VEHBE ZUHAYLİ (RH.A)’İN BAKIŞ AÇISIYLA EN’AM SURESİ 129. VE 132. AYET-İ KERİMELER

Zalimlerin Birbirlerine Veli Kılınmaları Ve Kâfirlerin İman Etmediklerinden Dolayı Azarlanmaları
129- İşte böylece kazandıklarından ötürü zalimlerden kimini kimine veli ederiz.
130- “Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size ayetlerimi anlatan, bu gününüzün gelip çatacağı bilgisiyle sizi uyaran sizden peygamberler gelmedi mi?” Derler ki: “Kendi hakkımızda şahitlik ediyoruz.” Dünya hayatı onları aldattı da gerçekten kâfirler olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.
131- Bu, Rabbinin haberleri yokken kasabalar halkını haksız yere helak edici olmadığından dolayıdır.
132- Her birinin işlediklerine karşılık dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından gafil değildir.
Açıklaması
Cin ve insanların birbirlerini veli edindikleri gibi aynı şekilde biz zalimlerin bir bölümünü diğer bir bölümüne de veli kılarız. Bunu ise ilâhî takdir ve kevnî sünnet gereğince onların bir bölümünü diğer bir bölümüne yardımcı kılmak suretiyle yaparız. Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi: “Mümin erkekler ve mümin kadınlar biribirlerinin velileridirler.” (Tevbe, 9/71); “Kâfir olanlara gelince; onlar da birbirlerinin velileridir.” (Enfâl, 8/73).
Katâde bu ayet-i kerimenin tefsiri ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Allah insanlar arasındaki velilik bağını amellerine uygun olarak tespit etmiştir. Mümin nerede olursa olsun, hangi durumda bulunursa bulunsun müminin velisidir. Kâfir de nerede ve ne halde olursa olsun, kâfirin velisidir. İman ise temennilerle, hoş ve tatlı dileklerle gerçekleşmez. Taberî de bu açıklamayı tercih etmiştir. Buna göre ayet-i kerimenin anlamı şu olur: Biz cin ve insanlardan olan bu müşrikleri biribirlerinden yararlanacak şekilde birini diğerinin velisi kıldığımız gibi bütün işlerde, bütün hususlarda da işledikleri masiyetleri ve yaptıkları işlerden ötürü birbirlerine veli yaparaz. [1][26]
Süyutî de el-İklîl adlı eserinde şunları söylemektedir: Ayet-i kerime, “Nasıl iseniz başınıza öyle veli (yönetici) tayin edilir.” [2][27] hadis-i şerifinin anlamını ifade etmektedir. Fudayl b. Iyâd der ki: Bir zalimin bir diğer zalimden intikam aldığını görürsen hayret edercesine dur ve gözetle. Ebu’ş-Şeyh İbni Hayyân da Mansur b. Ebu’l-Esved’den şöyle dediğini rivayet eder: Ben, A’meş’e Yüce Allah’ın, “İşte böylece kazandıklarından ötürü zalimlerden kimini kimine veli ederiz” ayeti hakkında soru sordum. Dedim ki: “Bu buyruk hakkında onların (yani sizden öncekilerin) neler söylediğini duydunuz mu?” A’meş dedi ki: “Onların bu konuda şunları söylediklerini işittim: İnsanlar fesada erdiler mi artık onların şerlileri başlarına yönetici yapılır. Yani velilik (yöneticilik) ve emirlik onların kötülerinin elinde bulunur. Tıpkı Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: “Biz bir ülke halkını helak etmek istedik mi, oranın refahtan şımarmış olanlarına emrederiz; onlarsa orada fasıklık ederler. Böylelikle o ülke aleyhine söz (azap) hak olur; biz de orayı helak ve darmadağın ederiz.” (İsra, 16/17).
Yani zalimler arasındaki velilik ya aralarındaki sevgi ve yardımlaşma suretiyle yahut da onların bir kısmını diğer bir kısmının başına yönetici yapmak, musallat kılmak suretiyle olur. Çünkü her bir zalime mutlaka bir başka zalim musallat kılınarak belâ verilir. Zulüm umumi olur ve bizzat zalimlerin kendilerini de kuşatır. İnsanlara yöneticilerden ve diğerlerinden olsun zulmeden her bir kesim mutlaka ahlâk ve davranış itibariyle kendisine benzeyeni veli edinir ve o benzerine başkasına karşı yardım edilir. İbni Abbas der ki: “Allah bir kavimden razı olursa onların işlerinin başına hayırlı olanlarını yönetici yapar. Bir kavme gazap ederse işlerinin başlarına da onların kötülerini yönetici (veli) yapar.”
İşte bu yönetim, saltanat veya diğer bütün hususlarda zulmeden herkese yönelik genel bir tehdittir.
Şanı Yüce Allah zalimleri azarlamaya, cin ve insan kâfirlerini tehdide, kıyamet günü durumlarını açıklamaya devam etmektedir. O, kendilerinin durumunu en iyi bildiği halde onlara şöyle soracak: Peygamberler Allah’ın mesajlarını kendilerine tebliğ etti mi? Böyle bir soru ise onlara doğruyu söyletmek, azarlamak ve sitem kasdıyla sorulacaktır. Yüce Allah, “Ey cin ve insan topluluğu…” diye soru yöneltecektir onlara. Yani, “Ey cin ve insan cemaati, size içinizden peygamberler gelmedi mi?” Yani hepinizden sizin cinsinizden peygamberler gelmedi mi? Halbuki peygamberler yalnızca insanlardan gelmiştir. Cinlerden peygamber yoktur. Nitekim selefin de sonradan gelen halefin cumhuru-nunda kabul ettiği budur. Bu şekildeki bir ifade ise tağlib kabilindendir. Nitekim Yüce Allah, “O ikisinden (yani acı ve tatlı sulardan) inci ve mercan çıkar” (Rahman, 55/22) diye buyurmaktadır. Halbuki inci ve mercan, öncekilerin bilgilerine göre tatlı sulardan değil yalnızca tuzlu sulardan çıkartılmakta idi. Daha sonra bir takım tatlı sulu nehirlerde inci çıkartıldığı da sabit olmuştur.
