sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

CİHADIN MAHİYETİ 2

A+
A-

Hamd Alemlerin Rabbi Rahman ve Rahim Din gününün sahibi olan Allah (c.c)’a mahsustur. Salat ve selam Alemlere Rahmet olarak gönderilen mahlukatın ekmeli ve önderi kendisine tabi olunmadığı müddetçe kurtuluşun mümkün olmadığı Hz. Muhammed sav’e aline ashabına ve onları takip edenlerin üzerine olsun .

Hz. Ali (ra) ‘nin dediği gibi bir mümin için hayat” İMAN VE CİHATTIR.” Evet bir mümin için hayatın gayesi Allahtan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed sav’in Allah’ın kulu ve rasulü olduğuna  iman etmek ve Allahın mülkünde Allahc.c ile hudud yarışına kalkarak ilahlık taslayanlarla mücadele etmektir. Zira Allah c.c insanı yeryüzünde halifesi olarak yaratmıştır.

İslâmiyet’e göre cihad, bize harp açanlara (el-Bakara, 2/190) verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara (et-Tevbe, 9/12-13), Allah’a ve ahiret gününe inanmayarak, Allah ve Peygamberin haram kıldığı şeyleri haram kabul etmeyenlere karşı (et-Tevbe, 9/29), yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah’ın dinini hâkim kılmak (el-Bakara 2/19) gayesi ile meşrû kılınmıştır.

Müslümanlar savaş için düşman memleketine girip bir şehri veya bir kaleyi muhasara ettikleri zaman, önce onları İslâm’a davet ederler. Kabul ederlerse kendileriyle savaşmazlar. Şayet İslâm’ı kabul etmezlerse İslâm devletine cizye vergisi vermesini isterler. Verirlerse mal ve can güvenliğini elde ederler. Bunu da kabul etmezlerse geriye savaşmak kalır.

Bu durumda cihad için şu şartlar gerekir:

a- Düşman, İslam’a girmeleri için yapılan çağrıyı yahut cizye vermeyi reddetmiş olmalıdır.

b- Müslümanlarla düşman arasında herhangi bir anlaşma sözkonusu olmamaktır.

c- Müslümanlarda cihad için gerekli askerî güç siyasî otorite bulunmalıdır.

Bütün bu hususlar bir araya geldiğinde cihadın farziyeti gerçekleşir. Barış, İslam devleti için uygun olduğu zaman yapılabilir. Düşmana hiç bir şekilde silâh vb. savunma vasıtası satılamaz. Bir müslüman topluluğu kâfirlere emân verirse, bunlarla, yeryüzünde fesat çıkarma ve İslâm’a saldırma durumu hariç, savaşılmaz. Cihad, bizzat sıcak bir savaş olacağı gibi normal şartlarda mal, dil ve kalple de yapılabilir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Müminler Allah ve Rasûlüne iman ederler, sonra da şüpheye düşmezler. Hak yolunda malları ve canları ile cihad ederler. İşte sadakat sahibi kimseler bunlardır” (el-Hucûrât, 49/15)

Seyyid Kutub: “İman; Allah’ı ve Resulullah’ı sözlerinde doğrulamaktır. Bu öyle bir doğrulamaktır ki; içine hiçbir şüphe ve kuşku karışmaz. Sarsılmayan, kararsızlık kabul etmeyen, duygu ve heveslerin sesinin duyulmadığı kalbin ve hislerin tereddüt duymadığı yerleşik, değişmez ve güven verici bir doğrulamadır bu iman… Mal ve can ile Allah yolunda cihadın kaynaklandığı bir imandır bu… Bir kalp bu imanın tadını tattığı ve onda huzur duyup da o iman üzerinde değişmeden kaldığı zaman, kalbin dışında, hayat sahnesinde, insanların dünyasında o imanın gerçek karekterini hayata geçirmek için mutlaka bir atılım olması kaçınılmazdır. İnsan bu durumda, içinde hissettiği gerçek iman ile, dışardan kendini çevreleyen gelişmeler ve hayatın akışı arasında bir birlik kurmayı isteyecektir. Ve hissindeki iman şekli ile çevresindeki gerçek şekil arasında bir ayırıma asla sabredemeyecektir. Çünkü bu ayrılık, sürekli onu rahatsız edecek ve içinde çatışmaya yol açacaktır. Ve dolayısı ile, bu noktadan, Allah yolunda malı ile ve canı ile cihada atılma aslında mü’minin içinden fışkıran kişisel bir atılımdır. Mü’min cihadı ile, kalbinde yaşattığı parlak şekili hayat sahnesinde ve insanların arasında da uygulanmış görmek için gerçekleştirmek ister. Şu halde mü’min ile, çevresindeki cahiliyet hayatı arasındaki çatışma özünde kaynaklanır. Müslümanın iman düşüncesi ile mü’minin karşılaştığı pratik gerçek arasındaki çifte standartlı hayata tahammül edememesinden kaynaklanır. Ve yine, bu çatışma, mü’minin eksik, kötü ve sapık olan pratik hayat uğruna, kendi doğru, mükemmel iman düşüncesinden taviz vermemesinden kaynaklanır. O halde bir mü’minle kendisini çevreleyen cahiliyet arasında bu cahiliyet iman düşüncesine ve imani hayata boyun eğinceye kadar savaş olması kaçınılmazdır.

