sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

DANIŞMA İLKESİ

18.04.2019
788
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hikmetlerinin emsalsizliği akılları mağlup eden, delillerinin inceliği düşünceleri yenen, sanatındaki dehşet ve harikası inkârcılara mazeret bırakmayan ve delillerinin dilleri kâinatın kulaklarına ‘’ Allahtan başka hiç bir ilah yoktur’’ diye haykıran Allah’a hamdolsun. Salat ve selam da Efendimiz, Önderimiz ve Rehberimiz olan Hz. Muhammed(sav) ‘e, a’line, ashabına ve onun izinden giden ümmetine olsun.

 O Allah ki onun kendisine denk olabilecek ne bir dengi ne kendisine benzeyecek bir benzeri ne de yardımcı olacak bir ortağı vardır. O, kahredici gücü karşısında zorbaların boyun eğdiği bir Cebbardır. O, izzet ve şerefi karşısında haşmetli Kralların zelil düştüğü, heybeti karşısında bütün heybet sahiplerinin korkup boyun eğdiği ve yarattıklarının hepsinin, ister istemez kendisine itaatte teslim olduğu bir Aziz’dir.  İste Aziz ve Celil olan Allah, bu hususta şöyle buyurmuştur : ‘’Göklerde ve yerde olanlar, ister istemez Allah’a boyun eğerler. Gölgeleri de sabah akşam Allah’a boyun eğerler. [ Rad S. – 15 ] .Allah öyle bir Allah’tır ki, her varlık onun birliğine davet eder. Her hisseden şey, onun varlığını gösterir. Çünkü o, mevcudata ve hissedilen şeylere sanatının damgasını vurmuştur.

Bugün, dininizi kemale erdirip üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Din olarak da size İslam’ı seçtim. Maide 3

DANIŞMA İLKESİ

İslâm dini şurâ usülü prensibini ortaya koymuş, kabullenmiştir. Allah (cc) şöyle buyurur: “…ki bunların işleri aralarında meşveret iledir. ( Şura 38 )”,  “ İş hususunda onlarla müşâvere et. ( Al-I İmran 159 ) ” Danışma usülünün kabul ve benimsenmesi, toplumun içinde bulunduğu durumun tabii bir sonucu da değildir. Araplar büyük bir cehalet, son derece gerilik ve ictimai bir düşüklük içinde bulunuyorlardı. İslâm dininin bu danışma usülünü kabul etmesinin nedeni , her şeyden önce, zaman zaman değişiklik veya tebdile uğramayı reddeden, sürekli, tam bir din ve hukuk sistemi oluşunun icabıdır. Çünkü danışma usülünün tatbiki cemiyet seviyesinin yükselmesine, umumi meseleler üzerinde düşünüp onlara önem vermeye yol açar. Milletin geleceğini yepyeni bir bakış ve değerlendirmeye tâbi tutar. Dolaylı da olsa halkın yönetime katılmasına imkân verir. Devlet idarecilerinin halk tarafından doğrudan doğruya ve dolaylı kontrölünü sağlar. Şu halde

“İslâm’ın kemâle ermesi, toplumun sevk ve idare seviyesinin yükseltilmesi için şürâ usülü kabul edilmiştir.’’

Şürâ usülü ile ilgili yukarıdaki iki hükmün son derece genel mahiyette ve esneklik arzettiği meydandadır. Gelecekte değiştirilip tebdil edilmelerine lüzüm yoktur. Bu durum da İslâm’ın değişiklik ve tebdili kabul etmemesi, fikrini açıklamaktadır.

Bu itibarla İslâm hukuku danışma usülünü genel bir ilke olarak tespit eylemiş, uygulaması için gerekli kuralların çoğunun tesbitini yetkili makamlara, yöneticilere bırakmıştır. Çünkü bu kurallar, yer, zaman ve toplumlara göre değişmekte, değişebilmektedir. Yetkili makamlar, dolaylı veya dolaysız usüller ile farazâ, ailenin, aşiretlerin, grupların başkanları vasıtasıyla, yahut belirli vasıfları taşıyan yurttaşlardan halkın görüşünün ne merkezde olduğunu öğre- nebilirler. Toplumun görüş ve temâyülünü öğrenmek hususunda cemiyet ve âmme menfaatına zarar vermeden, zarara zararla mukabelede bulunmama şartı ile, daha iyi görülen en iyi metot izlenebilir.

