VEHBE ZUHAYLİ’NİN (RH.A) BAKIŞ AÇISIYLA BAKARA SURESİ 255. VE 257. AYETLER

Ayete’l-Kürsi
255- Allah (ibadete lâyık olan yalnız O’dur). O’ndan başka ilâh yoktur. Hayy’dır, Kayyûm’dur. O’nu ne bir uyuklama alır ne de bir uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız O’nundur. O’nun izni ile olmaksızın nezdinde kim şefaat edebilir? O önle-rindekini de arkalarmdakini de bilir. O’nun ilminden kendisinin dilediğinden başka biç bir şeyi kavrayamazlar. O’nun Kûrsisi gökleri ve yeri kucaklamıştır. Onları koruması O’na ağır gelmez. O Aliyy’dir, Azîm’dir.
Açıklaması
Bütün mahlûkatın biricik ilâhı Allah’tır. Varlık aleminde hak ile ibadete lâyık, O’ndan başka mabud yoktur. O, Vâhiddir, Ehaddır. Samed’dir, Vacibül-Vücud’dur. Mülkün ve melekûtun sahibidir. Asla ölmeyen Hayy, Bakî ve Dâ-im’dir. Bizatihi O, mahlûkatın işlerini çekip çevirendir. Yüce Allah’ın, “Göğün ve yerin O’nun emri ile ayakta durması da O’nun ayetlerindendir.” (Rûm, 30/25) buyruğunda olduğu gibi. Zatında olsun sıfatlarında olsun, fiillerinde olsun yarattıklarından hiç bir kimse O’na benzemez. Nitekim Yüce Alah, “O’nun gibi hiç bir şey yoktur. O her şeyi işitendir, her şeyi görendir.” (Şûra, 42/11) diye buyurmaktadır.
“Ne uyku O’nu bürür, ne de uyuklama” söz konusudur. Çünkü O gece ve gündüz vakitlerinde yarattıklarının işlerini yönetmekte, çekip çevirmektedir. Bu cümle ondan önceki cümleleri tekit etmektedir. Eksiksiz, tam anlamıyla hayat ve daimilik manasını vurgulamaktadır. Sahih hadiste Ebu Musa’nın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) aramızda hutbe irad etmek üzere kalktı ve dört cümle söyleyerek dedi ki: “Muhakkak Allah uyumaz. O’nun uyu-m t At da gerekmez. Adalet terazisini alçaltır, yükseltir. Gündüzün ameli gecenin amelinden önce, gecenin ameli de gündüzün amelinden önce O’na yükseltilir. O’nun hicabı nur veya nardır. Eğer o hicabını açacak olsa, O’nun zatının parıltıları mahlûkatından gözünün değdiği her şeyi yakardı.”
Göklerde ve yerde bulunan her şey O’nun yaratıklarıdır, O’nun mülkünde-dir. O’nun meşietine boyun eğer, O’nun kahır ve saltanatının egemenliği altındadır. Yüce Allah’ın şu buyruğunda dile getirildiği gibi: “Göklerle yerde olanların hepsi Rahman’a ancak kul olarak gelirler. Andolsun ki hepsini kuşatmış, onları tek tek saymıştır. Hepsi kıyamet gününde O’na yalnız gelirler.” (Meryem, 19/93-95). Bu cümle de onun kayyûmiyetini ve ulûhiyyette tekliğini tekit etmektedir.
Yüce Allah’ın azamet, celâl ve kibriyasının bir yönü de şefaat hususunda kendisine izin verilmedikçe hiç bir kimsenin onun nezdinde şefaat etme cesaretini gösteremeyeceğidir. Şu buyruklarda dile getirildiği gibi: “Göklerde nice melek vardır ki Allah’ın dileyip razı olduğu kimseye izin vermeden evvel şefaatleri hiç bir şeye yaramaz.” (Necm, 53/26); “Ancak O’nun razı olacağı kimselere şefaat edebilirler.” (Enbiya, 21/28); “O gün gelince Allah’ın izni olmaksızın hiç bir kimse söz söyleyemez.” (Hud, 11/105). Şefaat ile ilgili hadis-i şerifte de Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Arşın altına gelir secdeye kapanırım. Allah beni bu halimde dilediği kadar bırakır. Sonra, “Başını kaldır” denilir. “Söyle, sözün dinlenir, şefaat et şefaatin kabul olunur.” (Hz. Peygamber) buyurdu ki: Benim için bir sınır tespit edilir ve ben o kimseleri cennete sokarım.” Bu, mülk ve egemenlikte Allah’ın tek başına olduğunun delilidir.
