Bi’r-İ Maûne Olayı: (Hicri Dördüncü Yılı) | Siyer Programı – 37. Bölüm
Bi’r-İ Maûne Olayı: (Hicri Dördüncü Yılı)
Resûlullah (s.a.v.)’ın yanına, Medine’ye «Mülâıbü’l-Esinne» lakabıyla meşhur Âmir bin Mâlik gelmişti. Resûlullah ona Müslüman olmasını teklif etti. Fakat o ne Müslüman oldu, ne de Müslümanlıktan uzak kaldı. Aksine Resûlullah’a: «Yâ Muhammed! Eğer ashabından seçkin kişileri, Necid ahalisine gönderecek olursan, onlar senin tebliğ ettiğin dine çağrıda bulunurlarsa; umarım ki onlar sana tâbi olurlar» dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de: «Göndereceğim kişiler hakkında Necid halkından korkarım» buyurdu. Âmir bin Mâlik de, «Sakın korkun olmasın. Onları benim himayemde gönder de halkı İslâmiyet’e da’vet etsinler» dedi.
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.), Sahâbe-i Kiram’dan seçkin yetmiş kişiyi da’vetçi olarak gönderdi. Bu olay Ibn Ishâk ve îbn Kesîr’in rivayetine göre, Uhud savaşından ondört ay sonra, Safer ayında olmuştu. îslâm da’vetçileri Maûne kuyusunun bulunduğu yere konaklayıncaya kadar yürüdüler. Orada konaklayınca içlerinden, Haram bin Milhân’ı Resûlullah’ın mektubuyla birlikte, Âmir bin Tufeyl’e elçi olarak gönderdiler. Haram bin Milhân, Âmir bin Tufeyl’in yanına gelince; Âmir mektubu açıp okumadan, hemen Haram bin Milhân’ın üzerine çullanarak onu şehid etti. Buhâri, Enes bin Mâlikten şöyle rivayet eder: «Haram bin MUhân mızrakla delik deşik edilip yüzünden aşağı kan akınca: «Kabe’nin Rabbi-ne and olsun ki kazandım gitti[1][50]» diye bağırdı.
Amir bin Tufeyl, geri kalan îslâm da’vetçilerinin işini bitirmek için Âmir oğullarından yardım istedi. Onlar da onun bu teklifini kabul etmeyip, «Biz, hiçbir zaman Ebû Berrâ’nın, Âmir bin Mâlikin taahhüdünü bozamayız» diyerek direttiler. Bu sefer Amir bin Tu-feyl, Süleym oğullarından Usayye, Ri’İ ve Zekvan kabilelerinden yardım istedi. Onlar da bu teklifi kabul ettiler. Hemen harekete geçip, İslâm da’vetçilerini konak yerlerinde kuşattılar. îslâm da’vetçi-Jeri etraflarının sarıldığını görünce; kılıçlarına sarılıp, savaşmaya bağladılar. îslâm da’vetçileri, düşmanları tarafından kılıçtan geçirilerek şehid edildiler.
islâm da’vetçilerinin develerini güden iki kişi vardı ki onlar bu üzücü olayda bulunmamışlardı. O iki kişiden biri de Amr bin Umeyye ed-Damrî idi. O daha sonra bu haberi öğrendi. Arkadaşlarını savunmak için geldiler. Amr bin Umeyye ed-Damri’nin arkadaşı da onlarla birlikte şehid edildi. Kendisi canım kurtarıp Medine’ye döndü. Yolda müşriklerden iki kişiye rastladı. Onları, Âmir oğullarından zannederek ikisini de öldürdü. Sonra Resûlullah’ın yanına gelip bu durumu haber verince, o iki kişinin Kilâb oğullarından olduğu ve Resûlullah’ın onlara dokunulmazlık belgesi verdiği anlaşıldı. Hz. Peygamber (s.a.v.), Amr’a: «Demek ki iki kişiyi öldürdün ha, ben onların diyetini öderim» buyurdu!..
