Bu Vasiyetin İlk Bendi Neydi? | Siyer Programı – 64. Bölüm
Bu Vasiyetin İlk Bendi Neydi?
(İlk sunulan ve üzerinde durulan prensip).
Sübhânallah! Ne müthiş, ne kadar gönül burkucu! Şu sebepten ki; Resûlullah daha o kutlu vasiyetlerini sunduğu an âdeta gün olup gelecek nesillerin, nasıl da bazı saptırıcıların ardından yürüyerek, (zamanın ve zeminin de ayak kaydıran etkisine mâruz kaT larak) şu an önlerine tuttuğu bu ışığı kaybedeceklerini görerek konuşuyordu :
İşte o ilk düstûr ve dikkat çekilen husus; «însanlar! Kanlarınız ve mallarınız birbirinize, tâ Rabbınıza kavuşuncaya kadar haramdır. Tıpkı bu günün, tıpkı bu ayın haram ve yasaklığı gibi». Ve bu tavsiyeyi hutbenin bitiminde bir daha tekrar edecek, buna son derece dikkat ve riâyet gerektiğini vurgulayacaktır.
«Bilirsiniz ki bütün müslümanlar birbirinin kardeşleridirler. Ya-
ni müslümanlar kardeştir. Bir kardeşin hiçbir şeyi de, gönül ması olmadan öbürüne helâl olmaz. Dikkat edin, kendi kendinize zulm etmeyin!.. Peki, tebliğ ettim mi?
Ve biz (asırlar sonra da) cevab veririz. Evet, vallahi tebliğ ettin, ey Efendimiz. Ve umarız ki, sana bu noktadan cevab vermek lüzumludur. «Tabii tebliğ ettin» diye. Ve ne yazık ki biz mes’ûliyetiml-zi senden tam olarak öğrendiğimiz halde, onun hakkını vermekte son derece kusurluyuz.
İkinci betide gelince Bu sırf bir tavsiye değil, bütün insanların huzurunda ilân edilen kesin bir karar ve emirnamedir. Hem o an çevreleyip dinleyenlere, hem de gelecek ümmetine toptan.
İşte o kararın ifadesi:
Dikkat edin! Câhiliyye (İslâm öncesi veya sonrası, insan uyduruğu) den kalan her âdet (inanış, davranış) mülgadır, tptâl edilmiş olup ayağımın altındadır!.. Kan dâvası olarak veya faiz olarak ne varsa iptal edilmiştir».
Bu kararda ifadesini bulan anlam nedir?
O anlatıyor, açıklıyor işte: Câhiliyyede benimsenen ve uyulan kavmiyetçilik ve kabilecilik; dil, renk ve ırk ayrımı; İnsanları öz kardeşinden ayıran zulüm ve faizcilik… Bütün bunlar iptal edilmiş, hükümsüz kalmıştır. Bugün artık kokuşmuş bir leştir ki, onun çekilip yok olması, dünyanın göbeğinde İslâm şeriatının zuhuru ile gerçekleşmiş ve tabiî yeri de islâm hayatı sürdükçe, onun ayaklarının altı olacak. Çünkü küfür ve câhiliyye necistir temizlenir, körlüktür giderilir, sapıklıktır yıkılır…
Peki şimdi, bütün bunlardan sonra, toprağa gömülü bu İaşeyi kim çıkarıp bağrına basar? Hangi normal akıl sahibi bunca arınıp durulduktan sonra tekrar bu pislikle boğuşmaya kalkar? Hangi boyun, kırılıp atılan bu boyunduruğa tekrar tâlib olur, kalkıp yeniden tamir eder, bugün de onunla işe koşulur?…
