EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA AHZAB SURESİ 31. ve 33. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
31- Ama sizden kim de Allah’a ve Resulü’ne gönülden-itaat eder ve salih bir amelde bulunursa, ona da ecrini iki kat veririz.(45) Ve biz ona üstün bir rızık da hazırlamışızdır.
32- Ey peygamberin kadınları, siz kadınlardan herhangi biri (gibi) değilsiniz;(46) eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü maruf bir tarzda söyleyin.(47)
33- Evlerinizde vakarla-oturun(48) (evlerinizi karargah edinin) , ilk cahiliye (kadınları) nın süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın,(49) dosdoğru namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a Resulü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.(50)
AÇIKLAMA
45. Bu insanların günahları nedeniyle iki kat azaba çarptırılmalarının, iyi bir amel karşılığında da onlara iki kat mükafat verilmesinin nedeni, Allah’ın toplum içinde yüksek makam verdiği kişilerin insanlara lider olmaları ve insanların çoğunun iyi de olsa kötü de olsa bu liderlere tabi olmasıdır. Bu nedenle onların kötü amelleri sadece kendileriyle sınırlı kalmaz, bilakis bir topluluğun bozulmasına sebep olur. İyi amelleri de kendileri ile sınırlı kalmaz ve birçok başka insanın da kurtuluşuna neden olur. İşte bu yüzden cezalandırıldıklarında hem kendi günahları, hem de başkalarının doğru yoldan sapmaları için cezalandırılır. İyi amel işlediklerinde de, sadece kendi işledikleri iyi ameller nedeniyle değil, iyiye yönelttikleri diğer insanlar nedeniyle de mükafatlandırılırlar.
Bu ayet aynı zamanda, bir kişi ve eşyanın güvenilirlik ve yasaklanma derecesi ne kadar yüksek olursa, bu güven ve yasağı çiğnemenin o kadar ciddi olacağı ve cezasının da o kadar büyük olacağı ilkesini ifade etmektir. Mesela, camide içki içmek, evde içmekten daha bir günahtır ve bu nedenle daha şiddetli bir cezayı gerektirir. Aynı şekilde mahrem akrabalarla zina etmek etmek, başka bir kadınla zina etmekten daha büyük bir günahtır. Ve bu nedenle daha büyük bir cezaya sebep olacaktır.
46. Buradan itibaren paragrafın sonuna kadar olan ayetler, İslâm’da tesettür emrinin yeraldığı ayetlerdir. Bu ayetlerde sadece Hz. Peygamber’in (s.a) hanımlarına hitap edilmesine rağmen bütün Müslümanların evlerinde aynı reformun yapılması amaçlanmaktadır. Hitaba Hz. Peygamber’in (s.a) evinden başlanmasının nedeni, böyle temiz bir hayat tarzı onun evinden başlarsa, diğer Müslüman evlerindeki hanımların da bu tarza uyacakları gerçeğidir. Çünkü onun evine bütün Müslümanlar tarafından örnek alınacak bir model olarak bakılmaktadır. Bazı kimseler, bu ayetlerin sadece Peygamber’in (s.a) hanımlarına hitap ettiğini görüp bu emirlerin sadece onları kastettiğini iddia ederler. Fakat bu ayetlerin devamını okuyan bir kimse, müslüman kadınları değil de sadece müminlerin annelerini kasteden bir emir olmadığını hisseder. Allah’ın (c.c) sadece Hz. Peygamber’in (s.a) hanımlarının pislikten temizlenmesini, sadece onların Allah’a ve Rasûlüne itaat etmesi ve namazı kılıp zekatı vermesi gerektiğini kastetmiş olması mümkün müdür? Eğer kasıt bu olamazsa, onların evlerinde vakarla oturmaları, cahiliye yürüyüşünden kaçınmaları, namahrem erkeklerle yumuşak sözlerle konuşmamaları konusundaki emirler nasıl sadece onlar için geçerli olabilir? Aynı konu içinde bazı emirlerin genel (âm) , bazılarınınsa özel (has) olduğuna delalet eden bir hüccet var mıdır?
“Siz diğer kadınlar gibi değilsiniz” cümlesi, diğer kadınların süslü bir şekilde sokağa çıkıp, erkeklerle rahatça konuşabilecekleri ve flört edebilecekleri, “siz ise böyle davranamazsınız” anlamına gelmez. Bunun aksine kullanılan uslûp bir adamın sadece kendi çocuğuna şöyle demesi gibidir: “Sen sokak çocukları gibi değilsin, küfürlü konuşmamalısın.” Bu cümleden hiç kimse, bu adamın sadece kendi çocuğunun küfretmesini kötü gördüğü, diğerlerinin böyle bir dil kullanmasına ise aldırmadığı sonucunu çıkarmaz.