“İşte iman sözlerinde doğru olanlar onlardır.”

İşte onlar inançlarında sadık olanların ta kendileridir. İşte onlar kendilerinin mü’min olduklarını söylerken doğru söyleyenlerin ta kendileridir. Bu duygular kalpte yer etmedikçe, bu duyguların izi gerçek hayatta uygulanmadıkça, iman gerçekleşmiş olmaz. İnançta doğruluktan ve inancın olduğu iddiasından söz edilemez.

Bu ayette söz arası olarak gelmiş olan şu ifade üzerinde bir nebze duralım: “Gerçek mü’minler ancak Allah’a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır İşte iman sözlerinde doğru olanlar onlardır.” Bu ifade sadece gelişigüzel söylenmiş bir ifade değildir. Bu ifade, gerçekçi ve psikolojik bir deneyime parmak basmakta ve insanın nefsine hatta imandan sonra meydana gelen aksaklığı tedavi eden bir ifadedir. “Sonra asla şüpheye düşmeyen.” Bu ara cümle tıpkı “Şüphesiz Rabbim Allah’tır deyip sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin…” (Fussilet Suresi, 30) ayetindeki ara cümlenin benzeridir. Birinci ayette, “şüpheye düşmemek” ikinci ayette ise Rabb’imiz Allah’tır deyip de sonra da “dosdoğru yürümek”, mü’min olan bir kimsenin acı tecrübelerin ve şiddetli imtihanların etkisi ile bazen şüpheye düşüp sarsıntı duyabileceğine işaret etmektedir. Bir mü’min hayatında kendisini titreten zorluklara, sarsan musibetlere çarpabilir. İşte bütün bu engeller karşısında kararlı kalıp sarsılmayan, yüce Allah’a güvenip şüpheye düşmeyen dosdoğru olan ve yüce Allah ile bağlarını koparmayan kimse Allah katında böyle bir dereceyi hak eder.

Ayetin ifadesinin bu şekilde gelmesi, yolun kaygan noktaları ve yolculuğun tehlikeleri hakkında mü’min kalplerin dikkatlerini çekmektedir. Bundan hedef ise mü’minlerin işlerini sıkı tutmalarını, ölçülü ve dürüst olmalarını sağlamak ve ufuk belirsizleşip de hava iyice karardığı ve fırtına ve rüzgarlarla karşılaştığı zaman şüpheye düşmemesini temin etmektir.”

Şu kıssa bize bu durumu izah eder mahiyettedir: “ Sad Bin Ebi Vakkas komutasında İslam Ordusu, Medainin Fethi için yola çıkmıştı. Ordu Dicle nehrinin kıyısına kadar geldi. Dicle nehri, bahar mevsiminden dolayı delirmiş gibiydi. Fetih için Ordunun karşıya geçmesi gerekiyor fakat Dicle nehri buna müsaade etmiyordu. Karşıya geçmek için ne bir sal, ne bir köprü, ne de Dicle’nin sığ bir yeri vardı. Komutan Sad bölgeyi iyi bilmesi hasebiyle Selmanı Farisi’yi çağırdı. Belki Selman karşıya geçecek bir yol bilir ve bu konuda onlara ön ayak olur umuduyla. Selman niçin çağrıldığını anlamıştı, fakat ne köprü, ne sığ bir yer ne de karşıya geçmek için yolla alakalı bir şey söylemedi. Sadece şöyle dedi; “ Ey Sad bu din yeni bir dindir.” Selman böyle söyleyince Sad atını delirmiş olan Dicle’nin üzerine sürdü! Ve İslam ordusu da onunla beraber nehrin içine daldılar. Ve ALLAH(C.C)’ın izni ile ordunun tamamı karşıya geçti ve medain feth edildi.

“ Ey Sad bu din yeni bir dindir.” Acaba Selman ne söyledi ve Sad bundan ne anladı? Peygamber’in incelik, letafet ve ilim çeşmesinden beslendikleri için sahabe, az sözle çok şey anlatır ve az sözden çok şey anlardı. Bir tarafta ilim aşığı Selman, diğer tarafta cihad aşığı Sad…

Selman; “Ey Sad bu din yeni bin dindir.” Sen istesen de istemesen de, sen olsan da olmasan da seninle veya sensiz bu din dünyanın tamamına hakim olacaktır. Öyleyse bu din adına aldığın görevin hakkını ver. Küçücük bir engel seni karamsarlığa, umutsuzluğa ve gevşekliğe itmesin. ALLAH(C.C)’ın izni ile sür atını, göreceksin ALLAH(C.C) seni yardımsız bırakmayacaktır. (HASAN ENNEDVİ)

Evet, o gün bu din nasıl yeni bir din idiyse, bugünde bu din yeni bir dindir. Batılın sapık sistem ve çarpık ideolojileriyle, o gün nasıl savaş halinde olmuşsa bugünde aynı savaş ve mücadele devam etmektedir. İstesen de istemesen de, olsan da olmasan da, sen veya sensiz bu din yine Hâkim konumuna geçecektir. Öyleyse bu dinin hakkını ver! Mücadele ve gayret ile davet ve tebliğ ile itaat ve ibadet ile… Aldığın görev ve sorumluluğun hakkını ver. ALLAH(C.C)’a  verdiğin sözün, sapıklıktan sonra hidayetin, zilletten sonra izzetin hakkını ver!!!

