sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

ZORUNLU KULLUKTAN BİLİNÇLİ İTAATE-2

A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM 

Hamd, Âlemlerin Rabbi Rahman, Rahim, Aziz, Cebbar, Mütekebbir bizlere Kur’an ve Sünnet vasıtası ile kurtuluşun yolunu gösteren Allah Azze ve Celle’ye mahsustur. Salât ve Selam sevgili peygamberimiz örneğimiz, önderimiz olan Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v) e âline, ashabına ve onlara tabi olanların üzerine olsun…

Salat; Allah(C.C)’ın bize neyi getirdiyse almamızı ve bize neyi nehyettiyse ondan sakınmamızı emrettiği (Haşr 7) ve en güzel ahlak üzeredir diye vasfettiği, iman edenlere en güzel örnektir. (Ahzap 21) dediği kutlu Peygamber Muhammed (S.a.v.)’e olsun.

Selam; Muhacir ve Ensar’dan öne geçen ve güzellikle onların yolunu takip edinen, Allah’ın onlardan ve onlarında Allah’tan razı olduğu (Tevbe100) sahabe, tabiin ve etbai tabiine ve kıyamete kadar kitap ve sünnetin etrafında dönmeyi kendine şeref bilip sünneti savunan ve sünnete saldıranlara eliyle, diliyle ve kalbiyle savaş açan mü’min ve muvahidlere olsun…

Daha önce de belirttiğimiz gibi, fıtrat insanda ilahını aramaya yönelten saf bir arzu, mücerret bir iştiyak ve halis bir niyet meydana getirir. Bu arayışta ona ilk güç fıtrat tarafından verilir. Bu noktadan sonra insan bir çok zorluklarla karşı karşıya kalır. Bu zorluklar karşısında, aklı, düşünebilme kabiliyeti, zeka yapısı ve seçme gücüne göre kendisine bir yol arayışına girer. Tarihi süreçte ve bugün varolan değişik ve çok çeşitli inanç, kültür ve yaşama biçimleri, insanın yaptığı bu tercihlerin bir sonucudur. Fıtrat, bu tercihler sırasında her zaman etkisini gösterir. Ancak fıtratın, insan iradesini körü körüne kendisine tabi kılma gücü yoktur. Bilakis insan iradesi ile istediği şeyi elde etmeye yardımcı olur. Kısa görüş ve basit akıl sahiplerinin idrak edemeyeceği kadar hafif bir şekilde Allah’ın rızasına götüren yolu aydınlatır. Ancak tarihte insanın irade ve seçme kuvveti, doğru yolu bulmada başarısızlık üzerine başarısızlığa uğramış, nefsani istekler onu yanlış yollara sürükleyip derin uçurumlara yuvarlanmasına neden olmuştur. Bu konuda vereceğimiz bir örnek meseleyi daha anlaşılır kılacaktır:

Fıtratın bir özelliği de insanda gıda ihtiyacını oluşturmak, böylece rızık konusuna bağlı olarak bu ihtiyaca insanı yöneltmeyi sağlamaktır. Ama ne yazık ki insanların çoğu fıtratın bu özelliğini yani “yaşamak için yemek” ilkesini anlayamamıştır. Fıtratın insanda oluşturduğu lezzet duygusunu gayeleştirerek “yemek için yaşamak” şeklinde baştan sona yanlışlara sürükleyen bir ilke geliştirmişler; böylelikle fıtratın asıl amacından uzaklaştıkları gibi varoluş gerçeklerinin de dışına çıkmışlardır. Yine bunun gibi, fıtrat insanda havanın ve iklimin etkisinden dolayı giyinme ve barınak ihtiyacı oluşturur. Fakat nefsin arzuları insanı bu olunması gereken sınırda bırakmamış, fıtratın isteği olan bu durumu sevinip kibirlenmek, yeryüzünde gösterişli yürüyüp, büyüklük taslamak için bir vesile edinmiştir. Nefsi arzularına uyan insan, fıtratın belirlediği sınırı aşarak lüks evler ve gösterişli elbiseler edinmeyi, varoluşun gayesi gibi kabul etmiştir.