47. Yani, “Zaruretler halinde erkekle konuşmasında bir beis yoktur, fakat böyle bir durumda kadının ses tonu ve konuşma tarzı karşısındaki erkeğin boş ümitlere kapılmayacağı bir ciddiyette olmalıdır. Kadının ses tonunda bir yumuşaklık, konuşmasında bir kaypaklık ve dinleyen erkeğin duygularını harekete geçirecek ve onu ilerisi için ümide teşvik edecek şekilde bir tatlılık, olmamalıdır.
Bu tür bir konuşma hakkında Allah, böyle konuşmanın, kalbinde Allah korkusu ve kötülükten sakınma olan bir kadına yakışmayacağını söyler. Başka bir deyişle, bu Müslüman ve muttakî bir kadının değil, hafif ve günahkâr bir kadının konuşma tarzıdır. Eğer bu ayet Nur Suresi 31. ayetle birlikte okunursa (“gizli zinetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar”) Allah’ın, kadınların sesleriyle veya takılarından çıkan seslerle başka erkekleri cezbetmemelerini ve başka erkeklerle konuşmak zorunda kaldıklarında ise ciddi bir şekilde konuşmalarını murad ettiği anlaşılır. İşte bu nedenle kadınların ezan okuması yasaktır. Bunun yanısıra eğer bir kadın cemaatle namaza iştirak eder ve imam da bir hata yaparsa, kadın erkekler gibi Sübhanallah diyerek imamı uyaramaz; sadece ellerini çırparak imama hatasını hatırlatabilir.
Şimdi de şunlara bir göz atalım: İslâm, kadının başka erkeklerle tatlı ve yumuşak bir sesle konuşmasına izin vermez, hatta zaruri bir ihtiyaç olmaksızın erkeklerle konuşmasını yasaklarken, kadının sahneye çıkıp dansetmesine, şarkı söylemesine, flört etmesine ve cazibesini ortaya koyarak dolaşmasına izin verebilir mi? Kadının radyoda aşk şarkıları söylemesine müsaade edebilir mi? Veya kadınları uçak hostesi yapıp onları özellikle yolcuları cezbetmek üzere yetiştirebilir mi? Ya da kadınların süslü püslü bir şekilde kulüplere, toplantılara ve sosyal faaliyetlere katılmasına, erkeklerle karmakarışık bir ortamda bulunmasına ve onlarla eğlenip vakit geçirmesine izin verebilir mi? Bu kültür hangi Kur’an’dan çıkarılmıştır? Çünkü Allah’ın gönderdiği Kur’an’da bunlara izin verildiğine dair hiçbir işaret yoktur.
48. Metindeki “garne” kelimesi bazı dilbilimcilere göre karâr dan, bazılarına göre ise vekâr dan türemiştir. Birinciyi kabul edersek “oturun, sebat edip durun”, ikinciyi kabul edersek “Huzur içinde olun, vekarla oturun” anlamına gelir. Her iki durumda da ayet, kadının faaliyet alanının ev olduğu anlamına gelir. Kadın faaliyetlerini bu çerçeve dahilinde huzur içinde sürdürmeli ve ancak zarurî bir ihtiyaç olduğunda evinden dışarı çıkmalıdır. Bu anlam, ayetin ifadesinden ortaya çıkmaktadır ve bunu daha şiddetle vurgulayan hadisler de vardır. Hafız Ebu Bekir Bezzar, Hz. Enes’den (r.a) , kadınların Hz. Peygamber’e (s.a) şöyle bir şikayette bulunduklarını rivayet eder: “Bütün sevapları erkekler kazanıyor: Savaşa gidiyorlar ve Allah yolunda büyük ameller işliyorlar. Savaşa gidenlerin sevabını kazanmak için bizim ne yapmamız lazım? ” Hz. Peygamber (s.a) şu cevabı verdi: “Sizin aranızda evinde oturan, savaşa giden kadar sevap kazanır.” Hz. Peygamber’in (s.a) anlatmak istediği nokta şuydu: Savaşa giden kimse, ancak, evinde herşeyin yolunda olduğundan, karısının eve ve çocuklara baktığından ve karısının, yokluğunda kendisini aldatmasının imkansız olduğundan emin olursa huzur içinde savaşabilir. Savaşa giden kocasına bu emniyet ve huzuru veren kadın, evde oturduğu halde savaşta kocasına ortak olmuş gibidir. Bezzar ve Tirmizi’nin Hz. Abdullah bin Mes’ud’dan rivayet ettikleri başka bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Kadın tesettürlü ve peçeli olmalıdır. O evinden çıktığında şeytan ona gözünü diker. Kadın evinde olduğu zaman Allah’ın rahmetine daha yakındır.” (Ayrıntılı açıklama içn bkz. Nur Suresi an: 49)
