EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA MAUN SURESİ 2 VE 7. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
2- İşte(4) yetimi itip-kakan,(5)
3- Yoksulu doyurmayı(6) teşvik etmeyen odur.(7)
4- İşte (şu) namaz kılanların vay haline,(8)
5- Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar,(9)
6- Onlar gösteriş yapmaktadırlar,(10)
7- Ve ‘ufacık bir yardımı (veya zekâtı) da’ engellemektedirler.(11)
AÇIKLAMA
4. Burada “fe zâlike’llezî” buyurulmuştur. Bu cümledeki “fe” bir cümle yerine geçmektedir. Yani, “sen bilmiyorsun, bilmelisin ki odur” anlamındadır. Ya da şu manadadır: “ahireti inkâr ettiği için o şahıs böyledir ki…”
5. “Yedi’ul yetim” kullanılmıştır. Bunun birkaç manası vardır. Birincisi, yetimin hakkını yer ve babasının bıraktığı mirasa el koyarak yetimi kovar, şeklindedir. İkincisi, yetim ona yardım için gelirse merhamet etmez, hatta yanından kovar. Yetim çaresizlik dolayısıyla gitmez ve beklemeye devam ederse iterek kovar, şeklindedir. Üçüncüsü, o yetime zulmeder. Mesela yetimi evine akraba olarak aldıysa bütün ev halkına hizmet ettirir. Yetim evde herkesin kahrını çekmek zorunda kalır, şeklindedir. Bunun yanısıra bu kelimeden, o şahsın bu tip davranışları arasıra yapmadığı, tamamen âdet haline getirdiği de çıkar. Yaptığı işin kötü olduğunu da düşünmez. Hiçbir şey hissetmeden bu tavrına devam eder ve yetimin yalnız olduğunu, yardım edeninin olmadığını zanneder. Onun için yetimin hakkını yemekte bir sakınca görmez. Ya elinden tutar ama zulmeder, ya da yardım için geldiğinde kovar.
Bu konudaki ilgi çekici bir olayı Kadı Ebu’l Hasan el-Maverdî, A’lamun Nübüvve isimli eserinde yazar. Ebu Cehil bir yetimin varisiydi. Bu çocuk bir gün çıplak halde Ebu Cehil’in yanına gitti. Babasının bıraktığı maldan kendisine yardım etmesi için ona rica etti.
Ama zalim Ebu Cehil çocuğa aldırmadı bile. Yetim, üzgün olarak geri döndü. Kureyş’in bazı ileri gelenleri kötülük olsun diye çocuğa Hz. Muhammed (s.a) ‘e gidip şikayet etmesini tenbihlediler. Ayrıca, malını vermesi gerektiğini Ebu Cehil’e söylemesini Hz. Muhammed’e (s.a) rica etmesini de tenbihlediler. Çocuk çaresizdi ve Ebu Cehil ile Hz. Muhammed (s.a) arasındaki ilişkiyi bilmiyordu. Ayrıca Kureyş’in bedbaht ileri gelenlerinin de kendisine bunu niçin tavsiye ettiklerini bilmiyordu. Onun için çocuk Resulullah’a giderek durumu anlattı. Rasulullah hemen ayağa kalktı. Çocuğu yanına alarak en büyük düşmanı olan Ebu Cehil’in yanına gitti. Ebu Cehil Rasulullah’ı karşıladı. Rasulullah, “bu çocuğun hakkını ver” dedi. Ebu Cehil kabul ederek hemen çocuğun malını teslim etti. Kureyş’in ileri gelenleri Rasulullah ile Ebu Cehil arasında neler geçeceğini görmek için bu olayı izliyorlardı. İkisinin arasında tartışma çıkacağını zannediyorlardı. Ama Ebu Cehil’in uysal davrandığını görünce hayretler içinde kaldılar. Ebu Cehil’e gelerek “Sen de mi atalarının dininden döndün?” dediler. O, “Allah’a yemin ederim ki dinimi terketmedim. Ama ben Muhammed’in sağ ve solunda birer mızrak gördüm. Hareket edersem bana saplanır zannettim” dedi. Bu olay Arapların ileri gelen ve şerefli kabile reislerinin bile yetimlere, zayıflara nasıl davrandıklarını göstermekle kalmaz, ayrıca Rasulullah’ın ne kadar yüksek ahlâk sahibi olduğunun da delilidir. Onun bu ahlâkı karşısında en kötü düşünceli bir kimse bile etkisi altında kalır. Buna benzer bir olayı daha önce de bir yerde naklettik. Rasulullah, bu muhteşem ahlâkî etkisi dolayısıyla Kureyş’teki kafirler tarafından sihirbaz olarak isimlendirilmiştir.