Aynı şeyi, insanda çeşitli eşyalara karşı istek meydana getiren fıtratın diğer unsurları için de söyleyebiliriz. Fakat insan bu isteklerin arkasındaki fıtratın asıl özelliğini anlayamamış veya çoğu zaman anlamasına rağmen gözardı etmiştir. Sonra da gayeleştirdiği istekleri gerçekleştirmek için fıtratın asıl gayesini aşarak yanlışlara götüren bir arayışa girmiştir. özellikle, sonra gelen nesiller ilk nesillerin yol, adap, kültür, adet, medeniyet vs. gibi birikimlerine mirasçı olarak bu yanlışları devam ettirmişlerdir. Bu birikimlerin sonraki nesillere uyguladığı yaptırıcı güç öyle bir noktaya geldi ki -kendi kendilerine fıtratı gerçek şekliyle anlamaları bir yana- seçim ve temyiz (doğruyu, yanlışı anlama düşüncesi) hakkını isteme hürriyetinden mahrum oldular. Öncekilerin hayat tarzları düşünme ve yaşama biçimleri, yeni neslin gözünde vazgeçilmez kanunlar haline dönüştü. Bu kanunlar onların anlayış ve iradelerini bağladı. Onları kör taklit hastalığına sürükledi, sonunda aslıyla ilgisiz yabancılaşmış yeni bir fıtrat(!) oluşturuldu.

Fakat asıl fıtrat ekiden olduğu gibi yeni dönemde de, insanı doğru yola götürecek işaretleri vermeye devam etmektedir. Ama, bazı insanların bu işaretleri anlamaları suni tabiatlarının baskısı sonucunda oldukça zorlaşmış hatta imkansızlaşmıştır. Fıtrat bu yol göstericiliğine sonuna kadar da devam edecektir. Salim akıl sahipleri için fıtratın işaretlerini anlamak hiçte zor değildir.

Diğer fıtri isteklerin durumunda olagelen şey aynen, insanın ilah aramasındaki isteğinde de meydana gelmiştir. İnsan, içinden gelen ibadet hissinin etkisiyle, kendisi için ilah aramaya başlayınca fıtrat da insana hassas bir şekilde hakiki ilah’ın vasıflarını işaret etmeye başlar. Yani “Senin ilahın, seni yaradandır. O senin üzerine Kadir ve Galip’tir. Seni ve parçası bulunduğun kainatın mensubu olan diğer varlıkları rızıklandırır. Güzellik, Cemal, Yücelik sıfatları O’nundur. İnsana olan nimetlerinden dolayı, hamda layık olan sadece O’dur. Güneş, ay ve diğer yıldızlar, gezegenler varlıklarını O’na borçludurlar. Ebedi aydınlatmasıyla, su ve topraktan oluşan canlılara ahenk ve güzelliği, tatlı zerafeti ve büyüleyici cemali kazandıran O’dur. O’nun Celali, üstünlüğü ve kuvveti dalgalar, depremler, dağın yüksekliği, bir hayvanın yırtıcılığı vs. de tecelli eder. O’nun bağışlayıcılığı, annenin kalbinde sevgi ve şefkat, ineğin karnında süt, kayanın ortasında tertemiz su vs. olarak çıkar” der. İşte, idrak ve anlayışta değişik seviyelerde olan insanlara fıtratın verdiği latif işaretler bu ve bunun benzerli gibidir. Bu işaretlerin her biri etkin olduğu derecede insana yol göstermeye ve buldurmaya çalışır. Varlığının başlangıcında iken bu işaretleri almaya başlayan insan, işaretlerin haberdar ettiği tek ilaha ibadet etmek çizgisinde bulunuyordu. Fakat bu halin değişmesi, mantıki çıkarımlara dayalı düşünce ile -ki bu düşüncelerdeki mantıkilik kendisine göre olacaktır- tartışılmaz tek ilah inancını dahi tartışılır kıldı. Sonra, inanacakları ve inandıklarında huzur bulacakları mabud dışında yeni mabud arayışına girildi. Öncelikle soyut olan kavramlara yöneldiler. Sevgi, korku, şiddet, aşk vs. gibi kavramları temsil eden putlar yaparak bunlara boyun eğmeye, yaşantılarının putları adına düzenlemeye çalıştılar. Bu inanç sonunda bu kavramlar ve onları temsil eden putların asıl ilah olduğu düşüncesi insanların kafasına kesin kes yerleşti. Böylece insanlar, düşünce ve anlayış ölçülerine göre yer ve gökte, kendilerinde yücelik, rablik, nimet, kudret, güzellik, cemal, kahr, celal ve yaratıcılık gördüklerini ileri sürerek o putlara boyun eğip, ibadet ettiler. İnsanların her biri hakiki ilaha giden yolu kendi anlayışına göre bulduklarını zannedip bu sapık yolların mensubu oldular. Ancak şu bir gerçektir ki, temiz bir vicdan, hassas bir idrak ve salim bir akla sahip olanlar bütün dikkatleriyle fıtratın işaret ettiği yola ulaşmak için gayret gösterdiler. Yeryüzü ve gökyüzü ilahlarının(!) hiç birisiyle tatmin olmadılar. Araştırmalarına devam ederek öyle bir noktaya geldiler ki, kainattaki maddi-manevi, büyük-küçük bütün güçlerin bir başka varlığa bağlı olduğunu gördüler. Bu öyle bir varlık ki, insanların sapıklığının simgesi olan şeyler bile O’nun izniyle varlıklarını devam ettiriyorlar. İşte o insanlar bu noktada “Benden başka hiç bir ilah yoktur, yalnızca bana itaat edin, ibadetleriniz bana olsun” diyen bir sesin varlığını hissettiler. Kime aitti bu ses? Bu ses, çileli araştırmalar sonucunda bulmayı umdukları gerçek ilah’ın sesiydi. Kendisin ulaşmak için çaba gösterenlerin yolunu kolaylaştırarak onlara doğru yolu bulmalarında imkanlar sağlanıyordu.

