VEHBE ZUHAYLİ’NİN (RH.A) BAKIŞ AÇISIYLA BAKARA SURESİ 253. VE 254. AYETLER

Peygamberlerin Dereceleri Ve Onlara Tabı Olmak Bakımından İnsanların Durumları
253- İşte biz bu peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan kimisiyle söyleşmiş, kimisini de derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa’ya da açık deliller verdik ve onu Ruhu’l-Kudüs ile destekledik. Eğer Allah dileseydi onlardan sonra gelenler kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat anlaşmazlığa düştüler de onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar.
Açıklaması
Bundan önceki ayet-i kerimede, “Muhakkak sen gönderilmiş peygamberlerdensin.” diye kendilerine işaret edilen peygamberler, kemal bakımından ayrı ayrı mertebededirler. Allah onların bazısını başkasında olmayan bir takım üstünlükler, özellikler ve övünülecek üstün konumlar dolayısıyla diğer bir kısmına üstün kılmıştır. Bununla birlikte ilâhî risaleti tebliğ ve insanları dünya ve ahiret mutluluğuna iletmek amacıyla seçilmiş olmak bakımından hepsi birbirine eşittir.
Bu şekilde bir kısmının diğer bir kısmına üstün kılınmaları bir başka ayet-i kerimede de söz konusu edilmiştir ki, bu ayet-i kerime şöyledir: “Andolsun ki biz peygamberlerin bazısını bazısına üstün kılmışızdır. Davud’a da Zebur’u verdik.” (İsra, 17/5). Burada da şöyle buyurulmaktadır: “İşte biz bu peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan kimisi ile söyleşmiş…”
Bu peygamberlerden kimisiyle Allah aracısız olarak doğrudan doğruya konuşmuştur. Bu da Hz. Musa’dır: “Allah Musa ile konuşmuştur.” (Nisa, 4/164); ‘”Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi de onunla konuşunca…” (A’raf, 7/143) Bu bakımdan Hz. Musa’ya (Allah ile konuşan anlamında) Kelîmullah adı verilmiştir.
Peygamberlerden kimisini Yüce Allah şeref ve mertebeleriyle başkaların-dan üstün kılmıştır. Burada kasıt Taberî’nin Mücahid’den rivayetine göre Mu-hammed (s.a.)’dir. Ayetlerin akışı da bunu desteklemektedir.
Hz. Peygamberin sözünü ettiğimiz bir takım vasıflan olduğu gibi, başka bir takım üstün yönleri daha vardır. Bunlardan birisi İsra ve Miraç gecesinde peygamberleri semavatta Allah katındaki farklı konumlarına uygun olarak görmesidir. Yüce Allah’ın, “Muhakkak sen çok büyük bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 68/4) buyruğunda olduğu gibi üstün ve yüce bir ahlâka sahip olması, yine Yüce Allah’ın, “Muhakkak Zikri (Kur’an’ı) bizler indirdik ve şüphesiz onu koruyacak olanlar da bizleriz.” (Hicr, 15/9) buyruğunda olduğu gibi kıyamet gününe kadar ebedî Kur’an-ı Kerim ile desteklenmesi de bunlar arasındadır. Nitekim şu ayet Kur’an-ı Kerim’in fazileti hakkındadır: “Gerçekten bu Kur”an en doğru olana hidayet eder…” (İsra, 17/9) Ümmetinin diğer ümmetlerden üstün kılınması da bunlardandır: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirirsiniz ve siz Allah’a da iman edersiniz.” (Al-i İmran, 3/110).
Ümmetinin sair ümmetler arasında vasat, adaletli ve diğer ümmetlere karşı şahitlik edecek ümmet haline getirilmiş olması da bunlardandır: “Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün ümmetlere karşı şahitler olasınız diye…” (Bakara, 2/143). Eğer Hz. Peygambere mucize ve özellik olarak yalnızca Kur’an-ı Kerim verilmiş olsaydı, sair peygamberlere karşı üstünlük olarak bu dahi yeterdi. Çünkü Kur’an-ı Kerim çağlar boyunca ebediyyen kalacak olan bir mucizedir. Buharî Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Benzerini görerek insanlığın imana gelecekleri bir takım mucizeler verilmemiş hiç bir peygamber yoktur. Bana verilen ise Allah’ın bana vahyettiği bir vahiydir. Bu bakımdan kıyamet günü peygamberler arasında uyanları en çok olan kişi olacağımı ümit ederim.”
