sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA ASR SURESİ 1 VE 3. AYETLER

EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA ASR SURESİ 1 VE 3. AYETLER
02.09.2023
381
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla

1- Asra andolsun;
2- Gerçekten insan, ziyan içindedir.
3- Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.(1)

AÇIKLAMA

1. Bu surede “asr”a yemin edilmesi, insanın hüsranda olduğuna ve bu hüsrandan dört özellik taşıyan kimselerin kurtulacağına dikkat çekmek içindir. 1- İman, 2- Salih amel, 3- Birbirine hakkı tavsiye etmek, 4- Birbirine sabrı telkin etmek. Şimdi bunların her birini tek tek ele alarak iyice açıklamaya çalışalım.
Yemin hakkında bundan önce pek çok yerde açıkladığımız gibi, Allah, mahlukattan bir şeye yemin ettiğinde o şeyin büyüklüğü, kemali ve garabeti dolayısıyla değil, söz konusu meseleyi ispatlamak için yemin edilen şeyin delil olarak ileri sürüldüğünü anlamalıyız. Burada da zaman üzerine yemin edilmesinin anlamı, zamanın insanının, büyük hüsran içinde olduğuna ve ondan ancak dört özellik sahibinin kurtulacağı gerçeğine şahit olmasıdır.
“Zaman” kelime olarak, geçmiş zaman ve pek uzun olmayıp her an geçmişe dahil olan şimdiki zaman için de kullanılır. Çünkü her an, gelecek zaman şimdiki zamana, şimdiki zaman da geçmiş zamana dahil olmaktadır. Burada mutlak olarak zamana yemin edilmiştir. O halde burada iki tip zaman kastedilmiştir. Yani geçmiş zamana yemin edilmesinin anlamı, insanlık tarihinin, yukarıda adı geçen dört özellikten uzak olan kişilerin hüsrana uğradıklarına şahit olmasıdır. Geçmekte olan zamana edilen yemini anlamak için, geçmekte olan zamanın, her bir insana, her bir millete bu dünyada çalışmak için fırsat verildiği zaman olduğunu bilmek gerekir. Bunun misali şöyledir:
Bir sınav salonunda öğrencilere soru verilmiştir. Zaman çok hızlı geçmektedir. Saatimizin saniyesi, zamanın hızlı geçtiğine dair yeterli fikir verebilir. Halbuki bir saniyelik zaman da uzun bir süredir. Bu bir saniyelik sürede ışık 186.000 mil kateder. Kainatta bilmediğimiz öyle unsurlar vardır ki bundan da hızlı yol alabilirler. İyi veya kötü herhangi bir işle uğraşırken saatin saniyesine bakarak geçen zamanı düşünürsek, bunların ömür dediğimiz sürenin belli bir kesitinde vuku bulduğunu anlarız. Bu süre bize bu dünyada bir fırsat olarak verilmiştir. Buradan, asıl sermayemizin çok hızlı geçen zaman olduğunu anlayabiliriz. İmam Razi, bir şahsın kavlini naklederek, “Ben bu sözden sonra Asr suresinin manasını anladım” demiştir. Razi şöyle nakleder: “Buz satan birisi pazarda şöyle bağırıyordu; “sermayesi eriyen bu şahsa merhamet edin!… Onun bu sözünü duyunca, bu söz Asr suresinin anlamıdır” dedim.” İnsana verilen ömür bir buz gibi hızla erimektedir. Eğer bunu ziyan eder veya yanlış yere harcarsa insanın hüsranına neden olur.” Onun için geçen zamana yemin edilmesinin anlamı, hızla geçen zamanın, söz konusu dört özellikten yoksun insanın dünyada ne işle meşgul olursa olsun hayatını harcadığına ve hüsranda olduğuna şehadet etmesidir. Kârlı çıkanlar ancak bu dört özelliği taşıyanlar ve bu dünyada ona göre davrananlar olacaktır. Bu, sınav salonunda kendisine belli bir süre tanınan öğrencinin, o süre içinde sorulara cevap vermek yerine başka işlerle uğraşması gibidir. Öğrenciye, yakınındaki saate işaret edilerek geçen zamanın zararına olduğu ve hüsrana uğrayacağı belirtilir. Kârlı çıkan öğrenciler ise, kendilerine tanınan zamanın her anını soruları cevaplamak için kullananlardır.
