EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN BAKIŞ AÇISIYLA YUSUF SURESİ 37. VE 41. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
37- Dedi ki: “Size rızıklanacağınız bir yemek gelecek olsa, ben mutlaka size daha gelmeden önce onun ne olduğunu haber veririm. Bu, rabbimin bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah’a iman etmeyen, ahireti de tanımayanların ta kendileri olan bir topluluğun dinini terkettim.”
38- “Atalarım İbrahim’in, İshak’ın ve Yakub’un dinine uydum. Allah’a hiç bir şeyle şirk koşmamız bizim için olacak şey değil. Bu, bize ve insanlara Allah’ın lütuf ve ihsanındandır, ancak insanlardan çoğu şükretmezler.”
39- “Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir sürü) Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar (kahredici) olan bir tek Allah mı?”
40- “Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiç bir ispatlayıcı-delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.”
41- “Ey zindan arkadaşlarım, ikinizden biri efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılacak, kuş onun başından yiyecek. İşte hakkında fetva istemekte olduğunuz iş (artık) olup bitmiştir.”(34)
AÇIKLAMA
34. Kıssanın ruhunu teşkil eden ve bizzat Kur’an’da Tevhid’in en belirli biçimde ifadesini bulduğu bu konuşma ne Kitab-ı Mukaddes’te ne de Talmud’ta hiçbir şekilde yer almaz. Bu kitaplara bağlı olanların Hz. Yusuf’a (a.s) bir peygamber olarak değil, yalnızca hakim ve muttaki bir kişi nazarıyla bakmalarının nedeni budur. İşte bu yüzden, bu ayetlerle ilgili olarak, Papaz Rodwell, Hz. Muhammed’e (s.a) , kendi düşünce ve kanaatlerini Hz. Yusuf’un (a.s) ağzıyla ifade etmek ithamında bulunur. Fakat, Kur’an Hz. Yusuf’un hayatının bu iki yönünü açık bir şekilde gözler önüne sermekle kalmaz, ayrıca kendisini mesajını hapisteyken bile tebliğ eden bir Peygamber olarak bize tanıtır.
Bu konuşmanın telkin ettiği birkaç önemli hususu tek tek ele almak faydadan hali olmayacaktır.
1) Bu, Hz. Yusuf’u (a.s) hakkı tebliğe başlamış gösteren ilk vesiledir. Bundan önce Kur’an, Peygamberi hayatının çeşitli dönemlerinde anarken onu manevi derecesi yüksek biri olarak takdim etmiş fakat mesajı tebliğ ettiğini gösteren hiçbir imada bulunmamıştı. Bundan apaçık çıkan sonuca göre, bu dönemler birer hazırlama dönemiydi ve nübüvvet kendisine zindanda verilmişti; dolayısıyla sözkonusu konuşma bir peygamber sıfatıyla yaptığı ilk konuşmaydı.
2) İlaveten bu konuşma Hz. Yusuf’un (a.s) kimliğini başkalarına ifşa ettiği ilk vesiledir. Bundan önce kendisini başına gelenlere sessizce sabredip Hz. İbrahim (a.s) ve diğer peygamberlerle olan münasebetini ifşa etmeyen biri olarak görmekteyiz. Kervana köle olarak katılıp Mısır’a gittiğinde; el-Aziz’in kendisini satın alıp sonra zindana gönderdiğinde hep sessiz kalmıştır. Oysa Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakub’un (a.s) adları çok meşhurdu ve onları itibar kazanmak için kullanabilirdi.
İsmailî ve Medyenli olan kervancılar, ailesine çok yakın idiler. Mısırlı’lar içinse “İbrahim” adı oldukça daniş bir addı. Hatta Hz. Yusuf’un (a.s) bu konuşma içinde adlarını zikrediş biçimi gösteriyor ki, babasının, büyük babasının ve sonraki atasının şöhreti Mısır’a kadar ulaşmıştı. Fakat bu avantajlara rağmen Hz. Yusuf’un (a.s) , kendini içinde bulunduğu çıkmazdan kurtarayım deyip de herhangi bir buhranlı anda onların adlarını zikretmedi. Şu halde Hz. Yusuf (a.s) başına bu gelenlerin kaçınılmaz olduğunu ve Allah tarafından seçilmiş olduğu için görev öncesi eğitilmekte bulunduğunu muhtemelen biliyordu. Şimdi artık kendisi için zaruri olan şeyi yapmalı, görevi uğruna bu gerçeği ifşa etmeli ve bunu da yeni bir din getirmediğini Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakub’un (a.s) talim ettiği dini haber verdiğini göstermek için yapmalıydı. Böyle yapmak zorundaydı; çünkü mesaj, yeni, sonradan zuhur etmiş ve bid’atmış (türedi) gibi sunulamazdı. Mesajın özü buna maniydi, çünkü aynı evrensel ve ebedi hakikat daha öncekiler tarafından da daima aynı şekilde intikal ettirilmişti.