Allah ilmiyle bütün kâinatı, geçmişiyle, hali hazırdaki durumuyla ve geleceği ile kuşatıcıdır. Dünyanın da ahiretin de her türlü işini bilendir. Nitekim meleklerden haber verirken şöyle buyurmaktadır: “Biz ancak senin Rabbinin emriyle ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunun arasında ne varsa hepsi yalnız O’nundur. Rabbin unutkan değildir.” (Meryem, 19/64). Kuş gagasını denize daldırınca Hızır (a.s.) Musa (a.s.)’ya şöyle demişti: “Benim de ilmim senin de ilmin Allah’ın ilminden ancak şu kuşun bu denizden eksilttiği kadarını eksiltir (yani hiç eksiltmez)”.
Aziz ve Celil olan Allah’ın bildirmesi, X>’nun muttali kılması dışında hiç bir kimse Allah’ın ilminden bir şey bilemez. Bunlardan bir tanesi de şefaattir. Şefaat Yüce Allah’ın iznine bağlıdır. O’nun izin vermesi ise ancak O’nun tarafından gelecek vahiy iledir.
Yüce Allah’ın mülkü ve kudreti geniş ve kuşatıcıdır. Yer kıyamet gününde bütünüyle O’nun avucu içinde olacaktır. Gökler de sağında durulmuş olacaktır. O’nun ümi göklerde ve yerde bulunan her şeyi kuşatır. Küçük olsun büyük olsun, önemli olsun azametli olsun her şeyi bilir. Bir şeyi işitmesi başka bir şeyi işitmekten ve bir işle uğraşması başka bir işle uğraşmaktan O’nu alıkoymaz. Hiç bir iş O’na güç ve ağır gelmez.
Zemahşerî Yüce Allah’ın, “Onun Kürsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır.” buyruğu ile ilgili dört açıklama kaydeder.[1][3]
1- O’nun Kürsisi, genişliği ve yayılmışlığı dolayısıyla göklerden ve yerden daha dar değildir. Bu ancak Kürsi’nin azametini ifade etmek ve bunun azametini zihinlerde canlandırmak için çizilen bir tablodur. Ortada aslında Kürsi de yoktur, oturmak da yoktur, oturan da yoktur. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: “Onlar Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki arz bütünüyle kıyamet gününde O’nun kabzasıdır. Gökler ise onun sağ eliyle durulmuştur.” (Zü-mer, 39/67). Bu buyrukta da herhangi bir şekilde bir kabza, katlama, sağ el diye bir tasavvur söz konusu olamaz. Bu olsa olsa azametini canlandırmak ve maddî bir temsil olsun diyedir. Nitekim Yüce Allah, “Onlar Allah’ı hakkıyla takdir edemediler” buyurmuyor mu?
2- İlminin genişliğine işarettir. İlme “Kürsi” adı, ilmin mekânının adı olması dolayısıyla verilmiştir.
3- Mülkünün genişliğine işarettir. Bu ise, hükümdarın kürsisi (tahtı) olan mekânın adı olması dolayısıyla verilmiştir.
4- Gelen rivayetlere göre yüce Allah Arş’ın önünde bir Kürsi yaratmıştır. Onun da önünde gökler ve arz vardır. Kürsi’nin Arş’a oram en küçük bir şey gibidir.
Durum her ne olursa olsun Kur’an-ı Kerim’de varit olduğu gibi Arş’ın ve Kürsi’nin varlığına iman etmenin vacip olduğu görüşündeyim. Her ikisinin de varlığını inkâr etmek caiz değildir. Çünkü her şey Allah’ın kudreti içerisindedir. Gökleri ve yeri, aralarında bulunanı korumak Allah’a ağır gelmez. Aksine bütün bunlar O’nun için pek kolaydır.
Benzerden, eşten yüce ve münezzehtir; her şeyden daha büyüktür; akıllar, idrakler O’nu kuşatamaz. Zatı Yüce Allah’tan başka kimse onun hakikatini bilemez. Tıpkı Yüce Allah’ın, “O büyüktür, her şeyden yücedir.” (Ra’d, 13/9) buyruğuna benzemektedir. Yücelikten kasıt, kadrin ve makamın yüceliğidir, mekân yüceliği değildir. Çünkü Yüce Allah bir mekânda yer tutmaktan münezzehtir. Bazıları da el-Aliyy’i eşyaya galip ve gücü her şeyin üzerinde diye tefsir etmişlerdir. [2][4]
Dinde Zorlaca Yoktur, İmana İleten Allah’tır
256-257- Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık gerçekten apaçık meydana yapışmış olur. Allah SemFdir, Alim’dir. Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır. İnkâr edenlerin velileri ise tâğûttur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar ateşliklerdir. Onlar orada ebedî kahcıdırlar.
