EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN BAKIŞ AÇISIYLA NUR SURESİ 34. – 35. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
34- Andolsun, size açıklayıcı ayetler, sizden önce gelip geçenlerden bir örnek ve takva sahipleri için de bir öğüt indirdik.(60)
35- Allah,(61) göklerin ve yerin nurudur.(62) O’nun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da, batıya da ait olmayan(63) kutlu bir zeytin ağacından(64) yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nur üstüne nurdur.(65) Allah, kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltip-iletir.(66) Allah insanlar için örnekler vermektedir. Allah, her şeyi bilendir.(67)
AÇIKLAMA
60. Bu ayet, yalnızca hemen kendinden önce gelen ayetle değil, surenin başından beri gelen ayetlerin genel muhtevasıyla ilgilidir. Açıklayıcı ayetler şunlardır: 1) Zina, kazf ve Li’an’la ilgili kanunu ortaya koyan ayetler. 2) Müminlerin kirli erkek veya kadınlarla evlenmelerini yasaklayan ayetler, 3) Namuslu kişilerin iftirayı ve toplumda fuhşu yaymayı yasaklayan,
4) Erkeklerin ve kadınların bakışlarını kısmalarını ve ferçlerini korumalarını vurgulayan, 5) Kadınlar için örtünmenin sınırlarını çizen, 6) Evlenebilecek kimselerin bekâr kalmalarını tasvip etmeyen, 7) Kölelerin mükâtebe yoluyla hürriyetlerini kazanabilecekleri hükmünü getiren ve 8) Toplumu temizlemek için fuhşu yasaklayan ayetler. Bütün bu hüküm ve talimatlardan sonra, hâlâ bu hükümleri çiğneyecek olanlar çıkarsa, bunun, kıssaları Kur’an’da anlatılan şerli kavimlerin payına düşen sonuçla karşılamak istedikleri anlamına geleceği uyarısında bulunulmaktadır. Bir emrin sonunda herhalde bundan daha sert bir uyarı olamazdı. Ama, ne yazık ki, mümin olduklarını söyleyen ve bu kutsal emri okuyup, onun kutsallığını kabul eden insanlar, yine de bu sert uyarıya rağmen emri çiğnemeye devam etmektedirler.
- Bundan sonra hitap, İslâm toplumunda İslâmî hareketi ve İslâm ümmetini zarara uğratmak için içten içe dıştaki kâfirler gibi fitne çıkarmaya çalışan ve bu amaçla faaliyet gösteren münafıklara yönelmektedir. Münafıklar, iman ikrarında bulundukları, dıştan İslâm toplumuna bağlı oldukları ve müslümanlarla özellikle Ensarla aralarında kan ilişkileri bulunduğu için fitneyi çıkarıp yaymada daha uygun konumdaydılar ve bir takım samimi müslümanlar bile, saflık ve zaaflarından onların elinde alet ve hatta onların destekçileri olmuşlardı. Mümin olduklarını söylemelerine rağmen dünyevî kazançların aldatıcılığı münafıkları, Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in (s.a) öğretileriyle dünyaya yayılmakta olan nura karşı büsbütün kör ve sağır yapmıştı.
Burada münafıklara yönelen hitabın üç amacı vardır:
1) Allah’ın nimeti ve rahmeti, fitne ve şerde ısrarlarına rağmen, doğrudan sapmış olanları uyarmayı sürdürmeyi gerektirdiğinden sonuna kadar münafıkları uyarmak.
2) İslâm toplumunda her doğru düşünebilenin gerçek müminle münafığı ayırabilmesi için imanla nifakın sahalarını açıkça çizmek. Sonra, bu ayırıma rağmen, münafıkların çarkına kapılan veya onları destekleyen olursa, artık yaptığından sorumlu tutulacaktır.
3) Allah’ın vaadinin, yalnızca iman etmiş olup, imanlarının gerekliliklerini yerine getirenlere ait olduğu konusunda münafıkları açıkça ikaz etmek. Allah’ın vaadi, nüfus cüzdanlarında müslüman yazanlara değildir. Dolayısıyla, münafıklar ve fasıklar (günahkârlar) bu vaadde hisseleri olduğu ümidine kapılmamalıdırlar.
