VEHBE ZUHAYLİ’NİN (RH.A) BAKIŞ AÇISIYLA BAKARA SURESİ 102. VE 103. AYETLER
Yahudilerin Büyücülük, Gözbağcılık Ve Tılsımlarla Uğraşmaları
102- Onlar şeytanların Hz. Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylere uydular. Halbuki Süleyman kâfir olmadı, fakat o şeytanlar kâfir oldular ki, insanlara büyüyü ve Bâbil’deki iki meleğe, Hârut ile Mârufa indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki onlar: “Biz ancak bir imtihanız. Sakın küfre girme.” demedikçe kimseye (büyüyü) öğ-retmezlerdi. İşte onlardan koca ile karısının arasını ayıracak şeyleri öğrenirlerdi. Allah’ın izni olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdir. Onlar kendilerine zarar verecek ve fayda sağlamayacak şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun ki onlar onu satın alan kimsenin ahirette bir payının olmadığını muhakkak biliyorlardı. Onlar kendilerini kötü bir şey karşılığında sattıklarını keşke bilmiş olsalardı.
103- Eğer onlar iman edip de sakınmış olsalardı, elbette Allah’ın sevabı daha hayırlıdır. Keşke bilselerdi.
Nüzul Sebebi
- ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak Muhammed b. İshak şöyle demektedir: Kimi Yahudi hahamları şöyle demişti: Sizler Muhammed’in işine hayret etmiyor musunuz? O Süleyman’ın bir peygamber olduğunu ileri sürüyor. Halbuki Süleyman bir büyücüden başka bir şey değildi. Bunun üzerine Yüce Allah: “Halbuki Süleyman kâfir olmadı…” buyruğunu indirdi.
Taberî’nin rivayetine göre Şehr b. Havşeb de şöyle demiştir: Yahudiler dedi ki: Şu Muhammed’e bakınız, hakkı batıla karıştırıyor. Süleyman’ı peygamberlerle birlikte anıyor. Halbuki o rüzgâra binen bir büyücü değil miydi? Bunun üzerine Yüce Allah: “Şeytanların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylere uydular.” ayetini indirdi. İbni Ebî Hâtim’in Ebu’l-Aliye’den rivayetine göre de Yahudiler Peygamber (a.s.)’e Tevrat’a dair bir takım hususlar sordular. Bu konuda her ne sordularsa mutlaka Yüce Allah bunların sorularına cevap teşkil edecek buyruklar indiriyor ve böylelikle onları susturuyordu. Durumun böyle olduğunu görünce şöyle dediler: Bu bize indirileni bizden daha iyi biliyor. Bu arada Yahudiler Hz. Peygamber’e büyü hakmda da soru sormuş ve bu konuda onunla tartışmışlardı. Yüce Allah da: “Şeytanların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeye uydular.” ayetini indirdi.
el-Kelbî der ki: Şeytanlar büyüyü ve gerçeği olmayan bir çeşit göz bağcılıkları ve tılsımları Asâfa isnad ederek “İşte bu, hükümdar ve Allah’ın peygamberi Süleyman’ın kâtibi Berhiya oğlu Âsâfa öğretilen şeylerdir.” diye yazdıktan sonra, bunları Hz. Süleyman’ın namaz kıldığı yerin altına gömdüler. Bu işi de Yüce Allah’ın Hz. Süleyman’dan mülkünü geçici olarak elinden aldığı sırada yaptılar. Hz. Süleyman bunun farkına varmamıştı. Hz. Süleyman vefat ettikten sonra bu büyüleri onun namaz kıldığı yerin altından çıkardılar, insanlara da şöyle dediler: Süleyman bunun sayesinde size hüküm ederdi, bunu öğreniniz. İsrailoğulları’nın bilgin olanları bu durumu haber alınca: “Bunun Süleyman’ın bilgisi olmasını kabul etmekten Allah’a sığınırız.” dediler. Seviyesiz, düşük kimseler ise: “Evet, bu Süleyman’ın bilgisidir.” diyerek bu işi öğrenmeye yöneldiler, peygamberlerinin kitaplarını reddettiler. Böylelikle Hz. Süleyman’ı kınamak yaygın bir hal almaya başladı. Yüce Allah Muhammed (s.a.)’i peygamber olarak gönderip onun vasıtasıyla Hz. Süleyman’ın kendisine yakıştırılan iftiralardan uzak olduğunu bildirip şöyle buyurdu: “Şeytanların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylere uydular.” [1][83]
Açıklaması
Yahudiler Allah’ın Kitabı’nı bir kenara attılar. Tevrat’ı bir kenara atan haham ve ilim adamlarından bir kesim de Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı döneminde büyücülüğe ve gözbağcılığa uydular, bunların arkasına takılıp gittiler. Çünkü şeytanlar semadan hırsızlama yoluyla bir takım şeyleri işitiyor, işittiklerine pek çok yalanlar katıyor, bunları kâhinlere telkin edip öğretiyor, onlar da bu öğrendikleri telkinleri insanlara öğretiyorlar ve şöyle diyorlardı: “Bu, Süleyman’ın bilgisidir. Süleyman’ın mülkü bununla ayakta duruyordu.” Yüce Allah Hz. Süleyman’ın bu gibi şeylerle uğraşmadığını açıklayarak, bu iddialarını reddetmektedir. Hz. Süleyman’a büyünün nispet edilmesi yalandır, onun peygamberliğini inkârdır. Ayrıca bunlar insanlara Babil’deki iki melek olan Ha-ârut ile Mârufa indirilenleri de öğretiyorlardı. Hârut ile Mârut aslında Allah’a ibadet eden salih iki insan idiler. İnsanların onlara melek demeleri huy ve yaşayışları itibarıyla meleğe benzediklerinden dolayı olmuştur. Hasan-ı Basrî ise “iki melek” buyruğunu insanlar arasında sözlerinin dinlenmesi açısından hükümdarlara benzediklerini ifade etmek üzere “iki melik (yani iki hükümdar)” şeklinde okumuştur.