Nüzul Sebepleri
- ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî, İbni Ab-bas’tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah’ın, “Dinde zorlama yoktur.” buyruğu Ensar’dan Salim oğullarına mensup el-Husayn adında [3][5] bir kişi hakkında nazil olmuştur. Bunun Hristiyan olmuş iki oğlu vardı. Kendisi de Müslü-mandı. Resulullah (s.a.)’a, “Ben bunları İslâm’a girmek üzere zorlayayım mı? Çünkü bunlar Hristiyanlıktan başka bir dine bağlanmayı kabul etmiyorlar” demişti. Yüce Allah da bunun üzerine bu ayet-i kerimeyi indirdi. Bir diğer rivayete göre bunları İslâm’a girmeye zorlamış, Resulullah (s.a.)’ın huzuruna gelip davalaşmışlardı. Babaları, “Ey Allah’ın Rasulü, benim bir parçam olan (çocuklarını) ben göre göre cehenneme mi girsin?” demiş ve bu ayet-i kerime nazil olunca onları serbest bırakmıştır.
Ebu Davud, Nesaî ve İbni Hibbân’ın rivayetlerine göre İbni Abbas şöyle demiştir: Ensarın kadınlarından çocuğu yaşamayanlar eğer bir çocuğu yaşarsa onu Yahudi yapacağına dair söz verirdi. Nadiroğullan Medine’den sürülünce aralarında Ensaroğullanndan kimseler de vardı. Ensar’ın, “Biz oğullarımızı bırakmayız” demeleri üzerine Yüce Allah, “Dinde zorlama yoktur” ayetini indirdi.
- ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak da İbni Cerîr et-Taberî, Abde b. Ebi Lübâbe’den Yüce Allah’ın, “Allah iman edenlerin velisidir.” buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bunlar İsa’ya iman eden kimselerdir. Muhammed (s.a.) onlara peygamber olarak gelince ona iman ettiler. İşte bu ayet-i kerime de onlar hakkında nazil olmuştur. [4][6]
Açıklaması
Kimseyi İslâm’a girmek üzere zorlamayın. Çünkü İslâm’ın doğruluğuna dair deliller ortada olduktan sonra zorlamaya gerek kalmamaktadır. Ve Çünkü iman ikna olmak, delil ve belge ortaya koymak esasları üzerinde kurulur. İman için zorlamanın, baskının ve mecbur etmenin bir faydası yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Böyle iken sen iman etsinler diye insanları zorlayacak mısın?” (Yunus, 10/99).
Hak yol, batıldan apaçık bir şekilde ayrılmıştır. Doğruluk ve kurtuluş yolu bilinmekte, sapıklık ve yanlışlık ortaya çıkmış bulunmaktadır. İslâm’ın doğru yol, başkasının ise sapıklık yolu olduğu da açık seçik ortaya çıkmıştır. O bakımdan dileyen İslâm’a iman etsin, dileyen de inkâr e,dip kâfir olsun.
Bu ayet-i kerime İslâm’ın kılıçla yayıldığı iddiasının yanlışlığına en açık bir delildir. Müslümanlar hicretten önce kâfirlere karşı koymaya veya onları zorlamaya güç yetiremediler. Medine’de güçlendikten sonra ve geçmiş bütün asırlar boyunca, Hristiyanlar gibi sair dinlere mensup olanların yaptığı şekilde kimseyi İslâm’a girmeye zorlamamışlardır. Bu ayet-i kerime Müslümanların güçlü, kuvvetli oldukları bir dönem olan hicretin dördüncü yılının başlarında nazil olmuştur.
Müslümanlar ancak saldırganlıkları bertaraf etmek, dine bağlanma hürriyetini yerleştirmek, zalim egemen otoritelerin Müslümanların Allah’a davet haklarını kullanmalarını önleyen baskılarını ortadan kaldırmak, yeryüzüne İslâm’ın yayılmasını engelleyen güç odaklarına mani olmak için savaşa veya cihada baş vurmuşlardır. Bunun delili ise düşmanı cizye ödemek için antlaşma ve barış yapmayı kabul etmekle, savaşın sonuçlarına katlanmak arasında serbest bırakmış olmalarıdır. Allah’ın İslam’a iletip kalbine genişlik vererek basiretini aydınlattığı kimse, apaçık delile dayanarak İslâm’a girmiştir. Buna karşılık düşünme ve sağlıklı bilgi edinme araçlarını kullanmadığından dolayı Allah’ın kalbini köreltip kulağına ve gözüne mühür vurduğu kimselere gelince, bunların baskı ve zorlama altında dine girmekten yararlanmaları söz konusu değildir.