Danışma usülünün uygulanmasına has temel kurallar azdır. Bunların teferruatla ilgili yönlerinin açıklanması, hükümlerinin konulması yetkililere bırakılmışsa da asıl kuralları İslâm açıklamış olup, bunu idarecilere bırakmamıştır. Bu temel kurallar da danışma usülünün temel hükmü gibi değişiklik ve tebdil kabul etmez. Çünkü hakkında özel hükümler gelmiştir. Hakkında Kur’ân veya Sünnette hüküm bulunan konuda naslar değiştirilip tebdil edilemez. İslâm”ın bir temel prensibi şudur: ““Mevrid-i nasda ictihada mesağ yoktur.( Mecelle 14 Md.) Hukuki bir hükmün bulunduğu yerde ictihatta bulunulamaz.

Şürâ usülünün uygulanmasında İslâm’ın, izlenmesini gerekli kıldığı kurallardan biri şudur; görüşü benimsenen çoğunluğun bu fikrini, azınlığın da benimseme gereği ve zorunluluğudur. Çoğunluğun savunduğu gibi azınlığın da aynı fikirleri desteklemesi ve savunması zorunludur. Zira azınlıkta kalanların tartışma dönemi geçmiş, görüşler tartışıldıktan sonra çoğunluk bir fikirde karar kılmıştır. Azınlıkta kalanların tartışma dönemi geçmiş, artık görüşlerini tartışma alanına getirmeleri, uygulama alanına konulmuş görüş hakkında şüphe uyandırır şekilde bir faaliyet ve propagandada bulunma hakları kalmamıştır. Böyle hareket etmek, Hz.Peygamber (as)’in bir sünnetidir ve şu âyet-i kerime hükmüne göre insanların uyması gerekir: “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasak ettiyse ondan da sakının. (Haşr 7)

Hz.Peygamber şu sünneti koymuş, hayatında da tatbik etmiş, vefatından sonra o prensibi sahabeler uygulamaya devam etmişlerdir. Kureyşlilerin Uhud savaşına hazırlandıklarını, Medine üzerine yürüyerek Uhud dağının yakınında ordugâh kurduklarını Hz.Muhammed (as) öğrenince ashabını toplamış, bu şürâ ilkesine uyarak ashabı ile istişârede bulunmuş, Kureyşlilere karşı koymak için şehir dışına mı çıkılması veya Medine’de mi kalınması konusunda herkes görüşlerini açıklamıştır. Hz.Peygamber as’in görüşü, Medine’den çıkmamak, şehirde istihkâm kurmak, Kureyşliler şehre girdiklerinde onlarla müslümanların sokak başlarında çarpışmaları, kadınların da evlerin üstünden bu mücâdeleye katılabilmelerini sağlamak şeklindeydi. Bu görüşü Abdullah b.Ubeyy ve bazı sahabiler destekledi. Fakat ashabın çoğunluğu Medine dışına çıkılması görüşünü savundular ve bu konuda ısrar ettiler. Hz.Peygamber (as), çoğunluğun görüşüne uyarak Medine dışına çıkmaya karar verdi. O, bu hareketiyle çoğunluğun görüşünü uygulayan ilk insandı. Hemen kalktı; odasına giderek giyindi, dışarı çıktı, azınlığı ve çoğunluğu Medine dışında düşmanı karşılayıp savaşmaya davet etti. Kendi görüşüne uymasa bile çoğunluğun görüşünü uygulamak için hemen harekete geçti. Halbuki daha sonraki olayların gelişmeleri, Hz.Peygamber (sav)’in görüşünün daha isâbetli olduğunu göstermiştir.

Ashab-ı Kirâm, Rasulullah (as)’ın vefatından sonra dinden çıkanlar (irtidâd edenler) ile savaşlarında da bu sünnet (istişareyi emreden uygulama) gereğince hareket ettiler, Çoğunluğun görüşü önce, İslam’dan çıkanlarla savaşmamak, onlarla barış yapmak şeklindeydi. Başta Hz.Ebu Bekir (ra) olmak üzere azınlığın görüşü ise, onlarla savaşmak ve irtidad edenlere müsamahada bulunmamak şeklindeydi. Karşılıklı fikir alışverişinden, istişâreden sonra azınlığın görüşü çoğunluk tarafından benimsendi. Bu görüş uygulama alanına konulunca, karşı fikirde bulunanlar da, artık o fikrin tatbikinde canları ve mallarıyla çalıştılar.