 

Allah .c.c en üstün suret ve şekilde yarttığı, tüm kainatı kendisin boyun eğdirdiği insana dininin yardımcısı olmayı emretmektedir. “Ey iman edenler, Allah’ın yardımcıları olun; Meryem oğlu İsa’nın havarilere:(19) “Allah’a (yönelirken) benim yardımcılarım kimlerdir?” demesi gibi. Havariler de demişlerdi ki: “Allah’ın yardımcıları(20) bizleriz.” (saf 14)

Mevdudi r.a: “Bu son safhada, Kur’an, insanları Allah’ın dinine çağıran ve O’nun dininin küfre karşı galip gelmesi için uğraşan kimseleri, “Allah’ın yardımcıları” (Ensarullah) olarak nitelemiştir. (Daha önce Ali İmran: 52, Hac: 40, Muhammed:7 Hadid: 25 ve Haşr: 84, Muhammed an: 12, Hadid an: 47, Ayrıca Muhammed an: 9’da bu kelime başka bir yönüyle izah edilmiştir. Ancak buna rağmen bazı kimselerin zihninde, “Allah herşeye Kadir’dir ve tüm mahlukattan müstağnidir. O, kimseye muhtaç değildir ama herkes O’na muhtaçtır. O halde bir kul Allah’a nasıl ve ne şekilde yardım edebilir?” gibi bir soru akla gelebilir. Bu sorunun cevabı şöyle verilebilir:
Bu kimselere, “Ensarullah” (Allah’ın yardımcıları) denmesinin nedeni, Alemlerin Rabbi olan Allah’ın bir kimseye muhtaç olmasından ötürü değildir. Allah, insanlara dünyada iman-küfür, itaat-isyan konusunda seçme hürriyeti vermiştir. O, insanları kendi gücüyle mümin ya da kafir olmaya zorlamaz.
Fakat O, bu gayeyle insanlara yol göstermesi, telkin ve tebliğde bulunması için peygamberler göndermiş, kitaplar inzal etmiştir. Bu tebliğ ve telkini kendi iradesiyle kabul eden kimse mümindir. Fiilen tabi olduğunda da, müslim, kanit ve abiddir. Allah’tan ittika ederek yaşarsa muttaki, hayır için yarışırsa muhsin, bununla kalmayarak bu tebliğ ve talimi yaymaya, insanları ıslaha çalışır, küfür ve fısk yerine sadece Allah’a itaate dayanan bir nizam kurmak için uğraşırsa Ensarullah’tır. Allah, yukarıdaki ayette de açıkça beyan ettiği gibi, bu kimseleri kendisine yardımcı olanlar şeklinde nitelemiştir. İşte bu ifadeyle kastolunan budur. Şayet asıl maksat, Allah’a değil, Allah’ın dinine yardım etmek olsaydı, “Ensarullah” yerine “Ensaru dinillah”, “Yensurullah” yerine “Yensuru dinellah” ve “in tensurullah” yerine de “İn tensuru dinellah” denilmesi lazım gelirdi.
Ancak görüldüğü gibi, Allah Teâlâ sürekli olarak bu ifadeyi kullanmış olduğundan, Allah’a yardımın kastedildiği açıkça anlaşılmaktadır. Fakat bunun anlamı, bu kimselerin Allah’ın bir ihtiyacını giderdikleri ve Allah’ın bizzat kendi gücüyle (cebir) olmayıp, peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla olmasını dilediği bir işe iştirak ettiklerinden ötürü, kendilerine Allah’ın yardımcıları denmiştir.”

Hz. Peygamber (s.a.s.) ise: “Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad ediniz” Allah benden evvel hiç bir ümmete bir nebi göndermemiştir ki, ümmet içinde kendisine yardımcı olan havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun. Sonra bunları bir nesil takip eder. Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar. Bunlarla eli ile fiilen mücadele eden mümindir, dili ile mücadele eden mümindir kalbi ile mücahede eden mümindir. Bunun dışında kalanların hardal tanesi kadar da olsa imanları yoktur” (Müslim, İman 20); “Şüphesiz ki mümin kılıcı ve dili ile cihad eder” (İbn Hanbel, VI, 387), buyurmuşlardır.
“ Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz oda size yardım eder ve ayaklarınızı dini üzere sabit kılar” (Muhammed 7)  Bu dinin hakimiyeti için çalışmaya insanın kendisi muhtaçtır. Allahın dini mutlaka galip gelecektir. Ne mutlu bu galibiyetten nasibini alanlara.

Velhamdulillahirabbilalemin

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.