Bu câhiliyye, taklit ve pisliklerini, Resûlullah (s.a.v.) insandan uzaklaştırdı. İnsanın yolunu temizleyip, ona fikrî tekâmülün ve medeniyetin yolunu açtı. Ve tabiî, bunların ayağı altında ezilen bayağı ve zararlı şeyler olduğunu ilân etti. Böylece tüm dünya her asır ve çağ, her insan toplum ve soyu şunu kavrasın: tslâm’ın dışında, kim bir terâkki, fikrî tekâmül ve dayanak ararsa, muhakkak görülen bu çağ dışı ilkelere ve kokmuş leşlere varacaktır. Tarihin karanlıklarına gömülen o kadavralara, taş ve putlara çıkacakttır eller. Kim îslâm nizamı dışında yükseleceğini savunursa bu leş kuyularının dibine batar! [1][16]
Üçüncü Bend (Evrensel İlke):
Resûlullah (s.a.v.î, orada, ayların adlarının tanzimine göre zamanın mutabakatını ilân etti. Çünkü câhiliyye döneminde de, tslâm döneminin başlarında da Araplar hep bu aylarla oynayıp durmuşlardı. Mücâhid ve ötekilerinin naklettiğine göre, onlar haccı her sene kendi tâyin ettikleri bir ayda yapıyorlardı, tki yü Zilhicce’de haccederlerse meselâ, iki yıl da Muharrem ayında yaparlardı. Bu yıl Resûlullah (s.a.v.) haccedince – tam Zilhicce’ye rastlamıştı. O da ilân etti ki; Allah’ın, yeri-göğü yarattığı gün, zaman dilimleri nasıl idiyse, ona uygun hale dönüp vardı!.. Yâni, artık kimse ayların yerini değiştirmek gibi bir oyuna giremiyecek. Bundan böyle de artık sadece Zilhicce ayında hacc olabilecek başka değil.
Bazı nakillere göre müşrikler, bir yılı on iki ay ve on beş gün sayıyorlardı. Bu durumda hac, Ramazan’da da, Şevval’de de, Zll-kade’de de olabiliyordu. Yâni senenin her ayında. Bu aylarda devir ise, on beş günlük fazlalıktan geliyordu. Bu yüzden de, Hz. Ebû Bekir’in dokuzuncu yılda haccı Zilkade ayma rastlamıştı. Sonraki yıl gelince, Resûlullah hacca niyetlendi. Bu Zilhicce’nin onuna denk geldiği gibi hilâlin devreleri de tam denk gelmişti. Bunun üzerine Resûlullah /s.a.v.) eski takvimin ve zaman ayarının lâğvedildiğini ilân etti. Bir yıl da sadece on iki aydan ibaret sayıldı. Bu yıldan sonra artık hiç müdahale olmadı… Kurtubi der ki: Bu görüş, Resû-lullah’m şu sözünü andırır-. «Zaman devretti». Yâni hac vakti, aslî vaktine döndü, Allah’ın âlemi yaratırken koyduğu zaman ölçüsüne… yâni meşru olan haline ki, malûmatı yukarıda geçti.[2][17]
Dördüncü Bend
Resûlullah, kadınlara karşı hayır tavsiyede bulunuyor. Ve bunu özlü ama kuşatıcı ifadelerle te’kid ediyor. Câhiliyyede kadına zulmeden yöntemler uygulandığım bildiriyor. Kadının hak ve yetkilerini, insanlık alemindeki şerefli yerini şeriatın koyduğu ahkâm ile belirliyor. Halbuki o günün cemiyetlerinde, bunu bu derece açık ve icesin söylemek çok güçtü Ama o önemle üzerinde duruyordu. Çünkü, o günün müslümanı, henüz, kadına hiçbir insani hak tanımayan, meşakkatte ortak ama yetkide aşağı, üstelik zevk âleti bir metâ olarak telâkki eden bir toplum yapısından kopup gelmişlerdi. Bu vaslyyet ve titizlikte ikinci bir hikmet de şu olsa gerek: Müslümanlar hangi devirde ve durumda olursa olsun kadının şeref ve haysiyetiyle, ona îslâm şeriatının tanıdığı tabiî hak ve yetkileri çok iyi tâyin ve tefrik etmeliydiler. Kadından istifadeyi ve eğlenmeyi mubah sayanların, islâm’ın savaş açtığı tutumlarından ötürü, islâm’a savaş açtıklarım da bilmeliydiler. [3][18]