Resûlullah (s.a.v.), ashabından bu seçkin da’vetçilerin şehid edilmesi olayına son derece üzüldü. Bir ay süresince şfibah namazında Süleym kabilelerinden Ri’l, Zekvan, Benî Lihyân ve Usayye oymaklarına beddua etmeye devam etti[2][51]
Dersler ve İbretler
Bu üzücü iki olayda da önemli işaretler vardır. Biz onları aşağıya özetliyoruz:
1- Raci’ ve Bi’r-i Maûne hâdisesi, her ikisi birden bütün müs-lümanların, İslâm’a da’vet ve İslâm’ın hakikati ile ahkâmım insanlara gösterme sorumluluğunda müşterek olduklarına işaret ediyor. İslâm’a da’vet işi diğer insanları bırakıp yalnızca Nebilere ve Resullere veya onların halifelerine ya da âlimlere emânet edilmiş bir iş değildir.
Hakikaten, bu da’vet ödevini yerine getirmenin ne kadar önemli olduğunu, Resûlullah’ın kendi ashabının en seçkinlerinden sayılan yetmiş k’şiye varan bu Kur’an hafızlarını göndermesinden anlıyoruz. Halbuki yine bu uğurda göndermiş olduğu altı kişilik hey’e-tin şehid edilmesi üzerinden çok uzun bir zaman bile geçmemişti. Gerçi Resûlullah (s.a.v.), bu yetmiş kişinin durumundan endişe duymuştu. Bu endişesini de, Âmir bin Mâük’e; Necd halkım dine da’: vet için bir hey’et göndermesi hususunda fazlaca ısrar ettiği zaman açıklamıştı. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v,) tebliğ yükünü taşımayı herşeyden daha önemli görüyordu. Eğer da’vctin sorumluluğunu yüklenmiş ve bu sorumluluğu yerine getirmek, ancak bu gibi tehlikelere girmekle ve bu tehlikelerin sonucuna razı olmakla mümkün oluyorsa, varsın bu tehlikeler oluversin. Allah’ın emrini yerine getirme ve O’nun dâvasını tebliğ etme yolunda Allah’ın murad ettiği şeyler de varsın olsun!
2- Hakikaten biz, bu kitabın birinci bölümünde demiştik ki; eğer bir Müslümanın dininin emirlerini yerine getirme imkânı varsa, Dâr-ı Harb’te ikamet etmesi mubah olur. Yoksa caiz olmaz. Re-sûlullah’m siyretinden buna delâlet eden bu sahne; bir Müslümanın Diyâr-ı Küfr’de îslâm da’veti ödevini yerine getirmeyi umud ederek orada ikamet etmesi bundan istisna edilmiştir.
Çünkü bu bir cihad türüdür ki, farz-ı kifâye olduğundan sorumluluğu tüm müslümanları ilgilendirir. Zira; farz-ı kifâyeyi, bir kısım müslümanlar tam olarak yerine getirirlerse, sorumluluk diğerlerinin üzerinden kalkar Aksi halde, hepsi günahkâr olur[3][52]
3- Biz müşriklerin kalblerinin müslümanlara karşı kin ve öfkeyle ne kadar dolup taştığına, hattâ müslümanlara karşı içlerindeki gizli kini körüklemek maksadıyla hıyanet ve zulmün en şümullüsünü seçtiklerine açıkça delâlet eden Yevmü’r-R&cî’ ve Bi’r-i Maûne hâdiselerinin muhtevalarını inceleyince; bu hıyanet ve kinin kurbanı olmuş şu müslümanlarda bu karakterin tamamen aksine eşsiz bir örneğe rastlıyoruz. Hubeyb (r.a.)’in, Haris oğullarının evinde, ölüm saatini beklerken; esir olarak, nasıl tutulduğunu görmüştük. Hubeyb (r.a.), Haris oğullarının evinde ölüm hazırlığı yapmak için temizlenmek maksadıyla bir ustura istemişti. O sırada evde bulunan küçük bir çocuk, annesinin dalgınlığından istifade ederek emekliyerek Hubeyb’in odasına girdi, intikam almayı düşünen ve hayatla ilgilenen bir kişinin hesabında bu an pazarlık etmek veya haksızlığa haksızlıkla mukabelede bulunmak için eşsiz bir fırsattır. Ev halkının tümünün
hubeybdüşüncesi de budur. Çocuğun annesi, yavrusunun, Hubeyb’in yanına gidişini farkeder etmez dehşete kapılarak, yavrusunu muhakkak bir ölümün pençesinden kurtarmak için sağa sola koşuştu. Fakat kadın, Hubeyb’in kendi hücresinde çocuğu dizine oturtmuş şefkatli bir baba gibi onunla şakalaştığmı gördüğü vakit dehşet içerisinde durakladı. Hubeyb ise kadına baktı ve kadının içine düştüğü korkuyu anladı. Ağırbaşlı bir nıü’minin sükûneti içinde: «Onu öldüreceğimden mi korkuyorsun? Ben inşâallah bunu asla yapmam» dedi.