Genel danışma usülünü tamamlayan bu güzel sünnet ve uygulama, zamanımızda demokrasinin başarısızlığa, çıkmaza girdiği konular için en iyi bir çıkış yolu, çözüm tarzıdır. Demokratik ülkelerin, danışma ilkesini uygulamada büyük bir başarısızlık içinde olduğunu, şürâ müessesinin yaralar aldığını herkes gayet iyi biliyor. Bu başarısızlığın asıl sebebi ise, münakaşa ile müzakere dönemi kapandıktan sonra çoğunlukla kabul edilen görüşün, azınlık tarafından tenkidine müsaade edilmesidir. Böylece çoğunluk tarafından benimsenen fikrin uygulanması ve infazı sırasında azınlık tarafından, bu görüşün önemi, yeterliliği ve uygunluğu konusunda şüpheler uyandırılmakta ve buna müsamaha edilmektedir. Hatta görüşün uygulanmasından sonra bile hâlâ ekseriyetin fikri tenkit edilip horhanmaktadır. Çoğunluğun iktidara gelmesi kural olduğu halde, bu iktidar grubunun fikir ve icraatı beklenilen saygı ve olgunlukla karşılanmamakta, hatta sürekli şekilde hakkında şüpheler uyandırılıp alay konusu yapılmakta, onların önemsiz ve yetersiz olduğu söylenmektedir. Çoğunluğun çıkardığı kanun- ları uygulamada çekimser davranmakta, bu durum ve tutum azınlığın iktidara gelişine kadar sürüp gitmektedir. Azınlık, iktidara gelince de kendi görüş ve dav- ranışları, aynısı ile karşılık görmektedir. Böylece iktidardaki her grup, her görüş, davranış bakımından sürekli tenkit, şüphe ve alay konusu haline getirilmektedir. Tenkitçi, kişi görüşünü, fikir teâtisi sırasında belirtirse veya dala önce münakaşası yapılmamış görüşlerin tenkidini yaparsa, bu ıslah ve doğruyu bulma yollarından biridir ve normaldir. Fakat uygulama alanına konulmuş, mü- nakaşa dönemi geçmiş görüşler hakkında şüphe doğuracak tenkitlerde bulunmak, bozgunculuğun tâ kendisidir. Şârâ usülünün dayandığı temele ters düşmektedir. Danışma usülünün temeli, temel esprisi, çoğunluğun kabul eylediği fikre göre halkın idare edilmesidir. Bunun mânası, halkın çoğunluğu bir fikir etrafında birleşirse o kanun olmuştur. Artık kendisine saygı duyulması ve itaat edilmesi gereken bir hüküm haline gelmiştir.

Fakat azınlığın, çoğunluğa karşı aldığı olumsuz tutum, tabii olarak şu sonucu doğurmaktadır: Demokratik ülkelerde hükümet yetkilileri iyi davranamayan âcizler şeklinde tanıtılmakta, böylece yurttaşlar yönetime karşı güvenlerini kaybetmekte, halkı idarede ve işlerini görmedeki güçlerinden şüphe etmektedirler. Vatandaşlar, bir gün bile iktidarın fikrinin takdir edildiğini işitmedikleri için ve düşüncelerinin alay konusu edilmediğini, icraatının tenkit edilmeyip hakkında şüphe uyandırılmadığını görmedikleri için, yönetime karşı güven duyguları haklı olarak sarsılmakta, güvenlerini yitirmektedirler.

Demokratik ülkelerde, danışma ilkesinin uygulanmasındaki başarısızlığın esası, halkın, yönetimi ellerinde bulunduranlara karşı güvensizlik duymasının öne çıkması sebebiyledir. Bu başarısızlığın bütün demokratik ülkelerde yaygın hal alması insanlarda, danışma ilkesine karşı menfi duygu uyandırmakta, kâbil-i tatbik bir müessese olmadığına onları inanır hale getirmektedir. Böylece bu ilkeyi tatbik durumunda olanlar hakkında uyandırılan bu güvensizlik ve şüphe, şürâ usülünden vazgeçmelerine sebep olmuştur. Ve demokratik ülkelerden birçoğunda milletlerin yaşadığı itimatsızlık ve şüphe haline bir çözüm bulunabilir

ideali ve zanlarıyla hareket eden yöneticiler, diktatörlük ilkesini benimsemeğe kalkışmışlardır.