Beşinci Bend
Hayatlarına engel olan her müşkile karşı koyacak üçüncüsü olmayan iki kaynak koydu müslümanların önüne. Onlara tutunan için iman var. Sapıklıktan ve isyandan tam bir güvenlik. Bunlar Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün Sünnetiydi. Zaten biz de her devirde ve her toplumda, bütün hak ve sorumlulukların kaynak ve dayanağı cla-geldiklerini görüyoruz. Hiçbir asırda da farklı durum yoktur. Bu esaslara tutunmanın değiştiği veya geriledeği bir dönem yok. Artık, bu tavrı ve teamülü bozacak hiçbir yeni tedbir, bir medeniyet, örf-âdet ya da mütegallibe düşünülemez. [4][19]
Altıncı Bendi
Burada da, Aleyhissalâtü vesselam efendimiz; hâkim ile mahkûm, Halife ile tebaası arasındaki alâkanın nasıl olmak gerektiğini açıklıyor: Halk için, dinleyip itaat etmek; reisin soyu, işi, rengi ve şekli ne olursa olsun. Allah’ın kitabı ve Resulünün sünneti ile hükmettikçe onlar önemsiz…
Onlar tecâvüz ettiği zaman ise, hâkim kim olursa olsun, itaat de, dinleme de yok! Demek, hükmü elde tutana itaat onun kitab ve sünnete itaat ve bağlılığına göredir. Aksi halde, kitabta ve sünnette dayanak bulamaz. Kendisi o iki düstura bağlı ise artık siyah köle olması v.s. hiçbir şey ifade etmez. Onun bu özellikleri başkalarından asla ayırmaz, Allah indinde…
Yine Resûlullah (s.a.v.) bununla bize şunu da anlatmış oluyor ki; Allah’ın Kitabı ve Nebİ’sinin sünnetinin sınırları ötesinde hiçbir hâkimin imtiyaz ve yetkisi yoktur. Ve aynı zamanda İslam usûlü ve hükmü üstünde görünmeye de hâkimlerin salâhiyeti olamaz. Zira gerçek anlamda kişiler asla hâkim değildir. O, yetkisini çıkarına da hiç kullanmaz. O ancak ve ancak, müslümanlara, Allah’ın hükmünü uygulamada güvenlik kişi telâkki edilmiştir, o kadar!..
Yine buradan anlaşılır ki, îslâm şeriatı asla, dokunulmazlık, ya da imtiyazlı sınıf veya müslümanlar arasında, hükümde, kanun koyma veya icra etme işlerinde ayırım veya tercih fikrini telkin etmez.
Ve nihayet; Resûlullah, İslâm’ı tebliğ ve ona da’vet sorumluluğunu hakkıyla ifâ ettiğinin şuûrundadır. îşte de İslâm yayılmıştır. İşte de câhiliyyet ve şirk bulutları dağılmıştır, işte de İslam’ın ilâhi şeriatı ve ahkâmı öğretilmiştir. Bunun isbatı da o anda Resulüne inen ilâhi kelâmdır. Ve bütün insanlığa fermandır.
«Bugün dininizi size tamlaştırdım, ni’metimi de bütünleştirdim, Din olarak da (Nizam ve hayat tarzı) İslâm’ı seçtim size[5][20]».
Fakat Resûlullah, yarın kıyamet günü kendilerine sorulunca ümmetinin Allah huzurunda bu konuda şehadet edeceklerinden de emin olmak istiyor, vasiyetinin sonunda. Nitekim sözcüsüne sorduruyor bu hususu:
«Size benden sorulacak. Peki ne diyeceksiniz?»