Burada “insan” kelimesi tek olarak kullanılmıştır. Ama sonraki cümlede, insanlar arasında bu dört özelliği taşıyanlar istisna edilmiştir. Onun için burada “insan” kelimesinin cins isim olarak kullanıldığını kabul etmek gerekir. Bu durumda “insan” kelimesinin kapsamına, şahıslar, güruhlar, milletler ve bütün insanoğlu girer. Yani zikredilen dört sıfattan yoksun olanlar kim ya da kimler olursa olsunlar hüsrandadırlar. Bu her şartta geçerlidir. Şahıs, millet ve insanoğlu için de hüküm aynıdır. Örneğin zehirin öldürücü özelliği vardır. Fert, toplum veya bütün insanlık zehir içmeye kalksa da sonuç değişmez. Zehir her halükârda öldürücüdür. Tıpkı bunun gibi, bu dört özellikten yoksunlarsa, küfür üzere ve kötü işler içinde bulunuyorlarsa, birbirlerini batıla teşvik ediyorlar ve nefislerine tapmayı telkin etme üzerinde birleşiyorlarsa bunlar da hüsran içindedirler.
Şimdi “hüsran” kelimesinin Kur’an’da hangi manada kullanıldığına gelelim. Lugat olarak “hüsran” kelimesi, “kâr”ın zıttıdır. Ticarette bu kelime genel olarak bir işte zarar etmeyi veya iş hayatında sürekli zarar etmeyi ifade etmek için kullanılmıştır. İnsan bütün işlerinde zarar etmiş ve sermayesini de kaybetmişse, bu kelime iflas hali için de kullanılır. Kur’an-ı Kerim “hüsran” kelimesini özel bir ıstılah olarak, “felah” kelimesinin zıttı olarak da kullanmıştır. İslam’ın felah düşüncesinin sadece dünyevî refahı değil, insanın gerçek dünyası olan ahireti de kapsadığı gibi, hüsran düşüncesi de sadece dünyevi başarısızlığı değil, aynı zamanda ahiretteki başarısızlığı da kapsar. Kur’an’daki felah ve hüsran düşüncesini önceki pek çok yerde açıkladık. Onun için burada tekrarlamayacağız. (Bkz. A’raf an: 9, Enfal an: 30, Yunus an: 23, İsra an: 102, Hacc an: 17, Mü’minun an: 1-2-11 ve 50, Lokman an: 4, Zümer an: 34) Ayrıca şu da bilinmelidir ki, Kur’an’a göre gerçek felah ahiret felahıdır ve gerçek hüsran da oradaki başarısızlıktır. Bu dünyada insanın felah dediği aslında felah değildir. Tersine onun sonucu bu dünyada bile hüsrandır. İnsanın bu dünyada hüsran zannettiği de aslında hüsran değildir. Aslında o, felaha bir vesiledir. Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde vurgulanmıştır. Konunun geçtiği yerlerde gereken açıklamaları yaptık. (Bkz. Nahl an: 99, Meryem an: 53, Taha an: 105, Leyl an: 3 ve 5) Kur’an kesinlikle buyuruyor ki, “insan büyük hüsrandadır.” Bunun anlamı, hem dünyada, hem de ahirette hüsrandır. Bu hüsrandan ancak aşağıdaki dört özelliği taşıyanların kurtulması, iki dünyada da hüsrandan kurtulmalarıdır.
Şimdi, kurtuluşa ermenin kendilerine bağlı olduğu dört sıfata bakalım.
Birinci imandır. Bu kelime Kur’an’ın bazı yerlerinde, sadece lisan ile ikrar etmeye dayalı iman için kullanılmıştır. (Mesela, Nisa 137, Maide 54, Enfal 20-27, Tevbe 38, Saff

2) Bu kelimenin asıl manası samimi bir kalb ile inanmak ve yakîne ulaşmaktır. Arapça kullanımda da aynı anlamdadır. Lugatta “amene lehu”nun manası, “saddaka ve i’temede aleyhi” (tasdik etti ve itimat etti) dir. “Amenebihi”nin manası, “Aykene bihi” (ona yakîn etti) dir. Kur’an-ı Kerim gerçek imanın ne olduğunu aşağıdaki ayetlerde açıklamıştır: “Mü’minler onlardır ki Allah’a ve Rasulüne inandılar, sonra şüphe etmediler” (Hucurat 15) , “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra doğru yolda sebat edenler” (Fussilet 30) , “Mü’minler o kimselerdir ki Allah (c.c.) anıldığı zaman yürekleri ürperir…” (Enfal 2) , “İnananlar en çok Allah’ı severler.” (Bakara 165) , “Hayır, Rabb’in hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar.” (Nisa 65)
Aşağıdaki ayette biraz daha ileri gidilerek lisan ile ikrara dayalı iman ve gerçek iman arasındaki fark belirtilmiştir. Burada, asıl istenenin gerçek iman olduğu, sadece lisan ile ikrarın yeterli olmayacağı belirtilmiştir: “Ey inananlar! Allah’a ve Rasulüne inanın…” (Nisa 136) .