-
“Gökler ve yer” ibaresi, Kur’an’da genellikle, “Kâinat” için kullanılmaktadır. Dolayısıyla, ayetin anlamı: “Allah tüm kâinatın nurudur” şeklinde de olabilecektir.
“Nur” kendisi görünen ve eşyayı görünür kılan şeydir. İnsan zihni, nuru bu anlamıyla düşünür. Nurun yokluğu karanlık, görünmezlik, ve geçilmezliktir.
Öte yandan görünebilirlik olduğu ve eşya göze göründüğü zaman, insan nur (ışık) vardır der. Allah’a bu temel anlamıyla “Nur” denmiştir, yoksa -maazallah- saniyede 186.000 mil hızla giden ve ağ tabakayla göz sinirini harekete geçiren ışık şuası anlamında değil. Işığın bu anlamının, insan zihninin ışık dediği anlamın gerçeğiyle hiçbir ilişkisi yoktur, ışık kelimesi fizikî dünyada duyularımıza hitap eden tüm ışıklar için kullanılır. İnsanın Allah için kullandığı tüm kelimeler, fizikî çağrışımlardan uzak temel anlamlarıyladır. Sözgelimi, Allah’la ilgili olarak “görme” kelimesini kullandığımız zaman, bu hiçbir zaman Allah’ın insanlar ve hayvanlar gibi kendisiyle gördüğü gözü bulunduğu anlamına gelmez. Aynı şekilde, Allah “işitir”, “tutar, yakalar” dediğimiz zaman, bu da O’nun bizim gibi kulaklarıyla işittiği ve elleriyle tuttuğu veya yakaladığı anlamında değildir. Bu kelimeler mecazî anlamda kullanılmakta olup, ancak zayıf akıllı bir adam, işitme, görme veya tutmanın, bizim algıladığımız sınırlı ve dar anlam dışında mümkün olamayacağı yanılgısına düşer. Yine “nur” kelimesini, ışıklı bir cisimden çıkan ve ağtabakaya çarpan fiziki ışık anlamında kullanmak kısa görüşlülük olacaktır. Bu kelime Allah hakkında dar ve sınırlı anlamıyla değil, ancak mutlak anlamıyla kullanılır. Yani kâinatta yalnızca O, tezahürün, görünmenin, ortaya çıkmanın gerçek ve asıl nedenidir, aksi halde kâinatta karanlıktan başka hiçbir şey olmaz. Işık veren ve başka şeyleri aydınlatan herşey ışığını O’ndan alır, hiçbirşeyin ışığı kendinden değildir.
“Nur” kelimesi bilgi anlamında da kullanılır, dolayısıyla cehalete karanlık denir. Allah bu anlamda da kâinatın nurudur. Çünkü, Hakikat ve Hidayetin bilgisi yalnızca O’ndan gelir. O’nun Nur’una başvurmadan, dünyada karanlıkla cehalet ve sonuçta kötülük ve şerden başka bir şey olmayacaktır.
- “Doğuya da batıya da ait olmayan”: Açık ovada veya bir tepede bitip, sabahtan akşama güneş ışığı alan. Böyle bir zeytin ağacı parlak ışık saçan güzel yağ verir. Öte yandan, yalnızca doğudan veya batıdan güneş ışığı alan bir ağaç ise, zayıf ışıklı koyu yağ verir.
- “Mübarek”: Sayısız yarar sağlayan.
- Bu benzetmede Allah lambaya, kâinat ise oyuğa benzetilmektedir. Cam ise, Allah’ın kendisini yarattıklarından gizlediği perdedir. Bu perde, gizlenmek için fizikî bir perde değil, ilâhî zuhurun şiddetinin neden olduğu bir perdedir. İnsan gözü, aradaki karanlıktan dolayı değil, fakat saydam perdede ışıyan her tarafa yayılmış ve herşeyi kapsayıcı Nur’un şiddetinden dolayı O’nu göremez. Mahiyeti gereği sınırlı olan insanın görüş kapasitesi bu Nur’u kuşatamaz, kavrayamaz. O ancak değişken parlaklıkta, görünüp kaybolan ve ancak karanlığa zıt olarak algılanabilen sınırlı fizikî ışıkları kuşatabilir ve kavrayabilir. Fakat, “Mutlak Nur”un zıddı (karanlık) yoktur, asla kaybolmaz, sürekli ışır ve her zaman var olan ihtişamıyla her yere yayılır, insanın algısının ve kavrayışının ötesindedir.
