VEHBE ZUHAYLİ’NİN (RH.A) BAKIŞ AÇISIYLA BAKARA SURESİ 208. VE 212. AYETLER

İslam’ı Kabule, Hükümlerine Tabi Olmaya Davet Ve Bu Davete Muhalefet Edenin Cezası
208- Ey iman edenler! Hep birden Silm’e girin. Şeytanın adımlarına uymayın gerçekten o sizin için apaçık bir düşmandır.
209- Size apaçık deliller geldikten sonra kayarsanız, bilin ki şüphesiz Allah, Aziz’dir, Hakîm’dir.
210- Onlar buluttan gölgeler içinde Allah’ın ve meleklerin kendilerine gelivermesinden ve işlerin bitiriliverme-sinden başkasını mı bekliyorlar? Bütün işler Allah’a döndürülür.
211- İsrailoğulları’na sor, Biz onlara ne kadar açık ayetler verdik?! Kim Allah’ın nimetini kendisine geldikten sonra değiştirirse şüphesiz Allah cezası pek şiddetli olandır.
212- Dünya hayatı kâfirlere pek süslü gösterilmiştir. Ve müminlerle alay ediyorlar. Halbuki o takva sahipleri Kıyamet gününde onların üstündedirler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.
Nüzul Sebebi
- ayet-i kerime Abdullah b. Selâm ve onun Yahudi arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Bunlar İslâm’ı kabul ettikten sonra da Cumartesi gününü tazim etmeye ve develerinden uzak durmaya devam ettiler ve dediler ki: Ey Allah’ın Rasulü, Cumartesi bizim tazim ettiğimiz bir gündür. Bize o günde tatil yapmaya müsaade et. Tevrat da Allah’ın kitabıdır. Bize izin ver de geceleyin namazlarımızda Tevrat’ı okuyalım. Bunun üzerine, “Ey iman edenler! Hep birden Silm’e girin.” ayet-i kerimesi nazil oldu. Bu İbni Cerîr’in İkrime’den naklettiği rivayettir.
Atâ ise İbni Abbas’tan şunu rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime Abdullah b. Selâm ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Resulullah (s.a.)’a iman edince hem onun şeriatine hem de Musa’nın şeriatına iman ettiler. Cumartesi gününü tazim ettiler, deve etlerinden, sütlerinden İslam’a girdikten sonra da uzak durdular. Müslümanlar onların bu durumlarına tepki gösterdi. Onlar da: Biz hem bunun, hem de ötekinin yükümlülükleri altından kalkabilecek güce sahibiz, dediler. Peygambere de şöyle dediler: Tevrat Allah’ın kitabıdır, bize izin ver de Tevrat gereğince amel edelim. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu. [1][11]
Açıklaması
Ey Kitab Ehli arasından iman edenler! Her hususta Allah’a itaatle bağlanın ve bütünüyle İslama girin. İslamı bütünüyle alın, ona başka şeyleri karıştırmayın. İslamın size emretmiş olduğu usul, fürû’ ve hükümlerin gereğini topluca yerine getirin. Herhangi bir parçalama yahut dilediğinizi seçme yoluna gitmeyin.[2][12] Meselâ, namaz ve orucu yerine getirirken zekât ve hadleri terke-dip şarap içmek, faiz almak, zina etmek ve -şimdilerde gördüğümüz- diğer aykırı davranış ve durumlara sapmayın.
İslam birliğini, müslümanların da söz ve kanaat birliğini koruyunuz. Tıpkı Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi, “Allah’ın ipine hep birlikte sımsıkı sarılın ve ayrılmayın…” ‘(Ali İmrân, 3/103). Anlaşmazlıktan ve ihtilâfa düşmekten sakınınız. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Anlaşmazlığa düşmeyiniz, sonra darmadağın olursunuz ve gücünüz kaybolur, gider.” (Enfâl, 8/46). Hz. Peygamber ve Veda Haccı hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler olarak gerisin geri dönmeyiniz.”
Dinde tefrikaya düşmeyin, ayrılık ve anlaşmazlık hususunda şeytanın hilelerine kapılmayın. Şeytan türlü menfaat ve faydaları insanlara güzel gösterir. Kişiyi hak ve hidayetten alıkoyar, cemaat arasına tefrika düşürür. Apaçık deliller kendilerine geldikten sonra yine de ihtilâfa düşen Kitaplarını tahrif edip değiştiren, eksiltip artıran ve böylelikle birlikleri darmadağın olan ve Allah tarafından düşmanları kendilerine musallat kılman Kitap Ehli’nin durumuna düşmeyin.
