti, kendisi taşımaktadır. Bu işareti aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:

               1- Kur’an ile hadis arasındaki açık ayırıcı özellik: Çünkü Resûlullah (s.a.v.) kendi sözleri olan hadîsi, ashabının hafızasına ema­net ederken, Kur’an âyetlerinin öncelikle yazılmasını emrediyordu. Hadîs kendisi tarafından söylenmiş sözdür, peygamberlikle alâkası yoktur, demek yanlış olur. Çünkü Kur’an, Cebrail aracılığıyla biz­zat harfleriyle ve sözleriyle ona vahyedilmiştir. Ama hadîs böyle değildir. Hadîsin mânâsı ona, Allah katından vahyedilmiştir. Fakat sözleri ve terkibi Hz. Peygamber tarafından düzenlenmiştir. Bundan dolayı Resûlullah, kendi sözüyle, Cebrail’den aldığı Allah kelâmını karıştırmaktan son derece sakınıyordu.

               2- Resûlullah (s.a.v.)’dan bazı işler sorulur, o da, onlara cevab veremezdi. Bazan onun bu suskunluğu üzerinden uzun bir za­man geçer, sonunda bu soru konusunda Kur’an’dan bir âyetin in­diği olurdu. Böylece soru soran kişiye, sorusu konusunda Kur’an’­dan inen âyeti okurdu. Bazan da, Hz. Peygamber bir kısım işlerde belirli bir şekilde tasarrufta bulunurdu. Bu tasarrufunu onaylayan Kur’an âyetleri hemen iniverirdi. Bazan da bu tasarrufunu kınayan ve yeren âyetlerin indiği olurdu.

               3- Resûlullah (s.a.v.) ünımi (okuma-yazma bilmeyen) bir ki­şi idi. Hâlbuki, böyle bir insanın dahilî bir mükâşefe yoluyla, Fi­ravun kıssası, Hz. Musa’nın annesinin kendi çocuğunu denize attığı zamanki kıssası, Yûsuf kıssası gibi tarihî hakikatleri bilmesi müm­kün değildir. Bunlar onun ümmi olmasındaki hikmetler cümlesin­den sayılmaktadır. Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm şöyle der: «Sen bun­dan önce hiçbir kitab okur değildin ve elinle de onu yazmadın. Öy­le olsaydı müşrikler elbette şübhelenirlerdi.[8][44]

               4- Hakikaten Resûlullah’ın kavminin arasında kırk yıl boyunca doğru sözlü olması ve onlar arasında şöhret bulması; bundan da Önce kendi nefsine karşı dürüst olmasını gerektirir. Bundan dolayı Hz. Peygamber vahiy olayını araştırırken, kendisine hayal gördü­ren bir şübhenin olduğuna karar vermesi gerekirdi.

               Ve sanki şu âyet, vahiyle karşılaştığında, içinden geçen şeyleri inceleyişini reddeder mahiyetle gelmiştir: «Eğer sen, sana indirdiği­miz (Kur’an âyetlerinde) de şübhe içinde isen, senden önce Kitab’ı okuyanlara sor. Andolsun ki Rabbinden sana hak gelmiştir. Sakın şübhecilerden olma![9][45]».

               Bunun için, Hz. Peygamber’in bu âyet indikten sonra: «Artık ne şübhe ediyorum ve ne de birşey soruyorum» diye buyurduğu riva­yet edilmiştir.[10][46]

[1][37] Bakınız: FethÜ’1-Bârî, c. 1, s. 21.

[2][38] el-MÜddessir sûresi, âyet: 1-5.

[3][39] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 87-88.

[4][40] Bak: İslâm Dünyasının Bugünkü Dudurumu; c. 1, s. 38-39.

[5][41] Müddessir sûresi, âyet: 1-5.

[6][42] Renk körlüğü ile uğraşan bir bilim kolu (mütercimler).

[7][43] Mâlik bin Nebî – ez-Zahıretü’1-Kur’âniye; s. 127. Bu kitab «Kur’ân-ı Kerîm Mucizesi» adıyla dilimize çevrilmiştir (mütercimler).

[8][44] Ankebût sûresi, âyet- 4

[9][45] Yûnus sûresi, âyet: 94.

[10][46] Bunu tbn Kesir, Katâde’den rivayet etmiştir

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 88-94.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.