Hamd, Âlemlerin Rabbi Rahman, Rahim, Aziz, Cebbar, Mütekebbir bizlere Kur’an ve Sünnet vasıtası ile kurtuluşun yolunu gösteren Allah Azze ve Celle’ye mahsustur. Salât ve Selam sevgili peygamberimiz örneğimiz, önderimiz olan Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v) e âline, ashabına ve onlara tabi olanların üzerine olsun…
Dini düşünce tarihinde, en önemli ve en eski düşüncenin ibadet düşüncesi olduğu bilinmektedir. Daha doğrusu ibadet, dinin esasıdır. Bunun için, ister ilkel kavimlerin mitoslardan ibaret dinlerinde, isterse teknolojik gelişmenin zirvesinde olan toplumların dinlerinde olsun, hepsinde de ibadet kavramına muhakkak rastlarız.
Eski toplumlarla ilgili olarak yapılan tarihi ve arkeolojik araştırmalar gelişmelerinin daha ilk aşamasında olan toplumların bile, bir varlığı kendilerine ilah edinme ve ona ibadet için herhangi bir şekilde hareket biçimi geliştirdiklerini göstermiştir.
Yapılan araştırmalar ilk insanların politeizmden uzak bir şekilde, Tevhide dayalı bir düşünceye sahip olduklarını göstermiştir.1 Bu da Kur’an’da ifadesini bulan, Tevhidin ilk ve asıl din olduğu inancına uygun düşmektedir. Aynı zamanda bu araştırmalar 19. asrın moda düşüncesi; Dini düşüncenin evrimi kavramının yanlışlığını göstermektedir. “Günümüz toplumlarına bakacak olursak, yeryüzünün değişik yerlerinde inanç ve yaşantı bakımından eski kavimlerin inanç ve yaşantı biçimlerini sürdüren toplumların varolduğunu görürüz. Bu bir başka ifadeyle, bu toplumların şimdiki inanç ve yaşantılarıyla insanlığın ilk dönemlerini temsil ettiklerini göstermektedir. Bütün toplumlarda ilah ve ibadet düşüncesinden tamamen uzak kişilerin varlığı yok denecek kadar azdır.” Çünkü insanlığın en eski dönemlerinden bugüne, teknolojik gelişmenin en ilkel halinden şu andaki durumuna gelinceye kadar, insanlık bir takım aşamalardan geçmiştir. Bütün bu değişmeler her alanda görülebilir. Dini düşüncedeki değişim sadece şekli olmuş temelde ilah inancı ve ona bağlı olarak ibadet hep varolmuştur.
Zaman, mekan ve toplumlar değişmesine rağmen asırlar boyu ibadet düşüncesi insan neslini niçin meşgul etmiştir? Tarihi süreçte ibadet düşüncesini insanlar mı oluşturmuştur? Soruları cevaplanması gereken, konuyla ilgili ilk ve en önemli sorulardır. Özellikle ikinci soruya ilk anda verilebilecek en kısa cevap, “Şüphesiz ki hayır” olacaktır. Öncelikle şu kesinkes bilinmelidir ki, ibadet düşüncesini insanlar oluşturmamışlardır. O yaratılıştan gelen bir duygudur. Bunun doğruluğu, zamanın, mekanın ve toplumların değişmesine rağmen ibadet düşüncesinin bir türlü değişmemesi özde hep aynı kalmasıyla birlikte düşünüldüğünde rahatlıkla görülebilir. Nitekim, insanların ibadet şekillerinde, ilahların çeşitleri ve sayısı hakkında ihtilafa düşmeleri halinde, dünya çapında bir konferans düzenleyerek, kesin olarak bir ilaha inanılması gerektiğine ortak bir karar vermeleri düşünülemez. Bugün kısmen imkan dahilinde gibi görünmesine rağmen bu yapılamazken, geçmişte insanların birbirlerinden tamamen habersiz bir şeklide dünyanın değişik yerlerinde yaşarken, ilah ve ibadet düşüncesine ortak bir karar sonucunda varmış olmalarını söylemek oldukça mantıksız olacaktır. Bu basit örnek bile göstermektedir ki, din düşüncesi, sonradan oluşturulmayan, bizzat insanın yaradılışında var olan bir duygudur. Bu aynen, insanın yapısı gereği acıktığında açlığını gidermek için gıda araması, üşüdüğü veya sıcaktan bunaldığında kalın giyecek veya serin bir yer araması gibi yaratılıştan gelen bir özelliktir ve insanlar ibadet etme ihtiyacını çeşitli şekillerde gidermişlerdir ve gidermektedirler. İsmi “ibadet” olmasa, şekilleri farklı bile olsa bu değişmez bir hakikattir. Fıtratın, bu duygunun tatmini meselesindeki durumu insanı ve azalarını hareket ve canlılığa sürükleyen bir unsur olmasıdır. Fıtri duygu başlangıçtaki bu fonksiyonunu yerine getirdikten sonra işe bizzat insanın iradesi karışır ve dolayısıyla sayılamayacak kadar çok ve çeşitli bir şekilde bu duygunun tatmini gerçekleştirilir. Yeryüzünde yaşayan insanlar arasındaki ibadet farklılığı bundan kaynaklanmaktadır. Bu ölçü itibariyle insanların fıtri etmenler açısından eşit olduklarını gördüğümüz gibi, ibadet duygusunun da diğer fıtri duygulardan farklı olmadığını görmüş oluyoruz.