3) Bu konuşma bize bir insanın, tıpkı Yusuf peygamber gibi eğer halis niyete ve gerekli bilgeliğe sahipse mesajı tebliğ etmek üzere durumun gerektirdiği bir metodu izleyebileceğini gösterir. İki adam ona itimad ederek kendisinden rüyalarını yorumlamalarını isterler. Buna verdiği cevapta şöyle der: “Rüyalarınızı yorumlayacağım, fakat ilkin size, bana rüyalarını yorumlama gücü veren bilgimin kaynağını haber vereyim.” Bu suretle onların taleplerini avantaj olarak kullanarak kendi itikadını onlara vazeder. Bundan öğrendiğimiz şudur: Eğer hakikata kalben ram olmuş bir kişi, bu hakikatı tebliğ etmekte güçlü bir istek duyuyorsa konuşmasının seyrini, nakletmek istediği mesajın yönüne doğru kolaylıkla çekebilir. Buna mukabil bir kişi eğer mesajını nakletmek için güçlü bir arzu duymuyorsa, amacına ulaşmasını sağlayacak yüzlerce fırsatla bile karşılaşsa değerlendirecek tek bir fırsat bile “bulamaz”. Yalnız insan, mesajı isteksiz muhatabının kulağını zorla, tıka basa sokmaya çalışan ve bu kaba sunuş tarzından dolayı da sadece dinleyenin zihninde bir tiksinti ve nefret yaratan bilgisiz ve budalaların acemice telkinlerinden, bu işi bir hikmetli kişinin hakkıyla ve edebine uygun bir şekilde yerine getirişi arasındaki farkı ayırabilmek dikkatinde olması gerekir.
4) Bu konuşma bize mesajı sunarken takip edilmesi gereken doğru usulü de öğretir. Hz. Yusuf (a.s) , hemen işin başında imana ilişkin ayrıntıları ve itikadi düzenlemeleri sunmamış, iman edenle etmeyeni, yani Tevhid ile Şirk’i birbirinden ayıran en temel esas üzerinde durmuştur. Daha sonra sağduyu sahibi bir kişiyi iknada başarısızlığa uğramamak için de mesajı gayet akli bir tarzda sunmuş ve ortaya sürdüğü deliller bu iki kölenin zihninde derin tesirler uyandırmıştır. “Hangisi daha iyi. Çeşit çeşit tanrılar mı, yoksa bir tek Kadir-i Mutlak Allah mı?” Köleler, kendi şahsi tecrübelerinden bir tek efendiye hizmet etmenin, bir çoğuna birden hizmet etmekten daha iyi olduğunu bilmekteydi. Dolayısıyla Alemlerin Rabbına hizmet etmek dururken O’nun kullarına hizmet daha iyi olamazdı. Dahası Hz. Yusuf (a.s) onları doğrudan imanı kabule ve itikadlarını redde davet etmemiş; oldukça hikmetli bir yol tutarak önce şuna dikkatlerini çekmişti: “Bizi ve tüm insanlığı kendisinden başkasına köle etmemesi Allah’ın bir lütfudur. Ancak insanların çoğu O’na şükretmez. Yalnızca O’na kulluk etmek yerine kendilerine tanrılar icad ederek onlara taparlar.” Zikre şayan birşey daha vardır ki, teklif ettiği imanın mi’yarı hikmeti esas almaktadır, herhangi bir icbar sözkonusu değildir. “Sizin servet tanrısı, sağlık tanrısı, bolluk tanrısı, yağmur tanrısı vs. diye isimlendirdiğiniz tanrılar hiçbir gerçekliğe tekabül etmeyen isimlerden ibarettir sadece. Herşeyin gerçek sahibi, sizin tüm kainatın Rabbi ve yaratıcısı olarak kabul etmeniz gereken Yüce Allah’tır. Allah hiçbirşeye, hiç kimseye uluhiyet adına ne bir yetki vermiş ne de böyle bir şeyi tasdik etmiştir. Aksine, tüm kudretleri, tüm hak ve yetkileri kendine hasretmiş ve emretmiştir: “Yalnız bana kulluk ve itaat edin”.
5) Bu konuşmadan çıkarılabilecek bir şey daha var: Hz. Yusuf (a.s) mesajı tebliğ için bu on yıl “fırsat”ını çok iyi değerlendirmiş olmalıdır. Bazıları Hz. Yusuf’un (a.s) mesaja davet için değerlendirdiği zamanın yalnızca o dönem olduğunu düşünür: Oysa bu iki sebepten ötürü yanlıştır. Birincisi, bir peygamberin uzun bir süre görevini ihmal etmesi düşünülemez. İkincisi, iki kişi rüyalarını yorumlatmak üzere kendisine yaklaştığı zaman bu fırsatı değerlendirebilecek durumda olan bir peygamberin, Rabbı tarafından kendisine emanet edilmiş olan mesajdan hiç söz etmeksizin zindanda bir on yıl geçirebileceği düşünülemez.