“Doğuya da batıya da ait olmayan mübarek bir zeytin ağacından yakılan lamba” ifadesi ise, lambanın kusursuz ışığı ve parlaklığı hakkında bir fikir vermek için kullanılmış bir mecazdır. Eskiden, parlak ışığın kaynağı zeytin yağı lambalarıydı ve bu amaçla kullanılan en üstün yağ, açık ve yüksek bir yerde biten ağaçtan elde edilen yağdı. Benzetmede Allah için lambanın kullanılışı, Allah’ın enerjisini dış bir kaynaktan aldığı anlamına gelmez. Demek istenen, benzetmedeki lambanın sıradan bir lamba olmayıp, tasavvur edilebilecek en parlak lamba olduğudur. Nasıl parlak bir lamba tüm evi aydınlatırsa, Allah da tüm kâinatı aydınlatır.
Yine, “… yağı kendisine ateş değmemiş de olsa, nerdeyse ışık verecek” ifadesi de, en güzel ve en iyi derecede ve hemen yanan yağla beslenen lambanın ışığının parlaklığını vurgulamak içindir. Zeytin ağacı, zeytin ağacının doğuya da batıya da ait olmayışı ve yağının kendiliğinden yanışı, benzetmenin aslî öğeleri değil, benzetmenin birincil öğesi lambanın sıfatlarıdır. Benzetmenin aslî öğeleri üç tanedir: Lamba, oyuk ve saydam cam.
“O’nun nurunun misali…” cümlesi, “Allah göklerin ve yerin nurudur” ifadesinden doğabilecek bir yanlış anlamayı bertaraf etmektedir. Burada, Allah için nur kelimesinin kullanılışı, hiçbir zaman O’nun zatı’nın nur olduğu anlamına gelmez. O, herşeyi bilen, herşeye gücü yeten, her hikmete sahip…. ve tüm “Nur”a sahip mükemmel varlıktır. Bir kişiye büyük kereminden dolayı “keremli”, üstün çekiciliği ve güzelliğinden dolayı “güzel” dendiği gibi, Nur’un kaynağı olarak mükemmelliğinden dolayı da Allah’a “Nur” denmiştir.
66. Yani, her ne kadar Allah’ın Nur’u tüm dünyayı aydınlatıyorsa da, herkes bunu alamaz, algılayamaz. Dilediğine Nur’unu alma ve algılama ve ondan yararlanma yeteniğini veren yalnızca Allah’tır. Geceyle gündüz kör bir insan için nasıl aynıysa, basirete sahip olmayan insanın durumu da aynıdır. Böylesi, elektrik ışığını görebilen, güneş ışığını görebilir, ayın ve yıldızların ışığını görebilir. Fakat, Allah’ın Nur’unu göremez. Onun için kâinatta yalnızca karanlık vardır. Nasıl kör bir adam takılıp düşmedikçe yolunun üstündeki taşı göremezse, basiret sahibi olmayan bir insan da çevresinde Allah’ın Nuru’yla parlayan ve ışıldayan gerçekleri göremez. Böyle bir adam, ancak yaptıklarının sonuçlarıyla karşı karşıya kaldığı zaman bu gerçeklikleri görebilir.
67.Bunun iki anlamı vardır. a) O belli bir gerçekliği en güzel şekilde hangi benzetmenin açıklayacağını bilir. b) Bu nimeti almaya kimin layık olup olmadığını da bilir. Nur’unu istemeyene, arzulamayana ve dünyevî ameller ve maddî kazanç ve zevkler peşinde koşturup durana Allah, Nuru’nu gösterme ihtiyacında değildir. Bu nimet, ancak Allah’ı tanıyarak, O’nun Nuru’nu gönülden isteyenlere verilir.