Bununla diktatörlük ağızları kapamakta, fikir, seçme- seçilme hürriyetlerine son vermekte, milletle idareciler arasında güveni kaldırmakta, halk ve hükümet istenmeyen felâketlere sürüklenmekte ve yapılan her iş ve icraat yalnızca zararlı sonuçlar doğurmaktadır. Başarısız demokrasiden sonra onun yerine getirilen diktatörlük, genellikle problemlerin üstesinden gelecekmiş gibi işe başlamaktaysa da, aslında umulan bu başarı, tecrübelerin de isbatladığı gibi, rejimlerle değil, idare edenlere, idare edilenlerin duyduğu güven daha kötü olmuştur .

Ve şimdi haklı olarak şunu söyleyebiliriz: İslâm, hukuk sisteminde yalnızca aciz beşeri sistemlerin başarısızlığına çözüm getirmekle kalmamakta, bunun yanında insanlığı diktatörlükten koruyan bir emniyet sübabını da beraberinde getirmektedir. Çünkü İslâm hukuku, şürâ usülünün nazari değerini koyup izah eyledikten sonra yeterliliğini gerçekleştirmekte, bütün kuvvetleri toplumun emrine vermektedir. Danışma usülünü ayakta tutan ve ona önem veren idarecilere güven duymayı telkin ederek, yıkıcı ilkeler ve faaliyetleri, diktatörlüğe giden yolları kapamaktadır . ( En-Nizamul İslam )

Ve yine diyebiliriz ki, beşeri düzenler , aslında işbirliği , menfaat ve karşılıklı çıkara dayanmaktadır. Fakat kötü uygulama sebebiyle, idarecilerin, idare edilenlere baskıları, bu iki grup arasında işbirliğinin kaybına yol açmıştır. Diktatörlük de aslında itaat, yöneticiyle yönetilen arasındaki güvene dayanır. Fakat az önce de belirtildiği gibi, kötü tatbikat nedeniyledir ki, yönetenlerin yönetilenlere baskıda bulunmalarına ve aralarındaki güvenin kalkmasına sebep olmuştur. İslâmın öngördüğü sistem ise , istişâre merhalesinde, danışma safhasında, işbirliği ve danışma, müzakere; infaz ve uygulama safhasında ise, itaat ve güven esasına dayanmaktadır. Orada bir grubun bir diğer gruba tahakkümüne, baskıda bu- lunmasına müsamaha gösterilmemekte, müsaade edilmemektedir.

Böylece İslâm dininin sistemi, demokrasi ve diktatörlüğün iştişare tanımını bir araya getirmiş, aynı zamanda her iki sistemin hatalı, yanlış yönlerini reddetmiş, onlardan kendisini uzak tutmuştur.

İslâm hukuku, şürâ usülü ilkesini bugünkü kanunlardan on bir asır önce kabul etmiştir. Zira bu kanunlar danışma usülünü ancak Fransız İhtilâli’nden sonra tanıyabilmiştir. Danışma ilkesini, 17. asırda tanıyan İngiltere ve 18. asrın ikinci yarısında tanıyan Amerika Birleşik Devletleri kanunları bu genel hükümden bir istisnâdır. Fransız kanunları ile kıta Avrupası kanunları şürâ ilkesini 18. asrın sonlarında benimsedi; 19. asırda birçok ülke kanunlar, da bu usülü ve ilkeyi benimsemek zorunda kaldı. Şu durumda bugünkü kanunlar danışma ilkesini ka- bul etmekle, ancak kendi toplumları, rejimleri açısından yeni bir şey getirmiş ve ilk defa İslâm’ın getirdiği bir müesseseye onlar da kavuşmuş oluyorlar. İs- lâm’ın, Miladi 7. asırdan beri takibettiği yolu izlemeye başlıyorlar.

Yazdıklarımızın doğrusu İslam’ın hatası ise bizimdir. Allah(c.c.) Hakkı Hak bilip Hakka sarılan, Batılı batıl bilip batıldan uzaklaşanlardan eylesin. Âmin.

KÛLÛ LA İLAHE İLLALLAH, TUFLİHÛ! (La ilahe illallah deyiniz, kurtulunuz!)

ELHAMDULİLLAHİRABBİLALEMİN

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.