İbadet duygusu, insanda istek ve bunu yerine getirme arayışı oluşturup insanı ibadete sürükledikten sonra onu fıtri durumuyla başbaşa bırakır. İnsanın kendisine ilah olarak seçtiği şeye ve ona ibadet olarak belirlediği hareket tarzına gelince, bu, insanın irade ve seçme yeteneğinin yardım ettiği ölçüde kendisine aittir. Bu noktada, ilah ve ona ibadet yolları hakkında insanlar arasında birbiriyle çatışan ayrılıklar doğar. Bunlar öyle ayrılıklardır ki, insanın kendi irade ve isteği ile seçtiği her şeyde etkisini gösterir. Nitekim yeme, içme, giyinme vb. fıtri duyguların insandan hiçbir zaman ayrılmadığı gibi, bu merhalede de dini düşüncenin aslını oluşturan tevhid duygusu insanda tamamen kaybolmaz fakat etkisini iyice azaltabilir. Buna rağmen tevhid inancı, son derece silik de olsa, tevhidden uzaklaşmış kişilerde bile hissedilebilir.
Bir kere düşünelim, bu fıtri duygunun hareket noktası ne olabilir? İnsanı ibadete sürükleyen bu isteğin kaynağı neresidir? İnsanı, kendisine bir ilah edinerek ona ibadete sürükleyen gücün mahiyeti nedir?… Bu arayış içerisinde tevhidin yeri nedir? Bu soruları cevaplayabilmek için “ibadet” kavramını bütün boyutlarıyla ele alıp incelememiz gerekmektedir.
İbadet kavramına yönelik dikkatimizde, göreceğimiz ilk şey ibadetin iki unsurdan oluştuğudur. Bunlar ise;
1- Kulluk,
2- İtaat.
Kulluk, insanın en üstün kuvvette; kudsiyet, masumiyet ve yüceliğin var olduğunu kabul etmesidir. Sonra O’na boyun eğmesi, O’nun istediği veya istediğini zannettiği şekilde hareket etmesi, kısaca O’na itaat etmesidir. Kulluk ibadetin ilk ve asıl şeklidir. Fakat asıl ibadet olan itaat, bu kulluğun üzerinde gerçekleşir. Kulluk, temel unsur olup itaat ona bağlı olarak varolur. Bu sıralanma dolayısıyla öncelikle kulluk üzerinde durmamız gereklidir.
Açıktır ki, kulluk ve itaat ancak, kulluk ve itaat edilmesi gereken içindir. Azamet, Kudret, herşeyi sarfetme yetkisini mutlak olarak elinde bulunduran için, kulluk ve itaat gerçekleşir. İtaat eden, itaat ettiği kudrete karşı gelme gücünü hiçbir zaman kendisinde bulamaz, böyle bir gücü kendinde bulduğu anda, ortada kulluk ve itaat kalmamıştır. Kulluğun en basit örneğini efendi-köle ilişkisinde veya halkın bir devlete itaat içinde olma ilişkisinde görebiliriz. Devlet elle dokunulan, hissedilen veya görülebilen bir varlık değildir. Sadece tanzim eden ve edilen bir bağdan, ilişkiler zincirinden ibarettir. Buna rağmen milyonlarca insan bu soyut varlığın gücüne boyun eğerler. Devletin istekleri derhal, zorla da olsa yerine getirilir ve bu durum olması gereken normal bir hal kabul edilir. Devletin gösterdiği şekilde davranmak, hareket etmek insanlar için gerekli şart kabul edilir. Öyle ki, insanlar evlerinde, tarlalarında, işyerlerinde veya başka bir devletin sınırları içinde dahi kendi devletlerinin gücünü her an hissedip ona uygun olarak davranırlar. Bunu gerçekleştirmeyenler anında cezalandırılır. Hatta bazı hallerde ferdin bütün hakları dahi elinden alınır. Bunun en kısa ve geniş anlamı şudur; Bir kişi bulunduğu yerin hakiminin isteğine göre yaşantısını düzenler. Biz bunu dini terimlerle ifade edecek olursak halk, devletine ibadet eder. Devletin belirlediği kurallara uymak ve itaat etmek bu ibadetin en açık şeklidir. Bu durumu genişletip bütün kainat açısından düşünecek