Burada bir soru ile karşı karşıya kalıyoruz. İman etmemiz emredildiğinde nelere iman edilmesi kastediliyor? Kur’an-ı Kerim’de bu sorunun cevabı açıkça bildirilmiştir. İman etmekten muradın birincisi Allah’a iman etmektir. Ancak sadece varlığına değil, aynı zamanda tek İlah olduğuna, şeriki olmadığına, insanların ibadet ve itaat edeceği yegane zat olduğuna, insanların kısmetini düzenleyip bozanın ancak Allah (c.c.) olduğuna, dua ve tevekkül edilecek varlığın ancak O olduğuna, ancak O’nun emirlerine uyulup ve ancak O’nun yasaklarından kaçınılacağına, O’nun farzlarının yerine getirilip O’nun menettiklerinden uzak durulacağına, her şeyi duyan ve görenin ancak O olduğuna, insanın sadece fiillerini değil, fiillerini harekete geçiren gizli niyetlerini de bildiğine inanmaktır. İkincisi Rasulullah’a inanmaktır. O’nun Allah (c.c.) tarafından tayin edilmiş yol gösterici olduğuna, getirdiği talimatın Allah (c.c.) tarafından ve hakk olduğuna, O’na itaat etmenin zorunlu olduğuna inanmaktır. Risalete iman etmek aynı zamanda meleklere, semavî kitaplara, peygamberlere ve Kur’an’a inanmaya da şamildir. Çünkü bunlar Allah (c.c.) Rasulü’nün getirdiği talimatların bir parçasıdırlar. Üçüncüsü ahirete inanmaktır. İnsanın bu dünya hayatı ilk ve son değildir. İnsan ölümden sonra tekrar diriltilecektir. Bu dünyada işlediği amellerin hesabını Allah’a verecek ve bunun sonunda salih olanlar mükafaatlandırılacak, kötü olanlar cezaya çarptırılacaklardır. Bu şekildeki iman, üzerine temiz hayattan bir bina inşa edilebilecek ahlâk, yaşayış ve karakter için sağlam bir temel teşkil eder. Yoksa, insanın hayatı ne kadar parlak gözükse de eğer imanı yoksa onun durumu dalgaların amansız olarak sağa sola sürüklediği ve hiçbir yerde karar kılamayan çabasız bir gemiye benzer.
İnsanın hüsrandan kurtulması için gerekli olan, imandan sonraki ikinci özellik salih ameldir. “Salih” kelimesinin anlamı bütün iyiliği kapsar. Küçük ve büyük iyilik de buna dahildir. Ama Kur’an’a göre iman kökü olmayan hiçbir amel salih amel sayılmaz. Herhangi bir amel Allah (c.c.) ve Rasulü’nün bildirdiği hidayete uygun işlense de iman olmaksızın salih amel sayılmaz. Onun için Kur’an-ı Kerim’de nerede salih amelden sözedilmişse orada iman da zikredilmiş ve salih amel imandan sonra anılmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de hiç bir yerde imansız amel zikredilmemiştir. Aynı zamanda hiçbir yerde, iyi bile olsa imansız bir amele mükafaat ümidi verilmemiştir. Diğer taraftan, faydalı ve muteber imanın, amel ile ispat edilmiş iman olduğu belirtilmiştir. Yoksa, salih amel olmadan yürütülen bir iman davasını insan kendi kendine reddetmiş olur. Çünkü o insan, iman iddiasına rağmen Allah (c.c.) ve Rasulü’nün gösterdiği yoldan başka bir yol takip etmektedir. İman ve salih amel ilişkisi, tohum ve ağaç ilişkisi gibidir. Eğer toprakta tohum yoksa ağaç meydana gelmesi söz konusu olamaz. Ama eğer toprakta tohum olduğu halde ağaç meydana gelmiyorsa onun anlamı tohumun toprakta gömülü kalmış olmasıdır. Onun için Kur’an’da verilen müjdeler, iman etmenin yanında salih amel de işleyenler için geçerlidir. Bu surede de, insanın hüsrandan kurtulması için imandan sonra salih amel işlemesi gerektiği bildirilmiştir. Diğer bir ifadeyle, salih amel olmadan sadece iman ile bir insan hüsrandan kurtulamaz.