6. “İt’amu’l miskin” değil, “ta’amu’l miskin” kelimesi kullanılmıştır. Eğer “İt’amu’l miskin” denilseydi, “miskinlere yemek yedirmeye teşvik etmez” olurdu. “Ta’amu’l miskin” denilmesi şu anlamı taşır: “Miskinin kendi yemeğini vermez.” Diğer bir ifadeyle, o yemek miskine aittir, yemeği verenlere değil. Bu yemek, verenlerin üzerine vacip olan yetimin hakkıdır. Veren, onu bir bahşiş olarak vermemekte, tersine, yetimin hakkı olduğu için zorunlu olarak vermektedir. Aynı konu Zariyat suresi 19. ayette de belirtilmiştir: “Onların mallarında sâil ve mahrumların hakkı vardır.”
7. “La yehuddu”nun anlamı, o şahsın kendisi bu işi yapmadığı gibi, evdekileri de miskinlere yemek yedirmek için teşvik etmemesidir. Ayrıca diğer insanları, toplumdaki fakir ve muhtaçlara yemek yedirmek için teşvik etmemesi de bunun içine girer. Böylece toplumda fakir ve muhtaçların hakkını vererek açlığı gidermek için insanları teşvik etmez.
Allah’ın burada iki bariz misalle anlattığı konu, ahireti inkar edenlerin ne kötü meziyet sahibi olduklarını göstermektedir. Burada asıl maksat, ahireti yalanlayanlarda bulunan yetimi itip kakmak ve miskinlere yemek yedirmemek kötülükleri üzerinde durmak değildir; aslında burada dikkat çekilen nokta, sayısız kötülüğün ahireti yalanlamanın sonucu olarak meydana geldiğidir. Ama ayette, her şerefli insanın ve selim fıtrat sahibinin en kötü ahlâkî tutum olarak kabul edebileceği sadece iki kötülük örnek gösterilmiştir. Ayrıca şuna da işaret edilmiştir: Aynı şahıs Allah (c.c.) huzurunda hesap vermeye inansaydı, yetimin hakkını yemek, ona zulmetmek, onu kovmak, miskinlere yemek yedirmemek ve başkalarını ona yedirmekten alıkoymak gibi rezil hareketlerde bulunmazdı. Ahirete inananların özellikleri Asr ve Beled surelerinde açıklanmıştı: Onlar insanlara rahmet beslerler ve birbirlerine hakkı yerine getirmeyi tavsiye ederler.
8. “Fe veylün lil musallîn” ifadesi kullanılmıştır. Burada “fe”nin anlamı, ahireti açıkça inkar edenlerin, az önce zikredildiği üzere halini gördün demektir. Şimdi namaz kılan münafıkların hali açıklanacaktır. Yani müslümanların saflarına katılırlar. Zahiren müslüman görünmelerine rağmen ahireti yalanlarlar. Onun halini görün ki, kendine ne gibi bir felaket hazırlamaktadır.
“Musallîn”in manası, “namaz kılanlar”dır. Siyak ve Sibaka göre “musallîn”in anlamı, ileride özellikleri açıklandığında da görüleceği gibi, aslında “namaz kılan” değil, “ehl-i salat” yani müslümanların topluluğuna dahil olandır.
9. “Fî salâtihim sahun” denmemiştir. “An salâtihim sahun” buyurulmuştur. Eğer “fî salâtihim sahun” kullanılsaydı ayetin anlamı, “namazlarında gafildirler” olurdu. Oysa namaz kılarken bir şeyi unutmak şeriatte nifak değil, hatta günah bile değildir. Aslında bu tip gaflet, hakkında korkutma yapılacak bir eksiklik değildir. Rasulullah da namazda unutmuş ve telafi etmek için sehiv secdesi yapmıştır. “An salatihim sahun”un manası, “onlar namazlarından gafildirler” şeklindedir. Namaz kılıp kılmaması farketmez. Bazen kılar bazen kılmazlar. Kılarken de tam son vakitte kılarlar. Vakit bitmek üzereyken formalite gereği namazı çabucak yerine getirirler. Namaza isteksiz kalkarlar. Namazı kılmaları, bir musibeti başlarından atmak ister gibidir. Namazda elbiseleri ile oynar ve esnerler. Namazlarının Allah’ı anmakla en ufak ilgisi yoktur. Namaz boyunca ne okuduklarını hissetmezler. Okurken de kalpleri başka yerdedir. Namazı çabuk çabuk kılar, rüku ve sücudu doğru dürüst yapmazlar. Namazı sadece bir şekil olarak eda eder ve kurtulurlar.