Şeytanın adımlarını izlemekten sakındırılmamızın sebebi ise, onun düşmanlığı apaçık ve uzlaşmaz bir düşman oluşundandır. Onun bütün daveti sapıklık ve batılın ta kendisidir.
Daha sonra Yüce Allah, dosdoğru yoldan sapanları tehdit etmekte ve: Eğer siz haktan sapıp Allah’ın dosdoğru yolu olan İslam’dan uzaklaşacak olur iseniz -apaçık ayetler, kesin ve net deliller size geldikten sonra böyle yapar ve şeytanın yolunda o anlaşmazlık, ihtilaf ve tefrika yolunda gidecek olursanız-şunu biliniz ki şüphesiz Allah, yenik düşürülemeyen Aziz’dir yahut O, emrini yerine getiren Gâlib’dir. Sizden intikam almaktan O’nu hiç bir şey acze düşüremez. O sanatında hikmeti sonsuzdur. Günahkârı ihmal etmez, dünyada da ahi-rette de onu cezalandırır ve sorumlu tutar.
İşte bütün fertler hakkında da hüküm böyledir. Eğer dosdoğru yola bağlı kalmaz ve güzel ahlâktan mamul sapasağlam bir zırhın içerisine girip korunmaz, Allah’ın şeriatını kısmen veya tamamen ihmal ederlerse, dünyada da ahi-rette de asla onlara başarı ihsan edilmez.
Daha sonra Yüce Allah tehditlerini daha da arttırmakta ve bu arada şöyle bir soru ortaya koymaktadır: Muhammed (s.a.)’in daveti apaçık delil ve göz kamaştırıcı bu hallerle ispat edildikten sonra, Muhammed (s.a.)’in davetini yalanlayan bu yalanlayıcılar hâlâ neyi beklemektedirler? Bunlar Allah’ın emrinin dışına çıkan kimselerdir. Acaba bunların bekledikleri Allah’ın kendilerine va-detmiş olduğu buluttan gölgeler içerisinde gelişinden başka bir şey midir? Onlar bu buluttan hayır beklerken ibretli bir ceza olmak üzere onlara azap gelecektir ve yine onlar meleklerin gelip Allah’ın takdir edip haklarında murad etmiş olduğu şeyleri yerine getirmesinden başkasını mı bekliyorlar? Bu ise Allah’ın hükmettiği ve kesinliğe kavuşturduğu bir emridir. Ondan kaçış yoktur. Sonunda bütün işler kıyamet gününde Allah’a döndürülecektir. O herşeyi hükmettiği yerli yerine koyacaktır. O bütün mahlıikatı başlatan İlk’tir, bütün işlerin kendisine döneceği de Ahir’dir.
Rahmet getirdiği sanılan ve hayır umulan bulut içerisinde azabın indiriliş hikmeti ise, daha önce herhangi bir uyarı söz konusu olmaksızın, ansızın azabı indirmektir. Bir başka ayet-i kerimede olduğu gibi: “Ve o günde gökyüzü bulutla yarılıp meleklerde indirildikçe indirilir.” (Furkan, 25/25).
İşte bu mümin kimseye tevbe etmek ve durumunu düzeltmek hususunda elini çabuk tutması için bir işarettir ki, azab ansızın gelip ona çatmasın, farkında olmadan, bilmeden azab gelip onu bulmasın. Eğer Kıyamet ansızın gelip ona çatmayacak olsa bile, ölüm ansızın gelip onu bulur yahut salih amel işlemekten kendisini aciz bırakacak bir hastalık. Bir başka ayet-i kerimede buyurulduğu gibi: “Size azab gelmezden önce Rabbinize dönün ve O’na teslim olunmaz. Haberiniz yokken ansızın size azab gelmezden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun.” (Zümer, 39/54-55)
Daha sonra ayetler İsrailoğulları ile Peygamberlerinin vasıtasıyla ortaya çıkmış pek çok mucizeler hakkında diyalog ve tartışma yolunu açmaktadır. Ta ki bu, benzeri ayetler yahut mucizeler üzerinde yükselen son peygamberin ri-saletine iman etmeye onları itsin. İşte bu doğrultuda şöyle buyurmaktadır:
Ya Muhammed! İsrailoğulları’na şerefli rasulleri vasıtasıyla gerçekleşmiş pek çok ayetler, mucizeler hakkında soru sor. Musa ve İsa (ikisine de selâm olsun) peygamberlerin gösterdikleri mucizeler gibi senin doğruluğuna delalet eden mucizeler de gelmiştir. Bu mucizeler kişinin peygamberleri tasdik etmeye ve rahat bir kalple onları kabul etmeye götürür. Acaba onlar öğüt alırlar mı, düşünürler mi, hakkı inkâr ve tuğyan etmekten vaz geçerler mi? Şayet vazgeçmeyecek olurlarsa geçmişlerinin basma gelen ibretli azabın bir benzeri onlara da gelir.