Çevresinden büyük kitlenin sesi yükseliyor tabiî: «Biz, senin tebliğ ettiğine ve vazifeni edâ edip, bize hakkı tavsiye ettiğine şâ-hidlik edeceğiz». Artık buna itminan getirince yüce Resul (s.a.v.) : Yarın Rabb-i Celil’ine takdim edeceği bu şehadeti tevsik etmek istiyordu. O yüce Resul buna emin olmuştu. Onun için de yüzünde ve gözlerinde memnuniyet parıldıyordu. Yücelere dikti gözlerini ve şehadet parmağını da göğe kaldırarak, insanlara da bakarak şöyle bağladı sözünü:
«Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab!..»
O ne büyük saadetti! Bu, gençliğini geçirip, ömrünü ae sânı yüce Rabbinin şeriatını neşir uğruna bitiren Resûlullah (s.a.v.)’m saadetiydi… Ortaya koyduğu cehd ve gayret, feda ettiği Ömrün mahsûlünü gördüğü andı bu. Allah’ın birliğini terennüm için yükselen ve yankılanan ses, dini için yere konan ve secde izi taşıyan alın, Allah sevgisiyle çarpan ve çırpınan kalbin erdikleri, gördükleridir. Allah’ın sevgilisi için bu ne yüce saadettir. Çöllerdeki bitmez yol-culuklardaki muhacirin susuzluğu, en bayağı işkencelere katlanmış ve sonunda Allah’ın arzında bu iman çatısını kurmuş olmanın hâtırasından doğan saadet!.. Sevinç ve saadetle gözlerini sürmelemek, hakkındır. Artık şu an kalbinin hamd, neş’e ve sürürdür ödevi, Bu ödev mübarek olsun sana!.. ‘
Hayır, vallahi; sadece şu an seni çevreleyen yüzbinler değil, bu gerçeğin şahidi, ey efendim Resûlullah! Fakat her asırda, her dönemde süregelen ve yeryüzüne mirasçı olan ümmetinin bütün nesilleri lisân-ı hâl ile olsun buna şâhiddir. Şâhidlik ediyor: «Biz de şahidiz yâ Resûlâllah! Gerçekten en güzel tebliği yaptın. En üstün öğü-tü sen verdin. Allah ümmetinden yana en hayırlı, en ustun mükafatını versin…»
Ama, senden sonra bu ağır yük, da’vet sorumluluğu bizim boynumuza yüklendi. Halbuki şu gün biz bunun hakkını vermekten ne kadar uzağız!.. Yarın seninle yüzyüze gelince bu yüzden ne kadar mahcûb olacağız. Bizim hâlimiz, seni çevreleyen sahâbeninkiyle kıyas kabul etmez. Biz bu dünyanın aldatıcı renklerine ulaşmak için koşarken da’vetten gafil oluyor ve o derece ağır alıyoruz. Halbuki onlar, seni dinlerken, o mübarek insanlar bedenlerinde şehadet kanı dolaşıyor. Elleri, o yolda cihad ederken döktükleri kanla boyalı. Dünya ise onlar için; sadece senin şeriatının zaferi ve da’vetinin sürmesi, cihadın omuzlanması için çiğnenen bir topraktır!
Allah bizi ve bütün müslümanlan adam eyleye. Bizi dünya sarhoşluğu, heva ve heves budalalığından uyara. Bize lûtf u keremi ve cömertliği ile muamele ede. Âmin.
Resûlullah (s.a.v.î haccını tamamladı. Zemzem suyundan kona kana içti. Halka hareket tarzlarını öğretti. Ve artık çevresi ile birlikte Medine’ye döndü. Tekrar, Allah yolunda, bitişi olmayan cihad ödevinin başına, Allah yolunda sürekli mücadelenin başına… [6][21]