Kur’an’ın bu açık ve kesin emri ışığında, Müslüman kadınların meclis ve parlamentolara üye olmasına, evin dışında sosyal faaliyetlere katılmalarına, devlet dairelerinde erkerlerle yanyana çalışmalarına, kolejlerde erkeklerle beraber eğitim yapmalarına, hastahanelerin erkek kısmında hemşire olarak çalışmalarına, uçaklarda hosteslik yapmalarına veya eğitim için yurt dışına gönderilmelerine asla müsaade edilemez. Kadınların ev dışı faaliyetine izin verildiğini savunanların en kuvvetli delili, Hz. Aişe’nin (r.a) Cemel savaşında rol almış olmasıdır. Fakat bu delili öne sürenler herhalde Hz. Aişe’nin (r.a) bu konudaki görüşünü bilmiyorlar. Abdullan bin Ahmed bin Hanbel Zevaid’üz-Zühd’ünde, İbn Münzir, İbn Ebi Şeybe ve İbn Sa’d’da kitaplarında Mesrük’tan şöyle bir hadis rivayet ediyorlar: Hz. Aişe Kur’an okurken (ve karne fi büyütikünne) ayetine geldiğinde elinde olmadan ağlamaya başlardı, öyle ki başörtüsü gözyaşlarından ıslanırdı. Çünkü bu ayet, ona Cemel Savaşı sırasında işlediği hatayı hatırlatırdı.
49. Bu ayette, ayetin tam kavranabilmesi için mutlaka iyi anlaşılması gereken iki önemli kelime kullanılmıştır: teberrüc ve cahiliyet’ül-üla.
Arapçada teberrüc kelimesi başkalarının önünde açılıp saçılmak anlamına gelir. Araplar berac kelimesini bariz ve yüksek olan her nesne için kullanırlar. Kuleye, yüksek meydanda ve aşikâr olduğu için burç derler. Yelkenli gemiye Bârice derler. Çünkü yelkenleri uzaktan görülebilir. Teberrüc kelimesi kadın için kullanıldığında şu üç anlama gelir: 1) Kadının yüzünün ve vücudunun cazibesini insanların önünde göstermesi; 2) Takılarını ve elbisesinin süsünü başkalarına göstermesi 3) Yürüyüşü, endamı ve işvesi ile dikkat çekip kendini ortaya koyması. İleri gelen dilbilimciler ve müfessirler de kelimeye bu anlamı vermişlerdir. Mücahid, Katâde ve İbn Ebi Nuceyh: “Teberrüc, cilveli, dikkat çekici, endamlı bir şekilde yürümektir.” demişlerdir. Mukatil: “Kadının gerdanlıklarını, küpelerini ve göğsünü (gerdanını) göstermesidir.” der. El-Müberred: “Kadının gizlemesi gereken zinetlerini açığa vurmasıdır.” der. Ebu Ubeyde ise: “Kadının, erkeklerin dikkatini çekmek için vücudunu ve elbiselerini göstererek kendisini ortaya koymasıdır.” der.
Cahiliyye kelimesi buranın yanısıra Kur’an’da üç yerde daha kullanılmıştır. Al-i İmran-154’de, Allah yolunda savaşmaktan korkup-kaçınanlar için: “Bazıları da kendi canlarının kaygısına düşüp Allah’a karşı cahiliye zannı gibi haksız bir zanda bulunuyorlardı.” denmektedir. Maide-50’de Allah’ın indirdiği kanunlar yerine, kendi kanunları ile hükmetmek isteyenlere hitaben: “Onlar cahiliyyenin hükmünü mü istiyorlar?” buyurulmaktadır. Ve Fetih Suresi 26. ayette, Mekkeli müşriklerin, Müslümanların umre yapmasına izin vermemelerine neden olan önyargıları “cahiliyye hamiyyeti” olarak nitelenmektedir. Bir hadise göre, Ebu’d-Derda bir tartışma sırasında, karşısındaki ile annesi yüzünden alay etti. Hz. Peygamber (s.a) bunu duyunca “sende hâlâ cahiliyye belirtileri var,” dedi. Başka bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Üç şey cahiliyyeyi gösterir: Başka bir kimsenin soyu ile alay etmek, yıldızların hareketi ile fal bakmak ve ölülerin ardından yas tutmak.” Bütün bu adetler, islam terminolojisinde cahiliyyenin İslâm kültürüne, medeniyetine, İslâm ahlâkına ve İslâmî düşünüş ve davranış tarzına aykırı her tür tutum ve davranış anlamına geldiğini göstermektedir. O halde, cahiliyetü’l-üla, İslâm öncesi Arapların ve tüm diğer toplumların içinde bulunduğu kötü ve gayri-İslâmî durum anlamına gelir.