İnsanın Yanlışlar İçinde Kayboluşu

Biraz önce bahsedilen özelliklere sahip ilahı, yeryüzünde arayan insanlar, dağlara, nehirlere, ağaçlara ve faydalı-faydasız şeylere gönül verip bağlandılar. Tenasül uzuvlarına dahi tapanlara rastlandı. Ateşe taptılar, havayı yücelttiler. Kısacası gözleri yalnızca etraflarındaki manzaranın birer parçasına takılıp kaldı. Biraz daha doğru düşünebilenler, yerlerdeki bu ilahlardan hoşlanmadılar. Hatta bu ilahların başka şeylere kulluk ettiğini de sezmekte gecikmediler. Hayat ve varlıklarını devam ettirebilmek için başka üstün bir güce muhtaç olduklarını gördükleri için “Bu ilahların ne gibi bir özellikleri vardır? Bize ne oluyor ki, onlara boyun eğip, ibadet edelim?” diye düşündüler ve gözlerini gökyüzüne çevirdiler. Aradıkları ilahı gökyüzünde bulmaya çalıştılar, fakat yeni bir yanlışa düşmekte de gecikmediler. Alevlenen güneşi, parlayan ayı, yıldızları görüp “işte ibadete layık olan ilahlar bunlardır” diyerek onlara ibadet etmeye başladılar.

Diğer bir kısım insanlar da gökyüzünü, yeryüzünden pek farklı bulmadılar. Güneş, ay ve yıldızların, yücelik, büyüklük itibarıyla yeryüzündeki diğer varlıklardan üstün görünüyor olmalarına rağmen, kendi hür iradeleriyle herhangi bir iş yapma gücüne sahip olmadıklarını gördüler. Bunlar ancak sağlam bir nizam ve belirli bir kanun altında kendilerine çizilen rotada bulunmaktan başka bir şey yapamayan varlıklar idi. Örneğin güneş, üstün azamet ve büyüklüğüne rağmen, bugüne kadar doğu yerine batıdan doğmamıştır. Yörüngesini birazcık olsun değiştiremez. Aya gelince o da bu güne kadar hilal iken kendi isteğiyle aniden dolunay olma gücünü gösterememiştir. Nitekim diğer gezegenlerden herhangi birisi de kendisine takdir edilen yörüngeyi terk edememiştir. Bu insanlardan bir kısmı daha sonra gök cisimlerinin bütün büyüklüklerine rağmen bir yere kulluk bağıyla bağlı olduklarını görerek gökyüzünden de yüz çevirdiler. Şöyle dediler:

“Maddi varlıklardan hiç birisi ibadete layık değildir.” Ve arayışlarını başarıyla sonuçlandırarak asıl ibadete layık varlığı buldular. Burada arayışları son buldu. Çabalarında başarıya ulaştıkları için mutlu oldular.