Yukarıda zikredilen iki sıfat her fertte olmalıdır. Bu surede daha sonra, hüsrandan kurtulmak için gerekli iki sıfat daha açıklanmıştır. Bunlar, iman ettikten ve salih amel işledikten sonra birbirine hakkı telkin ve sabrı tavsiye etmektir. Bunun anlamı, birincisi, iman edenler ve salih amel işleyenler bunu ferdî olarak yapmakla kalmamalı, aynı zamanda mü’min ve salih bir toplum meydana getirmelidirler. İkincisi, bu toplumu bozulmaktan koruyabilmek için her fert kendi sorumluluğunu idrak etmelidir. Onun için toplumunun bütün üyelerine, birbirlerine hakkı ve sabrı telkin etmeleri farzdır.
“Hakk” kelimesi “batıl”ın zıttıdır. Genellikle bu iki manada kullanılır. Birincisi, doğruya, adalete uygun ve gerçek sözdür. İster akidevî iman ile ilgili olsun, ister dünyevî meseleler hakkında olsun aynıdır. İkincisi, insanın yerine getirmesi vacip olan haktır. O, Allah’ın hakkı, insanların hakkı veya nefsinin hakkı olabilir. Hak kelimeyi tavsiye etmenin anlamı, ehl-i imandan müteşekkil toplumun, hakka karşı batılın yayılmasına seyirci kalmayacak kadar duyarlı olmasıdır. Bu gibi toplumlarda ne zaman ve nerede batıl baş kaldırsa, hak kelimesini söyleyenler seslerini yükseltmelidirler. Toplumda her fert sadece kendisi hakkı, doğruluğu ve adaleti yerine getirmekle kalmamalı, aynı zamanda bunu başkalarına da tavsiye etmelidir. Bir cemiyeti ahlâkî düşüş ve inhitattan korumak ancak bu şekilde mümkün olur. Eğer cemiyette bu ruh yoksa toplum hüsrandan kurtulamaz. Şahsî olarak hak üzerinde bulunanlar, cemiyetin bozulmasına seyirci kalmaları sonucu hak üzerine de kaim kalamazlar. Hüsrandan kurtulamazlar. Bu nedenle Maide suresinde Hz. Davud ve Hz. İsa diliyle Beni İsrail’e lanet edilmiştir.
Bu lanetin sebebi, o dönemde Yahudi toplumunda yaygın olan günah ve zulüm irtikabını birbirlerinden menetmemeleriydi. (Maide 78-79) Ayrıca A’raf suresinde, Beni İsrail’in Cumartesi yasağını açıkça çiğneyerek balık tutmaya başladıkları, bu nedenle de onlara azab indirildiği, bu azabtan ancak günahı önlemek için çaba sarfedenlerin kurtulduğu açıklanmıştır. (A’raf 163-166) Aynı şey Enfal suresinde de açıklanmıştır: “Azabı, sadece günah işleyenlerle kalmayacak fitneden sakının.” (Enfal 25) Onun için emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker ümmete farz kılınmıştır. (Al-i İmran 104) Bu farizayı yerine getiren bu ümmete, en hayırlı ümmet denmiştir. (Al-i İmran 110)
Hak kelimeyi tavsiyenin yanısıra, ehl-i iman ve onların toplumunun hüsrandan kurtulabilmesi için toplum üyelerinin birbirine sabrı telkin etmesi de şart koşulmuştur. Yani hakkın ve onu himaye etmenin uğrunda karşılaştıkları bütün zorluk, musibet, meşakkat, zarar ve mahrumiyetler karşısında birbirlerine, sebat göstermeyi telkin etmelidirler. Her fert, bu şartlara karşı sebat göstermesi için diğerine cesaret vermelidir. (İzah için bkz. Dehr an: 16, Beled an: 14)
ASR SURESİNİN SONU

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.