Müslim ve Tirmizî de Ebu Hureyre (r.a.)’den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: “Sair peygamberlerden altı özellik bakımından üstün kılındım: Bana özlü sözler verildi. (Düşmanın kalbine salınan) korku ile yardıma mazhar oldum. Bana ganimetler helâl kılındı. Yer de benim için hem temizlenme aracı hem de mescit kılındı. Bütün insanlara peygamber olarak gönderildim ve ben peygamberlerin sonuncusu kılındım.”
Yüce Allah Meryem oğlu İsa (a.s.)’ya da apaçık deliller vermiş bulunmaktadır. Bunlar ise hak ile batılı birbirinden ayırd eden apaçık ayetler (mucizelerdir: Beşikte iken konuşması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma olan körü ve alacalıyı Allah’ın izni ve iradesi ile diriltmesi, Ruhu’l-Kudüs ile desteklenmesi gibi. Bunlar ise onun peygamberliğini inkâr eden, onu tenkit eden Yahudileri zillete düşürmek, eziyetlerine karşı peygamberini korumak ve Allah tarafından apaçık ayetlerle desteklenen bir beşer olduğunu, Hristiyanların iddia ettikleri gibi bir ilâh olmadığını açıklayıp Hz. İsa’nın gerçek kimliğinin belirtilmesi içindir. Çünkü Hz. İsa hakkında insanların kimisi aşırıya kaçmış, kimisi de oldukça kusurlu bir tutum takınmıştı.
Şayet Allah dilemiş olsaydı, peygamberlerden sonra gelenler, kendilerine
peygamberler apaçık delillerle, onlara tabi olmayı gerektiren hakka delâlet eden mucizelerle geldikten sonra, birbirleriyle savaşmazlardı. Allah savaşmamaları için onları peygamberlere tabi olmak ve Rablerinden gelen hakkı kabul etmek hususunda ittifak etmelerini istemiştir. Yüce Allah kendilerine ihsan etmiş olduğu akıl ile onların düşünmelerini, tetkik ve idrak özgürlüğüne sahip kılarak da kendi istekleriyle hayır ve mutluluk yolunu seçmelerini dilemiştir. Fakat onlar sağlıklı bir şekilde düşünmediler. Dini kabul hususunda apaçık ve büyük bir anlaşmazlığa düştüler. Kimileri rasullerin getirdiklerine iman etti, kimileri de peygamberliklerini inkâr edip kâfir oldu. Yahudiler dinlerinde anlaşmazlığa düştüler, birbirlerini öldürdüler. Hristiyanlar da aynı şekilde anlaşmazlığa düşüp çeşitli fırkalara ayrıldılar. Hem Yahudilikte hem de Hristiyan-lıkta pek çok fırkalar ortaya çıktı. Her bir kesim diğerini dinin dışına çıkmakla itham etti. Aynı anlaşmazlıklar Müslümanlar arasında da meydana geldi. He-va ve heves fırtınalarına kapıldıkları, menfaatler yüzünden tefrikaya düştükleri zamanlar görüldü ve çok geçmeden aralarında şiddetli çarpışmalar baş gösterdi.
Eğilimlerinin, maslahat ve nevalarının farklı olmasına rağmen, şayet Allah dilemiş olsaydı aralarındaki anlaşmazlıklara rağmen yine savaşmazlardı. Fakat Allah dilediğini yapar, dilediği hükmü koyar. Bütün bunlar, Allah’ın kaza ve kaderi gereği cereyan eder. O bakımdan gösterilen tepkiler farklı farklı olmuştur. Ya sözle kusurlarını sayıp dökerek, tenkitle sayıp söverek düşmanlık gösterilmiştir yahut da sonunda kılıcın hakemliğine baş vurulmuş, kanlar dökülmüştür. Şanı Yüce Allah, “Eğer Allah dileseydi… birbirlerini öldürmezlerdi.” buyruğunu tekit için tekrarlamış bulunmaktadır.
