EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA KASAS SURESİ GİRİŞ
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun
028 – KASAS SURESİ
GİRİŞ
Adı: Bu sure, adını, 25. ayetinde geçen “el-Kasas” kelimesinden alır. “Kasas”, lugatte, olayları uygunluk sırasına göre zikretmektir. Dolayısıyla bu anlamla oluşan bakış açısına göre de, “Kasas” kelimesi sure’ye uygun düşen bir ad olabilmektedir; zira surenin içinde Hz. Musa’nın (a.s) kıssası ayrıntılarıyla anlatılmaktadır.
Nüzul Zamanı: Daha önce Neml Suresi’nin girişinde de zikredildiği gibi, İbn Abbas ve Cabir b. Zeyd’in rivayetine göre; Şuara, Neml ve Kasas sureleri birbiri ardınca nazil olmuştur. Dil, uslûb ve konuları da bu üç surenin vahiy dönemlerinin hemen hemen aynı olduğunu göstermektedir. Aralarındaki benzer özelliklerin diğer bir sebebi, Hz. Musa’ya (a.s) ait kıssanın, bu surelerde hikayenin bütününü oluşturan muhtelif yerlerinde zikredilmiş olmasıdır. O, Şuara Suresi’nde risalet görevini kabul etmemesi hakkında şöyle bir mazeret ileri sürüyordu: “Firavun’un kavmi bana bir suç isnadında bulunuyor, bu yüzden beni öldürmelerinden korkuyorum.” Daha sonra Firavun’un huzuruna çıktığında Firavun şöyle diyecekti: “Biz seni bir çocukken evimizde alıp büyütmedik mi? Hayatının bir çok yılını aramızda geçirdin, sonunda yapacağını yaptın.” Bu surede başka hiç bir şey zikredilmemiştir, oysa Kasas Suresi’nde kıssaya ait diğer ayrıntılar da mevcuttur. Aynı şekilde Neml Suresi’nde de kıssa apansız biçimde Hz. Musa’nın (a.s) ailesiyle birlikte seyahate çıktığı ve birden biraz ötede bir ateş gördüğü zamandan başlayıverir.
Bu surede de seyahatin mahiyeti yahut nereden geldikleri veyahut da nereye vardıkları başlarına neler geldiği konusunda hiçbir şey zikredilmez, oysa Kasas Suresi tüm gerekli ayrıntıları ihtiva etmekedir. Şu halde bu üç sure birlikte okunduğunda Hz. Musa’nın (a.s) kıssası tamamlanmış olmaktadır.
Konu: Anafikir, Hz. Muhammed’in (s.a) peygamberliği karşısında çoğalan şüphe ve itirazları bertaraf etmek ve kendisine iman etmemek için ileri sürülen mazeretleri geçersiz kılmaktadır.
Bu amaçla ilkin, Musa’nın (a.s) kıssasının vahyediliş dönemi, telmih ve temsilen anlatılmakta, böylece dinleyenlerin zihninde şu noktalar kendiliğinden uyandırılmış olmaktadır.
a) Allah irade buyurduğu her vasıta ve saiki, idrak edilemeyen yollarla devreye sokar. Allah aynı şekilde nesne ve olayları öyle ayarlamıştır ki, Firavun’u iktidarından uzaklaştıran çocuk, bizzat Firavun’un evinde beslenip, büyümüş ve Firavun, kimi beslediğini bilememiştir. Şu halde kim Allah ile savaşabilir ve O’nun planlarıyla başedebilir?
b) Peygamberlik bir kimseye gökler ve yerlerden yayınlanan bir bildiriyle, şenlikler içinde kutlanarak bahşedilmez. Sizler Hz. Muhammed’in (s.a) nasıl olup da beklenmedik bir şekilde peygamberlikle müjdelendiğine akıl erdiremiyorsunuz, oysa bizzat kendinizin bir peygamber olarak kabul ettiğiniz (48. ayet) Hz. Musa (a.s) da umulmadık bir zamanda peygamber olmuştur; bir seyahatte Sina Dağı’nın ıpıssız eteğinde hiç kimsenin ne olacağını bilmediği zamanda… Hatta bizzat Hz. Musa (a.s) bile peygamberlikle müjdelendiği anın bir öncesine kadar durumu bilmiyordu. Aslında bir parça ateş getirmeye gitmiş ve fakat, peygamberlik bağışıyla dönmüştü.
c) Allah’ın, bir görevi yerine getirmesini istediği kimse, ordusuz, zırhsız, görünürde bir destek yahut arkasında bir kuvvet olmadan, çok güçlü ve çok donanımlı muhaliflerini yenilgiye uğratır. Hz. Musa’nın (a.s) kuvvetleri ile Firavun arasındaki güç farkı, Hz. Muhammed (s.a) ile Kureyş arasındakinden çok daha belirgindi ve şimdi ise bütün dünya, sonunda kimin galip geldiğini, kimin yenildiğini bilmektedir.
d) Siz Hz. Musa’dan (a.s) tekrar bahisle, “Niçin Musa’ya verilen asa, parlayan el… vs. gibi mucizelerin aynısı Muhammed’e verilmedi?” diyorsunuz. Hz. Musa’nın Firavun’a gösterdiği türden mucizeler size de gösterildiğinde hemencecik inanıvercekmişsiniz gibi (!) … Peki, kendilerine mucize gösterilenler buna mukabil nasıl karşılık verdiler, biliyor musunuz? Onlar mucizeleri gördükten sonra bile inanmamış ve yalnızca şöyle demişlerdi: “Bu sihirdir”; zira hakikate karşı düşmanlık beslemekte ve ayak diretmekteydiler.