Araştırma hissi, hayretler içinde ızdırap çeken insanı, yakıp tutuşturmaya devam etmiş ve tek olan ilaha kavuşturmadığı müddetçe kendilerinde bir kararlılık hali oluşmamış, arayış devam etmiştir. Ancak araştırmalarında başarılı olup gayelerine, yani noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah (c.c.) inancına ulaşınca kalpler huzur buldu. İçinde bulunan hayret, sıkıntı, ızdırap ve korkuların hepsi yok oldu. Artık başka bir ilah aramak için hiçbir sebep kalmadı.

Hakiki İlah, Bir Olan Allah’tır

Önceki konularla bağlantılı olarak şöyle bir soru akla gelebilir: “Bütün bu değişimler niçin meydana geldi? Allah’tan başka bir ilah inancı üzerinde olunduğu sürece arayış devam ediyor da, Allah (c.c.) inancına ulaşınca bu arayış neden duruyor?” Bu olayı derinliğine düşündüğümüzde sadece köklü bir sebebi olduğunu görürüz. O da, insanı ibadete yönelten ve gerçekte Allah’tan başkasına ibadete çağırmayan fıtrattır. Fıtrat ancak hakiki ilah olan Allah’a ibadetle tatmin olur ve huzur bulur. Bazı fertlerde, bu ızdırap ve sıkıntılarla beraber akıl noksanlığı, taassub, inat ve babaları (atalarının dini üzerine olma anlayışı) körü körüne taklit gibi engellerin varlığı çok ayrı bir durumdur.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, fıtri ibadet hissinin meydana gelişi tamamen göklerde ve yerde bulunan her zerrenin Allah’a ibadetle meşgul olmasındandır. Çok cahil ve azgın olan insan, Allah’ı bilmeyince, O’ndan başkasını kendisine ilah kabul edip, ona ibadet eder. Onun bu durumunda vücudunu oluşturan uzuvlardan hiç birisi onunla uyum halinde değildir. İlahı zannettiği putuna doğru ilerlemesini sağlayan ayakları ancak Allah’a ibadet için yürür, kendisiyle putuna kurban ve adaklar adadığı elleri sadece Allah’a ibadet için hareket eder, putunun önünde yere koyduğu alnı yalnızca Allah (c.c.) için yere değer, putunu yüceltip, övdüğü dili her zaman Allah’ı yüceltip, övmek için hareket eder. O, ilah olarak zannettiği varlığa, putuna yaptığı ibadet ve itaatinde her yönüyle aldanma içerisindedir ve sadece kendisini aldatmaktadır. Bu halin yanlış olduğuna kainattaki bütün zerreler şahitlik eder. İnsanın bizzat kendi yapısı bu duruma isyan eder ve şöyle der:

“Kendisi de bir mahluk olan şeylere nasıl itaat eder, boyun eğersin? Bu kadar büyük bir cahilliği nasıl olur da işlersin?” Yapısı bunları söyler fakat müşrikler anlamaz, çünkü, bu sesleri duyacak kulakları, anlayacak akılları yoktur.

Kulluk ve İtaatin Birleşmesi

Bilindiği gibi itaat, bir ibadet şekli olarak kulluğun parçasıdır. İnsan ne zaman bu parçayı bütünden ayırmışsa, keder ve ızdıraba yuvarlanmıştır. İnsanlar ancak cehalet ve anlayışsızlık perdesini kaldırıp Malik, Razık ve Halik olarak Allah’ı tanırlarsa kendilerinde olması gereken şekliyle kulluk ve itaat meydana gelir. Burada, insan için, parçayı bütünden ayırma durumu olmadığı müddetçe huzur, rahatlık ve sükunet vardır.