Allah her şeye kadir olandır. Eğer bazı kullarına muvaffakiyet vermek dilerse O’na iman eder, O’na itaat ederler. Diğer bir kısımım da yardımsız bırakmak isterse onlar da inkâr eder ve Allah’a karşı gelirler. Buna göre yardımsız bırakmak ve korumak Allah’ın fiil ve iradesindendir. [1][1]
Hayır Yolda İnfak Emri
254- Ey iman edenler! Alışverişin, dostluk ve şefaatin de olmayacağı bir gün gelmezden önce size verdiğimiz rızıklardan infak edin. Kâfirler ise zalimlerin ta kendileridir.
Açıklaması
Allah, gerçek iman niteliğine sahip olan müminlere Allah yolunda infak etmeleri emrini vermektedir. Bu ise -İbni Cüreyc ve Said b. Cübeyr’in görüşüne göre- farz olan zekâtı da nafile veya müstahap olan infakı da kapsamaktadır. İbni Atıyye der ki: Bu doğrudur. Fakat bundan önce geçen ayet-i kerimeler savaştan, Allah’ın müminler vasıtasıyla kâfirleri bertaraf ettiğinden söz etmesi dolayısıyla bu teşvikin Allah yolunda infak için olduğu görüşüne ağırlık kazandırmaktadır. Bunu ise ayetin sonunda yer alan, “Kâfirler ise zalimlerin ta kendileridir.” buyruğu pekiştirmektedir. Yani siz kâfirlerle, canınızla savaşarak, mallarınızı da o yolda infak ederek mücadele ediniz.
Yüce Allah’ın, “size verdiğimiz rızıktan” buyruğu infaka teşviki daha da pekiştirmektedir. Çünkü bu, Allah’ın kullarına verdiği rızkın bir kısmından başkasını istemediğinin delilidir.
Yine buradaki emir şu hususla da pekiştirilmektedir: Öyle bir gün gelecektir ki bu günde insan pişman olacak, fakat pişmanlığının faydasını görmeyecektir. O gün amellerinin karşılığını görme, hesaba çekilme, sevap ve ceza günüdür. O günde herhangi bir bedel veya fidyenin, dostluk ya da sevginin, şefaat yahut soy sopun hiç bir faydası yoktur. O gün öyle bir gündür ki ahiretteki ölçülerin dünya ölçülerinden farklı olduğu ortaya çıkacaktır. Bir diğer ayet-i kerime de bunun benzeri bir gerçeği dile getirmektedir: “Bir de öyle bir günden korkun ki, kimse kimseye hiç bir fayda veremez. Ondan herhangi bir şefaat da kabul olunmaz. Ondan bir fidye de alınmaz ve onlara yardım da edilmez.” (Bakara, 2/48).
Kâfirler ise -ki bunlar ya Allah’ı inkâr eden herkes ya da zekâtı terk eden kimselerdir- bizzat kendilerine zulmeden kimselerdir. Yani bunlara karşı canla, malla savaşılır. Bunlar (zekâtı vermeyenler) malı gerekenden başka yerlerde harcarlar. Allah’ın onları “kâfirler” diye adlandırması bir tehdit ve işledikleri suçun ağırlığını ifade etmek içindir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “… kim de kâfir olursa muhakkak Allah âlemlere muhtaç olmayandır.” (Âl-i İmran, 3/97). Ayrıca zekâtı terk etmenin kâfirlerin niteliklerinden olduğu intibaını da vermektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Zekâtı vermeyen o müşriklerin vay haline!” (Fussilet, 41/6-7). Atâ b. Dinar yukarıda da geçen ifadesinde şöyle demiştir: “Kâfirler ise zalimlerin ta kendileridir” diye buyurup da “Zalimler kâfirlerin ta kendileridir” buyurmayan Allah’a hamdolsun.” [2][2]