Bu açıklamaya göre, Allah’ın yasakladığı şey, kadınların fiziksel güzellik ve cazibelerini göstererek evden dışarı çıkmalarıdır. Allah, kadınlara evlerinde oturmalarını emretmektedir; çünkü, onların asıl faaliyet alanı, dış dünya değil, evin içidir. Bununla birlikte kadınlar iş için dışarı çıkmak zorunda kalırlarsa, İslâm öncesi cahiliye kadınları gibi çıkmamalıdırlar.
Çünkü, yüz ve vücudunu ortaya koyarak ve zinetlerini, güzel elbiselerini göstererek, endamlı bir şekilde yürümek İslâm toplumundan bir kadına yakışır bir davranış değildir. Bunlar islâm’ın kabul etmediği cahiliye adet ve davranışlarıdır. Şimdi herkes memleketimizde popüler hale getirilen kültürün, Kur’an’a göre, İslam kültürü mü yoksa cahiliye kültür mü olduğuna kendisi düşünüp karar versin.
50. Ayetin yer aldığı konunun çerçevesinden, Ehl’ül-Beyt (ev halkı) ile, burada, Hz. Peygamber’in eşlerinin kastedildiği anlaşılmaktadır. Çünkü hitap, “Ey Peygamber’in hanımları” diye başlamaktadır ve gerek bu ayetten önce, gerekse sonraki bütün konunun muhatabı da yine Peygamber’in (s.a) hanımlarıdır. Bunun yanısıra “Ehl’ül-Beyt” kelimesi Arapçada, Türkçedeki (ev halkı) “aile” (ingilizcede household) anlamında kullanılmaktadır. Ve bir adamın karısını ve çocuklarını kapsayan bir terimdir. Hiç kimse “karı”yı ev halkından saymamazlık edemez. Kur’an bu kelimeyi bundan başka iki yerde daha kullanır ve her iki yerde de “karı” ailenin en önemli üyesi olarak bu kelimenin tarifi kapsamına girer. Hud Suresi’nde, melekler Hz. İbrahim’e (a.s) bir oğul müjdelediklerinde, karısı şöyle der: “Vay bana, ben kocamış iken ve şu kocam da bir ihtiyar iken doğuracak mıyım?” Melekler dediler ki: “Allah’ın emrine mi şaşıyorsun? Ey İbrahim’in ev halkı, Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizdedir.” Kasas Suresi’nde, Musa (a.s) bebek iken Firavun’un evine vardığında ve karısı ona uygun bir süt anne aradığı sırada, Musa’nın (a.s) kızkardeşi şöyle der: “Size, onu büyütecek ve iyi bakacak bir ev halkını haber vereyim mi?” O halde arapça ifade kuralı, hepsi, Peygamber’in (s.a) hanımlarının ve çocuklarının Ehl’ül-Beyt terimi içinde yeraldıklarını göstermektedir. Bu yüzden İbn Abbas, Urve bin Zübeyr ve İkrime, bu ayetteki Ehl’ül-Beyt ile Peygamber’in (s.a) hanımlarının kastedildiği görüşündedirler.