islâm terbiyesinin jnsani eğitimdeki mucizesine bakınız! îşte Hubeyb ve onu zulüm ve düşmanlıkla öldürmeye uğraşan kindar müşrikler! Her ikisi de aynı coğrafyanın yetiştirdiği ve aynı an’anele-rin, aynı tabiatların bürüdüğü Araplardır. Fakat Hubeyb İslâm’a boyun eğdi, îslâm da onu başka bir insan olarak ortaya çıkardı. Ama diğerleri ise kendi sapıklıkları üzere, devam edip gittiler. Böyle olunca da, kendi sapıklıkları onları zalim ve vahşi tabiatları içinde mahkûm etti. Bu duruma göre, İslâm’ın insan tabiatında yaptığı değişiklik ne kadar da büyüktür…
4- Yukarıda zikri geçen olaydan şu istidlal edilir:
Düşman elindeki bir esirin; üzerinde kâfir hâkimiyetinin. cereyan etmesini -öldürülse bile – önleyemeyecek durumda ise, teslim olmaktan kaçınması hakkıdır. Nitekm Âsim böyle yapmıştır.
Eğer düşman elinde bulunan esir, ruhsattan yararlanmak isterse; Hubeyb ve Zeyd’in yaptığı gibi kurtulmayı umut ederek ve fırsat kollayarak, emân isteme hakkına sahiptir.
Ama, esir düşmanların arasında dinini açığa vurma imkânına sahip olsa bile, kaçmaya gücü yettiği takdirde, en doğru görüşe göre bunu yapması vâclb olur. Çünkü kâfir elinde bulunan esir, tüm hakları elinden alınmış ve önemini yitirmiş bir kişi haline gelmiştir. Böyle olunca da bir esirin, kendini esaret ve kölelik zilletinden kurtarması, onun başta gelen ödevlerinden biridir[4][53].
5- Öldürülmeden önce Zeyd bin Dessine’nin Ebû Süfyan’a verdiği cevabı düşündüğümüz takdirde, Sahâbe-i Kirâmm kalblerinin Resûlullah’a karşı taşıdığı muhabbetin ne kadar olduğunu öğrenmiş oluruz. Bu muhabbetin Resûlullah’ı korumayı, Allah’ın dini uğrunda herşeyi harcamayı ve her fedakârlığa katlanmayı, onların gönüllerine sevdiren sebeblerin en önemi ilerinden, olduğunda şübhe yoktur. Bir müslüman imanında ne kadar yükselirse yükselsin, yine de Resûlullah’a karşı bu gibi bir sevgi” olmadan, onun imanına nakıs iman gözüyle bakılır. Bu husus, Resûlullah’ın açıkladığı bir gerçektir. Çünkü Resûlullah (s.a.v.): «Hiçbiriniz, ben ona ana-baba-sından, evladından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça gerçekten iman etmiş olmaz[5][54]» buyurdu.
6- Hubeyb’in Mekke’de esir olarak kaldığı günlerde başından geçen olaylardan zikretmiş olduğumuz üzüm yeme hâdisesi delâlet ediyor ki; her peygambere ait bir mucizenin olması nasıl mümkün ise, aralarında temel fark bulunmakla birlikte her veliye âit bir kerametin olması da cazdır. O fark da şudur ki; Peygamber mucizesi, peygamberlik iddiası ve herkese meydan okumakla birlikte olur. Ama evliyanın ve Salih kişilerin kerameti ise, meydan okuma türünden herhangi bir durum bulunmadan, yalnızca bir lütuf olarak gelir. Ehl-i Sünnet ve’1-Cemâatın üzerinde ittifak ettiği görüş budur. Yüce Allah’ın Hubeyb’e, şehid edilmeden önce ikram buyurduğu bu kerametten ötürü, bu husus üzerinde fazlaca delil beyân etmekten kaçınıyorum. Çünkü bu olay, görüldüğü gibi, Buhâri ve diğerlerinin rivayet ettiği sahih hadisle sabittir..!