olursak şöyle bir sonuca ulaşırız: Yerdeki en ufak kum tanesinden en büyük gezegene kadar her şey mutlak gücün emirlerine itaat içindedir. Bu mutlak gücün sahibi sadece Allah’tır (c.c.). Her şey O’na itaat içindedir, O’nun hükümlerine uyar. Bu hükümlere uyma konusuda insan hariç diğer varlıklar için bir başka seçenek yoktur. Fakat insana bir irade verilmiş, bu iradi tercihin sonunda Allah’a (c.c.) itaati mükafat, itaatsizliği ise acı bir azaptır. İnsandan başlayarak yerde ve gökte gördüğümüz ve göremediğimiz her şey düzenli bir şekilde varoluşlarının gayesini oluşturan bir sisteme tabidirler. Bu tabi oluş ve boyun eğiş, dilimizde “Fıtrat Kanunu” veya “Tabiat Kanunu” diye ifade edilir. Varlıkların tamamı bu kanunlara mutlak itaat içindedir ve istese de bu kanunların dışına çıkamaz. Kainatta her şey kendisine verilen görevin ifa edilmesi için vardır ve varlıklarını bu hal üzerine devam ettirirler. Rüzgarın esişi, yağmurun yağışı, suyun akışı, yıldızların hareket edişi… O’nun yönlendirmesi ve iradesi iledir. Kısacası, kainatta varolan her şey fıtrat kanununa tabi olmak zorundadır. Tam varlıklar, fıtratlarında, kendileri için kararlaştırılan şeylere göre hayatiyetlerini devam ettirirler.
Hayat, varoluş veya varlık olarak ifade ettiğimiz şeyler gerçekte bu kanuna itaatın bir sonucudur. Ölüm, yokluk gibi şeyler de bu fıtrat kanununun sonunu ifade eder. Bir başka şekilde şöyle söyleyebiliriz; kainatta varolan her şey mutlak yaratan ve hükmedenin emirlerine sonsuz itaat içindedir ki, olması gereken de budur. Fakat devlet örneğinde gördüğümüz gibi, devletin kanununa itaat, gerçekte soyut kanuna değil, bilakis bu kanunu, sahip olduğu konum, güç ve hakimiyete bağlı olarak uygulanan devletedir. Devletin düzenini sürdürmek ve işlerini yürütmek için merkezi bir güç veya merci vardır ki, temeli o oluşturur. Aynen bunun gibi fıtrat kanununa itaat, gerçekte bu kanunu koyan ve mutlak bir güçle onu uygulayan Hakim bir kudrete itaattir. Bu kudret ve Hakimiyet kainatı sonsuz güç ve azametiyle idare edene aittir. Biz “kanun”u dini bir tabir olan “ibadet” ile “güç, iktidar, yetki…” sözlerini de “Allah” (c.c.) lafzı ile değiştirdiğimizde şu ifadeyi rahatlıkla kullanabiliriz: Bu kainatta bulunan her şey Allah’a (c.c.) itaat etmektedir. İbadet, varlığın varoluş sebebidir ve devamı yine buna bağlıdır. Bundan dolayıdır ki, kainattaki her şey her an O’na ibadet etmektedir. İbadet etmemek gibi bir seçenek kesinlikle düşünülemez. Kur’an-ı Kerim’de “ibadet” kavramı çok çeşitli, etraflı bir şekilde tanımlanmıştır. Bazan ibadetin karşılığı olarak “itaat”, bazan da “namaz, sücut, ruku, kunut…” gibi kavramlar kullanılır. (MEVDUDİ)
Konuyla ilgili ayetlerden bir kısmı şunlardır:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.
(Zâriyât – 56)
وَلَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَمَنْ عِنْدَهُ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِه۪ وَلَا يَسْتَحْسِرُونَۚ
Göklerde ve yerde olan bütün varlıklar O’nundur. Katında olanlar O’na kulluk etmekten ne çekinirler, ne de yorulurlar.
(Enbiyâ – 19)
يُسَبِّحُونَ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ لَا يَفْتُرُونَ
Hiç ara vermeksizin gece gündüz O’nu tesbih ederler.
(Enbiyâ – 20)
BİR DAHAKİ YAZIMIZDA DEVAM EDECEK İNŞALLAH…
VELHAMDULİLLAHİRABİLALEMİN….