İlahi Emanet (Hilafet)

Kulluk ve itaat arasındaki birlik öyle bir şeydir ki, insan bununla Allah’ın yüklediği emanetin bilincinde olur. Diğer yaratıklara göre üst seviyelerde bulunur. Onlardan ayrı bir yaratık olarak varlığını devam ettirir. Daha önce belirtmiştim, insan herhangi bir iradi davranışı ve bilgisi olmadan Allah (c.c.) ve O’nun fıtrat kanununa boyun eğmektedir. Bu bilinçsiz bir şekilde gerçekleşir. İşte bu onun Allah’a kulluğudur ve bu kullukta insan diğer yaratıklarla aynı düzeydedir, onlardan ayrılmaz.

İnsan, kulluğun mükafatına -rızık ve hayat- kavuşmada diğer yaratıklardan ayrılmaz. Onu diğer yaratıklardan ayıran özellik başka bir yönde gerçekleşmektedir. Allah’ın, kendisine bağışladığı irade gücü, akıl ilim ve idrak kuvvetlerini kullanarak elde ettiği şeref ve fazilette diğer varlıklardan ayrılır. Eğer verilen güçler ile Allah’a karşı bilinçli bir itaat gerçekleşirse, bu durum insanı diğer yaratıklardan üstün seviyelere çıkarır. Fakat bunu yapmadığı, yaratıcısını bilmek için akıl gücünü, ilmi kabiliyetini kullanmadığı ve kendi hürriyet sınırları içerisinde O’ndan yüz çevirdiği zaman, hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye iner. Şu ayet-i kerime bu durumu açıklamaktadır:

“Andolsun, cehennem içinde birçok cin ve insan yarattık ki, bunların kalpleri var fakat anlamazlar, gözleri var fakat görmezler, kulukları var fakat işitmezler. İşte onlar hayvan gibidir. Hatta daha da sapık. Ve işte onlar gafillerdir.” (A’raf: 7/179)

Aslında, yalnız başına akıl ve ilmi güç insana ne şeref ne de fazilet kazandırır. Bunlar şeref ve fazilete kavuşmak için birer vasıtadır. Bu vasıtalar asıl şekliyle kullanılır ise, fıtrat gereği zorunlu olan kulluktan bilinçli olan itaata geçilir ve bu da insanı diğer yaratıklardan üstün kılar. Eğer bu vasıtalar doğru kullanılmaz veya başka şeyler için kullanılır ise, o zaman insanın yeri hayvanların derecelerinden de aşağılardadır.*

İnsanın edindiği putların en önemlisi bizzat insanın kendi nefsidir. Allah’a ibadet etmeyen kimse, ya putlara, ya da kendi hem cinsinden olan Firavun tipi ilahlar ibadet etmeye yönelecektir. İnsan bu üç seçenek arasında yer alarak inancını, tercihi yönünde oluşturur.

Çünkü hayvan, fıtratı gereği sapık, inkarcı, müşrik ve kafir olamaz. Yaratıldığı durumdan daha ileri bir noktaya gitmesi mümkün olmadığı gibi geriye de gidemez. İnsanın durumu ise çok farklıdır. O, hayvanlardan daha üstün seviyelere çıkabileceği gibi, daha aşağılara da düşebilir. Sebebi, insanın hayvandan farklı olarak akıl, düşünce gibi nimetlere sahip olmasıdır.