Daha sonra Yüce Allah, Allah’ın sünnetlerini değiştiren herkesi tehdit ederek şöyle buyurmaktadır: Kim Allah’ın nimetlerini kendisine ulaşıp onları bilip tanıdıktan sonra değiştirir, bu nimetleri sapıklığının küfür ve isyanının sebepleri haline dönüştürürse o kimseye çetin bir azab, katî bir ikab ve kaçınılmaz bir ceza vardır. Allah’ın sözü geçen nimetleri ise hakkı, hayrı ve hidayeti gösteren delil ve belgelerdir. Bu nimetleri değiştirmenin azaba sebep oluşunun nedenleri Allah’ın adalet ve insaf üzere kurulu sünnetlerinin bir parçası oluşudur. Böylelikle iyilik yapan ile kötülük yapanı birbirinden ayırdeder. Allah muhalefet eden, kötülük eden kimseye cezası çetin olandır, itaat edip güzel amel işleyene karşı da şefkatli ve rahîmdir.
Fakat inkarcı kâfirlerin tabiatı ileri derecede dünya sevgisi, bu sevginin gözlerinde güzel görünmesi ve dünya sevgisinin kalplerinde iyice yer etmesi üzerinde yükselir. O kadar ki bu dünyaya ve dünyanın güzellik ve süslerine kendilerini kaptırır, dünyayı her şeye tercih eder; Allah’ın katındaki pek çok ebedi nimete bile. Çünkü onlar ahirete samimi olarak iman etmemektedirler. Diğer taraftan da hatırlarına her nasılsa gelip yer etmiş yalan tevil, vehim ve emellere tabi olurlar.
Onların müminlerle alay ettiklerini, İbni Mes’ud, Ammâr ve Suhayb gibi müminlerin fakirlerini alay konusu edindikleri görürsün. Diğer taraftan bu gibi kimselerin dünya lezzetlerini nasıl terkedip de ibadetlerle kendilerine azab ettiklerine akü erdiremiyor, hayret ediyorlar. Nitekim zenginlerin de nimetler içerisinde yüzmeyi bırakıp akidelerini tashih etmekle, amellerini ıslah etmekle, erdemli ahlâki güzelliklere bezenmekle ölümden sonrası için hazırlanmalarını da hayretle karşılarlar. Onların takındıkları tavır yahut bakış açılan ruhanîliğin herhangi bir etkisi bulunmayan katıksız maddî bir tavır ile özetlenebilir.
Daha sonra Yüce Allah lezzetleri ve dünyalıkları içerisinde yakin ve iman ehli müslümanlardan daha hayırlı olduklarını zanneden bu alaycılara şöylece cevap vermektedir:
Belli bir süre bir takım kâfirler bir takım müminlere mal yahut makam ve mevki veya güç ve saltanat, pek çok yardımcı ve tabileriyle üstünlük sağlamış olsalar dahi, takva sahipleri rütbeleri itibariyle ahirette onlardan daha üstün olacaktır. Müminler A’lâ-yı İlliyîn’de kâfirler ise Esfel-i Sâfilîn’de olacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İşte kullarımızdan takva sahibi olanlara miras olarak verdiğimiz cennet budur.” (Meryem, 19/63).