Burada maksadın insanlardan bilinen peygamberler olması da mümkündür. Cinlerin elçilerinin ise, Peygamber (s.a.)’in sözünü dinleyip daha sonra işittiklerini kavimlerine bildirerek uyarmak üzere giden kimseler olmaları da muhtemeldir: “Kavimlerine uyarıcılar olarak geri döndüler.” (Ahkâf, 46/29); “De ki: Bana şu vahyolundu ki gerçekten cinlerden bir topluluk (Kur’an) dinledi ve dediler ki: Muhakkak biz hayret verici bir Kur’an dinledik…” (Cin, 72/1).
Bu elçilerin görevi de şudur: Bunlar kavimlerine karşı imana, ahkâma ve adaba dair ayetleri okurlar. Öldükten sonra diriliş gününe kavuşacaklarını, bu gündeki hesabı ve bu günü inkâr edenler, kabul etmeyenler için de cezaların hazırlandığını belirterek uyarır ve korkuturlar.
Kendilerine sorulacak bu soruya cevap verecekler ve kıyamet gününde şöyle diyeceklerdir: Peygamberlerin bizlere senin risaletini tebliğ ettiklerini ve sana kavuşup huzuruna geleceğimizi belirterek uyardılar. Bu günün kaçınılmaz olarak gerçekleşeceğini söylediler. Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah’ın şu buyruğudur: “Evet, gerçekten bize uyarıcı gelmişti. Fakat biz yalanladık ve “Allah herhangi bir şey indirmiş değildir dedik” diyeceklerdir.” (Mülk, 67/9).
Dünya hayatı işte bu inkarcıları aldatıcı süsüyle, şehvet, mal, evlat, saltanat sevgisi, yüksek makam sevgisi aldatıp kandırdı. O bakımdan onlar da dünya hayatlarında kusurlu davrandılar. Sonunda kibir ve inatları dolayısıyla peygamberleri yalanlayıp mucizeleri inkâr ettiklerinden dolayı helak oldular.
Kıyamet gününde kendi aleyhlerine peygamberlerin kendilerine getirdikleri mesajı inkâr eden kâfirler olduklarına da şahitlik edeceklerdir.
İşte bu yani peygamberlerin gönderilip insanları uyarmaları, kitapların indirilmesi, Yüce Allah’ın şu sünneti (ilâhî kanunu) dolayısıyladır: O davet kendisine ulaşmadığı takdirde herhangi bir kimseyi zulmü dolayısıyla sorgulamak dilememiştir. Kendilerine peygamberler gönderilmedikçe herhangi bir ümmeti toptan helak etmeyi murad etmemiştir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Arasında bir uyarıcının gelip geçmediği hiç bir kasaba (halkı) yoktur.” (Fâtır, 35/24); “Andolsun biz her ümmet arasında, Allah’a ibadet edin ve tağuttan uzak durun, diyen bir rasul göndermişizdir.” (Nahl, 16/36). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Biz bir peygamber göndermedikçe azap ediciler değiliz.” (İsra, 17/15).
Yüce Allah’ın, “Haksız yere” buyruğunun Taberî’nin de ifade ettiği gibi, iki manaya gelme ihtimali vardır: Birincisine göre şirk ve benzeri şeyler sebebiyle. Yani burada sözü geçen haksız yere (zulüm) kâfirlerin fiili anlamındadır. İkincisine göre ise, “haksız yere” yani gereken şekilde uyarılmaksızın peygamberler, mucizeler ve ibretlerle hatırlatılmaksızm, öğüt verilmeksizin haksızca helak söz konusu olmamıştır. Yani o takdirde buradaki “haksız yere” ifadesinden kasıt, Yüce Allah’ın uygulamasıdır. Ancak birinci açıklama şekli Taberî’nin[3][28] Razî ve diğerlerinin de belirttiği gibi daha güçlüdür. Özetle söyleyecek olursak, Allah, kullarından hiç bir kimseye zulmetmez, fakat bizzat insanlar kendilerine zulmederler. Müslümanların basma gelmiş ve gelmekte olan her bir şey, ancak onların kötü amelleri, dinlerini terk etmeleri sebebiyledir. Yoksa kusur ve eksiklik onların kendilerindedir, sahip oldukları şeriatlerinin düzeninde değildir.
İster Allah’a itaat hususunda ister ona isyan hususunda olsun amel sahibi olan herkesin ameli dolayısıyla mertebeleri ve dereceleri vardır. Allah o kişiyi oralara ulaştırır ve amelinin karşılığını ona verir. Hayırsa hayır, şer ise şer.
Allah bütün amelleri görendir, bilendir. Onlar ne yaparlarsa onu bilir. Onu onlar için tek tek tespit eder, sayıp döker. Böylelikle huzuruna gelecekleri ve kendisine dönecekleri vakit amellerinin karşılığını onlara versin diye. İşte bu, mutluluk ve bedbahtlık sebebinin, insanın yaptığı işler ve meşieti veya onun kazancı, irade ve ihtiyarı (tercihi) olduğunu göstermektedir. [4][29]