Bu iki melek, kendi dönemlerinde oldukça çok ve değişik tekniklere sahip bulunan büyüyü insanlara öğretiyorlardı. Bundan amaçları ise, büyü ile mucizeyi birbirinden ayırdedilmesini sağlamak ve büyücülük ile uğraşanlar arasından yalan yere peygamberlik iddiasında bulunan kimselerin aslında peygamber olmayıp büyücü olduklarını öğrenme imkanını insanlara sunmak içindi. Bu iki kişinin büyüyü öğrenmeleri ise öğretmensiz olarak ilham yoluyla gerçekleşmişti. İşte ayet-i kerimede sözü geçen “iki meleğe Hârut ve Mârut’a indirilen şeyler” den kasıt da budur. Onlara indirilen ise büyü ile ilgili şeyler olup bizzat büyünün kendisi değildir.
Fakat bu iki melek büyüyü öğretmekte uyarma ve sakındırma yolunu izlemiş, hiçbir kimseye: “Bizler Allah tarafından gönderilmiş bir sınama ve deneme aracıyız. Bu bakımdan sakın büyü yapma, onun etkili olduğuna inanma, aksi takdirde kâfir olursun. Eğer büyü yapma amacını taşımayarak sadece mahiyetini bilmek için büyüyü öğrenirsen bunun sana bir zararı olmaz.” demedikçe hiçbir kimseye büyüyü öğretmezlerdi.
İnsanlar bu iki melekten koca ile hanımının arasım ayıracak hile, düğümlere üflemek, ruhu etkilemek ve buna benzer çoğunlukla insanları birbirinden ayırma yollan olan şeyleri öğrendiler.
“İnsanlara büyüyü… öğretiyorlardı” buyruğuna “ve Babil’deki iki meleğe…” buyruğunun atfedilmesinin anlamı şudur: Yahudiler bu iki melekten büyüyü asıl maksat olarak gözetilen insanları korumak ve sakındırmak yolu ile öğrenmediler. Halbuki bu ikisine büyü teknikleri, insanlara büyücülerin başvurdukları hile ve aldatıcı yollan öğretsinler diye ilham edilmişti.
Büyü, gerçekte tabiatı itibanyla olsun kendi öz yapısındaki güç dolayısıyla olsun, etkileyici değildir. Büyünün zarar verebilmesi ancak Allah’ın emir ve iradesiyle olur. Büyü sadece zahiri bir sebepten ibarettir. Bir insana büyücülerin herhangi bir işi dolayısıyla bir zarar gelip isabet ederse, bu ancak Allah’ın izni ile olabilir. O takdirde büyü ancak sonuç ile ilgili olan bir araç veya sebepten başka bir şey değildir ve bu da Yüce Allah’ın dilemesi ile olmuş demektir. Çünkü sebeplerin var olması halinde müsebbipleri ve sonuçlan var eden O’dur. Hasan-ı Basrî der ki: Allah dilediği kimseyi korur ve bunun sonucunda büyünün o kimseye zaran olmaz. Dilediği kimseyi de korumayıp bırakır; bunun sonucunda da büyünün ona zaran dokunur.
Büyü öğrenip büyücülük yapan bir kimse, kendisine zarar veren ve fayda sağlamayan bir şeyi öğrenmiş olur. Çünkü büyü insanlara zarar vermeye sebeptir ve umumiyetle kötülük yapmak kasdıyla öğrenilir.
Andolsun ki Yahudiler, Allah’ın kitabını terk edip dinin asıl ilkelerin ihmal eden, iki cihanda insanı mutlu kılan şeriatın hükümleri yerine büyü kitaplarına itibar eden kimselerin, ahirette can yakıcı bir azaptan başka bir paya sahip olamayacağını bilmemektedirler. Çünkü böyle davranan kimseler, büyü öğrenmeyi yasaklayan ve cinlere şeytanlara, kâhinlere uyan kimselerin cezasmı, putlara tapanın cezası gibi tespit eden Tevrat’ın hükmüne muhalefet etmişlerdir.
Büyüyü Tevrat’ın yerine koymakla onu ne kötü şeyle değişmiş olduklarını bir bilselerdi! Onlar inanç ve gereğini yerine getirmek düzeyindeki bir bilgi ile büyünün haram olduğunu bilmeyen bilgisiz kimselerdir.
Eğer Yahudiler gerçekten Tevrat’a iman etmiş olsalardı, -ki onda son peygamberin müjdesi de vardır- Muhammed ve Kur*an-ı Kerim’e iman etmiş, büyücülüğün, gözbağcılığın yer aldığı kitapları terk edip emirlerine gereken titizliği gösterip yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah’tan korkmuş olsalardı, bu salih amellerinin bir karşılığı olarak Allah tarafından büyük bir sevap ve ecre hak kazanırlardı. Onların sahip oldukları, hakiki bir bilgi olmayıp zan ve taklitten ibarettir. Çünkü gerçekten bilgi sahibi olsalardı amellerinde bunun karşılığı ortaya çıkar, son peygamber Muhammed (a.s.)’e iman eder, ona tabi olur ve kurtuluşa erenlerden olurlardı. Onlar Allah’ın kitabına muhalefet edip he-valarına uyduklarından dolayı, asil bilgileri gereğince amel etmedikleri için adeta bilgisiz, cahil kimseler gibi değerlendirilmişlerdir. [2][84]