Fakat Ehlü’l-Beyt ile Peygamber’in (s.a) hamımlarının kastedildiği ve başka hiç kimsenin buna dahil olmadığını söylemek de yanlıştır. Çünkü “ev halkı” bir kimsenin ailesine mensup olan herkesi kapsayan bir terimdir. Ayrıca Hz. Peygamber de (s.a) bu noktayı açıklığa kavuşturmuştur. İbn Ebi Hâtim’e göre, Hz. Aişe’ye (r.a) , Hz. Ali (r.a) hakkında sorulduğunda, şu cevabı vermiştir: “Hz. Peygamber’in en çok sevdiği ve onun en çok sevdiği kızının kocası olan bir kimseyi mi bana soruyorsunuz?” Daha sonra Hz. Peygamber’in (s.a) Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hüseyin’i (r.a) çağırdığını, bir örtü altına alıp şöyle dua ettiğini anlattı: “Allah’ım, bunlar benim ev halkım (Ehl’ül-Beyt) , onlardan pisliği uzaklaştır ve onları tertemiz kıl.” Hz Aişe der ki: “Ben de senin ev halkından biriyim (yani beni de o örtünün altına alıp dua etsen) dedim.” Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şu cevabı verdi: “Sen dışarıda kal. Elbette sen zaten ehli beyttensin.”
Müslim, Tirmizi, Ahmed, İbn Cerir, Hakim, Beyhâki gibi muhaddisler, Ebû Said el-Hudri, Hz. Aişe, Hz. Enes, Hz. Ümmü Seleme, Hz. Vâsile bin Eska ve başka birçok sahabiden, Hz. Peygamber’in (s.a) Hz. Ali, Hz. Fatıma ve iki oğlunu Ehl-ül Beyt’ten saydığını gösteren birçok hadis rivayet etmişlerdir. O halde onları Ehl’ül-Beyt’ten saymayanların görüşü yanlıştır.
Yukarıdaki hadislere dayanarak Hz. Peygamber’in (s.a) hanımlarını Ehl’ül-Beyt kapsamı içine almayanlar da hata içindedirler. Çünkü Kur’an tarafından açıkça ifade edilen bir noktaya hadisle karşı çıkılmaz. Ayrıca zaten bu hadislerden böyle bir anlam çıkarılamaz. Bazı hadislerde rivayet edilen, Hz. Peygamber’in (s.a) ailesinden dört kişiye örttüğü örtünün içine Hz. Aişe ve Hz. Ümmü Seleme’yi (r.a) almaması olayından, onları Ehl’ül-Beyt içine dahil etmediği anlamı çıkmaz. Peygamber’in (s.a) eşleri zaten “ev halkı”ndandırlar; çünkü Kur’an onlara Ehl’ül-Beyt diye hitap etmiştir. Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a) Kur’an’daki bu açık ifadenin ailenin diğer üyelerinin Ehl’ül-Beyte dahil olmadığı gibi bir yanlış anlamaya sebep olabileceğini düşünerek, onların da (Hz. Ali, Fatıma ve iki oğulları) ev halkından olduğunu bu olay vesilesiyle ayrıca vurgulamıştır, eşleri için böyle ayrıca bir vurgulamaya gerek duymamıştır. Çünkü Kur’an bu noktayı açıklığa kavuşturmuştur.
İnsanlardan bir grup da, ayetin anlamını saptırarak, Ehl’ül-Beyt’in sadece Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve iki oğullarını kapsadığını, Peygamberin (s.a) hanımlarının buna dahil olmadığını söylemişlerdir. Hatta daha da ileri giderek “Allah sizden pisliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor” cümlesinden, Hz. Ali, Hz. Fatıma ve iki oğullarının aynen peygamberler gibi ismet sahibi (günahsız) olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Ayetteki “pislik” ile günah ve hatanın kastedildiğini ve Allah’ında belirttiği gibi Ehl’ül-Beyt’in günah ve hatadan temizlendiğini söylerler. Oysa ayetteki ifade onların pislikten uzaklaştırıldıklarını ve temizlendiklerini bildirmemekde, bilakis şöyle demektedir: “Allah sizden pisliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.” Konunun bütünlüğü de, burada Peygamber’in (s.a) ev halkının övülmesinin kastedildiğine dair bir ipucu vermemektedir. Tam aksine onlara ne yapıp ne yapmamaları gerektiği bildirilmektedir; çünkü, Allah onları tertemiz kılmak istiyor. Başka bir deyişle, onlara şu davranış tarzını benimserlerse, Allah’ın onları tertemiz kılacağı, aksi taktirde onları temizlemeyeceği söylenmektedir. Bununla birlikte, eğer: “Allah sizden pisliği uzaklaştırmak ve sizi tertemiz kılmak istiyor” sözünden Allah’ın onları günahsız ve hatasız kıldığı sonucu çıkarılırsa, Allah’ın namazdan önce abdest alan bütün Müslümanları da günahsız ve hatasız kılmaması için hiçbir sebep yoktur. Çünkü abdest alanlar hakkında da Allah şöyle buyurur: “Allah sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak istiyor.” (Maide: 6)