Aynı hastalık bugün sizi de yakalamış. Siz de sadece aynı türden mucizeler gösterildiğinde mi inanacaksınız? Öyleyse mucizeleri gördükten sonra inanmayanların akibetini biliyor musunuz? Onlar Allah tarafından helâk edilmişlerdi. Şimdi inatla mucize isteyerek aynı felaketle karşılaşmayı mı istiyorsunuz?
Bütün bunlar, bu kıssayı dinleyen Mekke’nin putperest çevresine mensup herkesin zihninde kendiliğinden vurgulanmış oluyordu. Zira bir zamanlar Hz. Musa (a.s) ile Firavun arasında vuku bulan çatışmanın benzeri şimdi Mekke müşrikleri ile Rasûlullah (s.a) arasında cereyan ediyordu. Musa’ya (a.s) ait kısssanın anlatılmasının sebeb-i hikmeti buydu ve böylece Mekke’de hüküm süren şartlarla Hz. Musa (a.s) döneminde mevcut olan şartlar arasındaki benzerlik, ayrıntılara varıncaya kadar kendiliğinden belirtilmiş oluyordu. 43. ayetten itibaren ise surenin içeriği asıl anafikre yönelmeye başlamaktadır.
Hemen girişte Rasûlulah’dan (s.a) iki bin sene önceki tarihî olayların, bu denli sarih biçimde anlatılmasının nedeni Rasûlullah’ın (s.a.) risaletine delil teşkil etmesi içindir. Zira o bir ummiydi. Gerek hemşehrileri, gerekse kabilesi bunun pek iyi farkındalardı ki, Hz. Muhammed’in (s.a) böyle ikibin yıllık bilgileri alabileceği bir kaynak, bildikleri kadarıyla bulunmuyordu.
Dahası, onun bir peygamber olarak tayin edilmesi, Allah’ın kendilerine bir lutfu olarak değerlendirilmelidir. Zira onlar gafildiler ve Allah bu icraatı onlar hidayet bulsun diye yapmaktaydı. Böylece onların sık sık tekrarladıkları “Niye bu peygamber Musa’nın getirdiği mucizeleri getirmiyor?” itirazları da cevaplanmış oluyordu. Şöyle ki: “Sanki siz -bizzat tasdik ettiğiniz gibi- Alllah’dan mucizeler getiren Musa’ya (a.s) inanmış mıydınız da, bu Rasûl’den mucize istemekte haklı olasınız? Şehvet ve heveslerinize tapmadığınız sürece hâlâ hakikatı görme şansınız var. Fakat bu hastalıktan kurtulamadığınız takdirde, size ne tür mucize gösterilirse gösterilsin hakikati asla göremezsiniz.
Sonra Mekke müşrikleri uyarılmakta ve o günlerde vuku bulan bir hadisenin hatırlatılmasıya utandırılmaktadırlar. Olay şudur: Bir grub Hıristiyan Mekke’ye gelmiş ve Rasûlullah’dan (s.a.) Kur’an’ı işitince müslüman olmuştu. Mekkeliler bundan bir ders almak yerine öylesine feveran ettiler ki, Ebu Cehil’in öncülüğünde hepsine fena muamelede bulundular.
Surenin son bölümü müşriklerin Rasûlullah’a (s.a.) neden inanmadıkları yolundaki mazeretlerini ele almaktadır. Korktukları şey şuydu: “Eğer biz Arapların çok tanrılı itikadından vazgeçip de, onun yerine tevhid inancını benimsersek, bu bizim dinî, siyasî ve ekonomik alandaki üstülüğümüzün sonu olur; çünkü aksi durumda Arabistan içinde en etkili kabile olma statümüzü kaybederiz; üstelik ülkede gidebileceğimiz hiçbir yer kalmaz.” Kureyş ileri gelenlerini, hakikate düşman olmaya iten temel neden buydu; bunun dışındaki şüphe ve itirazları yalnızca halkı aldattıkları birer bahaneden ibaretti. Allah (c.c) surenin sonunu tamamen bunlara ayırarak her birinin gerçek yüzünü, hikmetli bir şekilde sergilemiş ve Hak ile batıl’ı ayırmada yalnızca dünyevî çıkarları ölçü alanların bu temel hastalığına çözüm teklif etmiştir.