Zemahşerî “Müminlerle” diye buyurulduktan sonra “halbuki takva sahipleri” diye buyuruluş sebebini şöyle izah ediyor: Böylelikle O kendi nezdinde ancak takva sahibi olan müminin mutlu olacağını göstermek istemekte ve bunun müminleri takvaya teşvik etmesini dilemektedir. [3][13]
İşte ahirette üstün tutulan ebedi mükâfat budur. Dünyaya gelince; oradaki üstünlük ebedî değildir, geçicidir. Hatta hakikatte o aşağılık bir şeydir. Kıt akıllı yahut meseleleri tam kavrayamayan kimseler ona aldanır. Şayet dünya, Allah’ın nezdinde bir sivrisinek kanadı kadar bir değer taşısaydı, Allah oradaki hiç bir kâfire bir yudum su dahi içirmezdi.
Şanı Yüce Allah lütfundan dilediğini nzıklandırır; fasık ve kâfir bir kimse olsa bile. O dilediğinin rızkını genişletir yahut azaltır; mümin ve itaatkâr bir kimse olsa bile. Dünyada ve ahirette ise O rızkı yine çok, pek çok verir. Hadis-i şerifte nitekim şöyle denilmektedir: “Ey Ademoğlu! Sen infak et, ben de sana infak edeyim.” [4][14] Resulullah (s.a.) da şöyle buyurmaktadır: “Ey Bilal infak et! Arş sahibi olan Allah’ın azaltacağından korkma!” [5][15] Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: “Her ne infak ederseniz Allah onun halefini (yerine geçecek şeyi) verir. O rızık verenlerin hayırlısıdır.” (Sebe’, 34/39). Buna göre 212. ayet-i kerimede geçen “hesap” kelimesinin iki anlamı vardır: Birisi herhangi bir takdir söz konusu olmaksızın miktar veya genişlikten az vermemek ve daraltmamak-tan kinaye. Nitekim: Filan kişi hesapsız olarak infak ediyor, demenin anlamı pek çok infak ediyor, şeklindedir.
Kur’an-ı Kerim’deki bu ayet-i kerimenin anlamı Yüce Allah’ın şu buyruklarını da andırmaktadır: “Kim bu çabucak geçeni (dünyayı) isterse biz de burada dilediğimize dilediğimiz şeyi çabucak veririz. Sonra da ona cehennemi veririz. O da burayı kınanmış ve kovulmuş olarak boylar. Kim de mümin olarak ahireti diler ve bunun için de gereği gibi çalışırsa işte onların bu çalışmaları (Allah katında) makbul olur. Her birine, onlara da bunlara da Rabbinin bağışından ard arda veririz. Rabbinin bağışı alıkonmuş değildir. Bir bak! Onların kimini kiminden nasıl üstün kıldığımıza! Elbetteki ahiret derece farkları itibariyle daha da büyüktür, üstün kılmak bakımından da daha büyüktür.” (İsrâ, 17/18-21). Dikkat edilecek olursa dünya rızkı için çalışma şartı koşulmamakta-dır. Çünkü bazen miras, hibe, vasiyet, hazine yahut sahip olduğu akar ve ticaret mallarının fiyatlarının yükselmesi gibi değişik yollarla ve çalışmaksızın rızık gelebilir. Fakat ahiret için, iman ile birlikte çalışma şartını koşmaktadır. Nitekim burada ahireti müminler arasından takva sahibi olan kimselere tahsis etmektedir. [6][16]
Dünyada hesapsız rızık fertlere nispetle söz konusu olur. Bizler pek çok iyi kimselerin ve pek çok kötü kimselerin zengin veya fakir olduğunu görebiliyoruz. Fakat takva sahibi daima durum itibariyle daha güzel ve daha tahammül-lüdür. Günahkâr kimse gibi fakirlik ona ıztırab vermez. Çünkü takva ile o, her türlü darlıktan bir kurtuluş bulabilir ve Allah’ın ona inayeti sebebiyle umulmadık rızıklarıyla karşı karşıya kalır.
Genel olarak ümmetlerin durumu ise bundan farklıdır. Allah’ın ümmetlere dair sünneti, amellerine göre onları rızıklandırması, yanlışlıkları sebebiyle de mahrum bırakması şeklindedir. Çünkü ummadığı, gücünün yetmediği, çalışmadığı ve tedbirini almadığı bir cihetten ümmete izzeti, serveti, kuvvet ve egemenliği vermesi O’nun sünnetlerinden değildir. [7][17]