Pek çokları da, bir yerde namaz kılan varsa kılar, yoksa namaza aldırmazlar. Namaz vaktinin gelip geçtiğini bile hissetmezler. Ezan sesinin neye davet etmekte ve kimi davet etmekte olduğuna aldırmazlar. Bütün bunlar ahirete iman etmediklerine işarettir. Çünkü müslüman olduklarını söyleyenlerin bu amelleri, aslında namaz kılıp kılmamanın ceza ve mükafat ile karşılanacağına inanmadıklarını gösterir. Namaz kılmazlarsa onlara bir ceza verileceğine, kılarlarsa da mükafat verileceğine inanmazlar. Onun için Enes b. Malik ve Ata b. Dinar diyorlar ki, “Allah’a şükrederim ki O -fi salatihim sahun- değil de, -an salatihim sahun- buyurdu.” Yani biz namazlarda unuturuz, ama namazlarımızdan gafil değiliz. Onun için münafıklardan sayılmayacağız….
Kur’an-ı Kerim’de münafıkların durumu başka yerlerde şu şekilde açıklanmıştır. “Namaza üşene üşene kalkarlar.” (Tevbe 54) Rasulullah, bunun münafığın namazı olduğunu bildirmiştir. Rasulullah bu sözünü üç kere tekrarlamıştır. Sözüne devam eden Rasulullah şöyle demiştir: “Asr vaktinde oturarak güneşin batışını seyreder. Güneş şeytanın iki boynuzu arasına girene kadar seyretmeyi sürdürür. (Yani gurup vaktine yakın bir zamana kadar oturur.) Bu vakitten sonra kalkar, horozun yerden yem toplaması gibi dört defa eğilir kalkar. Allah’ı da çok az zikreder” (Buharî, Müslim ve Müsned-i Ahmed) Sa’d b. Ebi Vakkas’tan, oğlu Mus’ab şöyle rivayet etmiştir: “Ben Rasulullah’a namazdan gafil olanlar hakkında sordum. Rasulullah, onların namaz vaktini geciktirdiklerini söyledi” (İbn Cerir, Ebu Ya’la, İbn Münzir, İbn Ebi Hatim, Taberanî Evsat’ta, İbn Merduye, Beyhaki es-Sünen’de bu rivayet Sa’d’ın kendi sözü olarak da nakledilmiştir. Bu naklin senedi daha kuvvetlidir. Bu kavlin, Rasulullah’tan hadis olarak merfuen rivayet edilmesini Beyhakî ve Hakîm zayıf kabul etmiştir.)
Mus’ab’ın diğer bir rivayeti de şöyledir: Babasına bu ayet üzerinde düşünüp düşünmediğini sormuş ve “Bunun anlamı namazı terketmek mi? Yoksa murad namaz kılan kişinin başka şeye dalması mı? Bundan murad namazı ziyan etmektir. Namazı gecikerek kılmaktır.” (İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe, Ebu Ya’la, İbn Münzir, İbn Merduye, Beyhakî Sünen’de.)
Burada şu iyice anlaşılmalıdır ki, namaz sırasında başka düşüncelere dalmak ayrı şeydir, namaza hiç dikkat etmemek ve namazda her zaman başka şeyler düşünmek ayrı şeydir. Birinci özellik insanın zaafındandır. İrade dışı olarak insanın aklına bazı düşünceler gelebilir. Bir mü’min dikkatinin namazdan kaydığını hissettiği anda yeniden dikkatini toplamaya çalışır. İkinci özellik ise, namazdan gafil olma tarifine girer. Çünkü onun namazı bir egzersiz gibidir.
Kalbinde Allah’ı zikretme şeklinde bir niyet yoktur. Namazın başından sonuna kadar, kalbi hiçbir an Allah’a yönelmez. Hangi düşünceyle namaza başlamışsa o düşünceyle namazdan çıkar.