Şimdi biraz düşünüp, Allah (c.c.) için söyleyelim, insan elde ettiği bu gelişmelere rağmen, hayvani seviyeden kurtulup yükselebildi mi? Maddi alemde aklı ve ilmiyle yapmış olduğu bütün icat ve gerçekleştirdiği gelişmeler fıtrat kanunlarına bağlıdır. Bütün bunlar kendilerinde ilim ve akıl olmadığı halde, hayvanlarda da sınırlı bir şekilde bulunur. İşte insan bu güçlerini kullanmış ve yeni bir şeyler yapmıştır. Fakat insanlık bütün bunlara rağmen maalesef üst seviyelere çıkmayı başaramamıştır. Çünkü işin hep maddi yanıyla ilgilenmiş, asıl gayeden çok uzaklarda olunmuştur. Çünkü maddi şeyleri elde etmekle seviye (insan ve hayvan oluş açısından) değişimi arasında hiçbir ilgi yoktur. İnsanla hayvan arasındaki temel fark şudur; hayvan, yüksek olmayan bir kulluğu yerine getirdiği için, düşük derecede rızkına kavuşur. İnsan ise, aklı ve ilmi ile yüksek bir kulluğu yerine getirdiği için yüksek derecede rızkın elde eder. Böylece hayvan açlığını gidermek için yem ve ota kavuşurken, insan ise güzel yiyeceklere kavuşur. Hayvan, vücudunda bulunan tüy ve kıllarla ısınırken, insan güzel güzel elbiseler giyinir. Hayvanlar yuvalarda, inlerde barınırken, insan güzel güzel barınaklarda oturur. Hayvan ayaklarıyla bir yerden bir yere giderken, insan yaptığı makinaları bu yolda kullanır. İşte bütün bunlarda bilince dayanmayan zorunlu bir kulluk bulunduğu için, uygun bir karşılık mevcuttur.

 “Asıl gelişme bilinçli olan itaatle zorunlu olan kulluğun birleşmesidir.” İnsan, fıtrat kanununu koyan yüce güce kulluk ettiği gibi, yine aynı gücün diğer hükümlerine uymak zorundadır ve bu gerçekleşirse insan için asıl gelişme gerçekleşmiş demektir. Bu durumda insan diğer varlıklara göre şeref ve faziletin üst basamaklarına çıkar. Bundan dolayı da yerde ve gökte bulunan diğer bütün yaratıklardan daha çok mükafata kavuşur. Fakat hareket yönü böyle değil de aşağılara olursa, kulluk ve itaat birbirinden ayrılrsa, işte o zaman insanın yerini, hayvanların bulunduğu seviyenin daha aşağılarında aramak gerekir.

Düşüşün başlıca sebebi bizzat insanın kendisi olduğu için de sonunda karşılık olarak azaba kavuşur.* Bu durum Et-Tin suresinde kısa fakat özlü olarak çok güzel bir biçimde açıklamıştır:

“Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Yalnız, inanıp iyi işler yapanlar hariç. Onlar için ardı arkası kesilmez bir mükafat vardır.” (Tin: 95/4-5-6)

Bu durum bazılarının kafasını karıştırmaktadır. Yapılan temel hata şudur; kelime tam manasıyla, tabiat kanunu veya yaratma kanununu içerir şekilde kullanılır oldu. Ve bu ibadeti gerçekleştiren kişinin -ki bu zorunlu olarak gerçekleşiyor. Kur’an’da belirtilen salihlerin durumuyla ilgili bütün vaadleri hak kazanan salih ve abid olduğu zannedildi. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi gerçek şudur: İnsandan istenen ibadet sadece maddi yapının uymak zorunda olduğu kanunlara zorunlu olarak uymak değil, aynı zamanda şer’i hükme de bilinçli olarak uymaktır.

Ayette geçen “ahseni takvim”den maksat, yükselmek için gerekli olan güç ve kabiliyet, insana bu kainatta bulunan diğer varlıklardan daha çok olarak verilmiş işaretlerdir. İnsanın “ahseni takvim” (en güzel biçimde) oluşu aslında üstünlük değildir. Bilakis onun yükselme ve ilerleme sebebi ve vasıtalardan yararlanması ve böylece Rabb’ini bilen, dünyada hayatını bütün olarak O’nun istediği şekilde geçirir ki, bu da salih ameldir. Bu şekilde bir yükselme elde etmeyen kişi daha aşağılara inerken, yükselen kişi bitmeyen bir mükafatla karşılaşır ve sonsuz mutluluğa kavuşur. Zorunlu kulluğuna karşılık olarak insan, sadece dünya hayatında mükafatlandırılırken, bilinçli teslimiyetine kaşılık, ahirette sonsuza kadar uzayan bir mükafata kavuşur.

VELHAMDULİLLAHİRABBİLALEMİN

 

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.