Bu bakımdan her kim Allah’a koşulan ortaklan, putları, şeytanın kendisine davet ettiği Allah’tan başkasına ibadeti bir kenara iter, insanlardan, cinlerden, şeytanlardan, yıldızlardan, put ve heykellerden herhangi bir yaratığa ibadeti red ve inkâr edip yalnızca Allah’a ibadet ederse, hakka sımsıkı sarılmış, hidayet üzere sebat göstermiş, dosdoğru yol üzerinde müstakim bir şekilde yürümüş olur. Böyle bir kimse tapmayacağından emin olduğu son derece sağlam bir ipe, bir kulpa yapışmış kimseye benzer. Yani Yüce Allah dine sımsıkı yapışan kimseyi asla kopmayan, bu bakımdan da güçlü ve muhkem bir ipe yapışmış kimseye benzetmektedir. (Ayet-i kerimede geçen) el-Urvetul-vuskâ aynı anlamı karşılayan değişik ifadelerle açıklanmıştır ki, bunlar iman, İslâm veya lâilâhe illallah’tır.
Allah insanların sözlerini, fiillerini, tasavvur ve düşüncelerini bütün incelikleriyle görüp gözetmektedir. O tağutu inkâr edip Allah’a iman etmek iddiasında bulunanın sözlerini çok iyi işittiği gibi, onun kalbinde sakladığı tasdik veya yalanlamayı da çok iyi bilir. Çünkü iman dil ile söylenen ve kalpte kendisine inanılan şeydir. Allah ise zahir ve batın olan her şeyi işiten ve bilendir. Eşyanın, sözlerin, inançların ve fiillerin hakikatini bilir. Kurtubî der ki: Tağutu inkâr ve Allah’a iman, dil ile söylenen ve kalpten inanılan şeyler olduklarından dolayı dil ile söylemek bakımından “her şeyi işiten (Semî’ sıfatının, inanç bakımından da “her şeyi çok iyi bilen (Alîm)” sıfatının zikredilmesi son derece güzel gelmiştir.
Gözetmek, inayet ve en doğru yola iletmek suretiyle müminlerin işlerini üstlenen Yüce Allah’tır. Duyularının, aklın ve dinin hidayetiyle şüphe ve tereddüdün karanlıklarından; bilgisizliğin, sapıklığın, küfür ve sapmanın karanlıklarından ilmin, marifetin, sahih imanın nuruna müminleri çıkartan O’dur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak takva sahibi olanlara şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman şüphesiz iyice düşünürler. Bakarsın ki onlar görüp bilmişlerdir.” (A’raf, 7/201). Mücahid ve Abde b. Ebi Lübâbe der ki: Bu ayet-i kerime Hz. İsa’ya iman etmiş bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Muhammed (s.a.) gelince onu inkâr ettiler. İşte onların nurdan karanlıklara çıkartılmaları bu demektir. [5][7]
Allah’ı ve Rasulünü inkâr eden kâfirlere gelince: Bunlar üzerinde egemen güç ancak onları batıla götüren asılsız mabudlandır. Onlar haklan ve imanın nurunu göremediklerinden mabudlan olan şeytan ve telkin ettiği vesveseler bu nuru söndürmeye çalışır, kâfirleri şüphe ve tereddüdün karanlıklarında, küfür ve isyanın yahut münafıklığın karanlıklarında bırakmaya gayret ederler.
İşte bu gibilerini bekleyen hak ceza, cehennemde ebediyyen kalmak ve oradan asla ayrılmamaktır. Buna sebep ise hidayetten uzak durmaları, sapıklıkta kalmaya devam etmeleri, hakkın nuru ile kalplerinin aydınlanmayışıdır.
Hak bir ve tek olduğundan dolayı Allah “nur” lafzını tekil kullanmış, karanlıklar (zulumât) ise çoğul gelmiştir. Çünkü küfrün bir çok çeşitleri vardır ve hepsi batıldır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki bu benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka yollara uymayın; sonra onlar sizi O’nun yolundan ayırır. İşte bunlar Allah’ın size tavsiye ettikleridir; takva sahibi olasınız diye.” (En’am, 6/153); “Karanlıkları ve aydınlığı var eden…” (En’am, 6/1). Bu ve buna benzer hakkın bir ve tek olduğunu, batılın ise yaygın ve pek çok kollara ayrıldığını lafizlanyla hissettiren daha başka ayet-i kerimelerde de görüyoruz. [6][8]