7- Bazıları şöyle sorabilirler: Yalnızca Allah’ın ve peygamberinin emrine uyarak yolan çıkan bu genç mü’minlere zulüm ve hıyanet elinin uzanmasındaki hikmet nedir? Allah onlara düşmanlarını altetmek için güç veremez miydi?
Cevab: Birçok defalar belirtmiştik ki; Yüce Allah kullarına iki şeyi gerçekleştirmeyi emretmiştir: Bunlardan biri, îslâm toplumunu kurmak, diğeri ise zillete düşmeksizin dikenli yolda buna doğru koşmaktır. Bunun hikmeti de, insanın Allah’a karşı kulluğunun tahakkuk etmesi, sadıkların münafıklardan ayrılması, Allah’ın onlardan şahidler edinmesi, Allah ile mü’mln kullar arasında cereyan eden ve Yüce Allah’ın şu âyetinde: -Allah yolunda savaşıp, düşmanları öldüren ve öldürülen mü’minlerin canlarını ve mallarını Allah Cennet karşılığında satın almıştır…[6][55]» açıkladığı sözleşmenin pratik anlamının ortaya çıkmasıdır. îçinde bulunanların hepsi gerçekleşemeyecek bir vehimden ibaret olsa bile, bu sözleşme senedinin altına imza atmak için hangi mânâ geri kalıyor? Bilâkis bu imza için o vakit hangi kıymet geri kalıyor ki, o imzanın sahibi onunla Cen-net’i ve ebedî mutluluğu kazansın. Çünkü bu sözleşme dehşet verici bir sözleşmedir… Yeryüzünün doğusunda ve batısında kendilerini “müslüman” sanan şu insanlar, yerlerinde oturmuş, Allah’ın ilahlığını yeryüzüne egemen kılmak ve Rabblığın yetkilerini ve özelliklerini gaspeden tağutları kulların hayatından defetmek için cihad etmiyorlar… Öldürmüyorlar… Öldürülmüyorlar… Bırakın öldürmeyi ve savaşmayı, herhangi bir cihad hareketine dahi başvurmuyorlar.[7]
Temeldeki problem, ancak şu dünya hayatına gerçek değerinden daha çok ve gereken öneminden daha fazla önem veren; buna karşılık âhiret hayatıyla alâkası daha az olan kişilerin kafasında dönüp dolaşıyor, tşte bu Allah’a imanın yokluğunun işaretidir. Bu gibi insanlardan can ve mal ile tehlikelere atılmaları beklenemez. Gerçek mü’minlere gelince; onlarda temelden bu problem tasavvur dışıdır. Çünkü onlar kesinlikle inanıyorlar ki, şu dünya hayatının lezzeti, bir Müslümam kendisiyle Allah’a yaklaştığı en küçük bir tâatı yerine getirmesini önlemesi kadar önemli değil. Yine onlar kesinlikle inanıyorlar ki; ruhu feda etmek, şu dünya zindanından kurtulup, âhiret ni’metleVine kavuşmaktan başka birşey değildir. Âhiret ni’raetleri bir gayeden dolayı veriliyor ki, o gaye bir Müslümanm yaşadığı hayatta tek umududur.
Bu şuur Hubeyb’in şehid edildiği sırada söylediği beyitlerde, hele özellikle son beyitte en açık bir şekliyle ortaya çıkıyor. O şöyle diyor:
«Korkaklık göstererek ve çekinerek düşmana
Boyun eğmem aslat benim dönüşüm Allah’a olduktan sonra.» [8][56]
[1][50] Buhâri: 5/43.
[2][51] Bkz.: tbn Hişâm, es-Siyre: 2/173. Kunut hadîsi ile Resûlullah’ın Süleym kabilelerine bedduasını, BuhârI İle Müslim rivayet etmiştir.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 266-267.
[3][52] Bak: Muğnl’l-Muhtâc: 4/239.
[4][53] Bkz.: er-Remli, Nihâyetü’l-Muhtâc: 8/78.
[5][54] Bu hadisi Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.
[6][55] Tevbe sûresi, âyet: 111.
[7] Fizilal kuran Tevbe suresi 111
[8][56] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 267-271.