10. Bu cümle müstakil bir cümle de olabilir, önceki cümle ile ilgili de olabilir. Eğer müstakil bir cümle olarak anlarsak anlamı şöyle olur: Hiçbir iyi işi Allah (c.c.) için halis niyetle yapmaz. Onun her yaptığı başkalarına gösteriş içindir. Başkaları onu medhetsin ve onu dünyada hayır sahibi olarak meşhur etsin diyedir. Yaptığının karşılığını bu dünyada görmekten başka bir şey düşünmez. Eğer önceki cümleyle birlikte düşünürsek anlamı şöyle olur: Namazı gösteriş için kılar. Müfessirler genellikle ikinci manayı tercih etmişlerdir. Çünkü ilk bakıtşa bu cümlenin, önceki cümleyle birlikte olduğu anlaşılıyor. İbn Abbas, bundan muradın gösteriş için namaz kılan münafık olduğunu söylemiştir. Çünkü o tip insanlar, başka kimse varsa namaz kılarlar, kimse görmüyorsa namaz kılmazlar. İkinci bir rivayette cümle şöyledir: Yalnızken namaz kılmazlar başkası olduğunda kılarlar. (İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Ebi Hatim, İbn Merduye, Beyhakî) Kur’an’da münafıkların bu hali açıklanarak, “namaza kalktıklarında üşenerek kalkar ve gösteriş için namaz kılarlar. Allah’ı da çok az zikrederler” buyurulmuştur. (Nisa, 142)
11. Burada “maun” kelimesi kullanılmıştır. Hz. Ali, İbn Ömer, Said b. Cübeyr, Katade, Hasan Basrî, Muhammed b. Hanefiyye, Dahhak, İbn Zeyd, Mücahid, Ata ve Zührî’ye göre bundan kasıt zekattır. İbn Abbas, İbn Mesud, İbrahim Nehaî, Ebu Malik ve pek çoklarına göre de bundan kasıt, günlük ihtiyaç olan eşyadır. Mesela tencere, kova, balta, terazi, tuz, su, ateş vs. İnsanlar bunları kullanmak için birbirlerine ödünç verirler. Said b. Cübeyr ve Mücahid’den bir kavil de bunu teyid etmektedir. Hz. Ali’nin bir kavline göre de bundan kasıt hem zekat hem de zarurî eşyalardır. İbn Ebi Hatim, İkrime’den nakletmiştir ki, “Maun’un en üstü zekat, en aşağısı da insanın ödünç olarak verdiği elek, kova veya iğnedir.” Abdullah b. Mesud şöyle buyurmuştur: Biz Rasulullah’ın ashabı olarak şöyle diyoruz. (Bazı rivayetlerde Rasulullah döneminde böyle denmiştir.) “Maun’dan kasıt tencere, balta, kova ve ödünç verilen bu gibi eşyalardır.” (İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe, Ebu Davud, Neseî, Bezzar, İbni Münzir, İbn Ebi Hatim, Taberanî, İbn Merduye, Beyhakî) Sad b. Iyaz, isimlerini açıklamadan Rasulullah’ın ashabından hemen hemen aynı kavli nakletmiştir. Yani O, bunu müteaddit sahabeden duymuştur. (İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe) Deylemî, İbn Asakir ve Ebu Nuaym, Ebu Hureyre’den Rasulullah’ın bu ayeti şöyle tefsir ettiğini rivayet etmişlerdir: “Bundan kasıt balta, kova ve bu gibi diğer eşyalardır.”
Eğer bu rivayet doğruysa, galiba bundan diğer ashabın haberi yoktu. Yoksa onların bu ayeti başka türlü tefsir etmeleri mümkün değildir.
Aslında “maun”, kendisinde insanlar için fayda bulunan küçük ve az bir şeye denir. Bu anlamda zekat da maun’dur. Çünkü o da pek çok maldan, yoksullara verilen küçük bir paydır. Diğer taraftan genel ihtiyaç eşyaları da maundur. Nitekim İbn Mesud bu görüşte olanlardandır. Müfessirlerin çoğuna göre “maun”, komşuların birbirlerine ödünç verdiği ufak tefek eşyalara şamildir. Bunları almakta bir mahzur olmayan ve zengin olsa da fakir olsa da insanın ihtiyaç duyduğu eşyalardır. Bu tür şeyleri vermekte cimrilik gösteren, ahlâken çok zelil bir hareket yapmış olur. Çünkü bu gibi şeyler ödünç verildiğinde onda hiç bir eksiklik meydana gelmez. “Maun”un tarifi şöyle de olabilir: Evine misafir gelen bir kişinin, komşusundan ödünç yatak alması, komşusunun tandırında ekmek pişirmek istemesi veya bir kaç gün için misafirlik nedeniyle ayrıldığında kıymetli eşyalarını komşusuna emanet olarak bırakmasıdır. Hulasa olarak maksat, ahireti inkar eden bir kimsenin başkalarına böyle küçük fedakârlıkları bile göstermeyecek kadar küçük kalpli olduğunu vurgulamaktır.
MAUN SURESİNİN SONU