EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA MÜCADELE SURESİ (GİRİŞ)
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
MÜCADELE SURESİ
GİRİŞ
Adı: Bu surenin adı “Mücadele” veya “Mücadile” olarak bilinir. Bu ad, surenin ilk ayetinde geçen “tucâdiluke” fiilinden alınmıştır. Çünkü surenin girişinde beyan edilen bir olayı, yani bir kadının Hz. Peygamber’den (s.a) kocasıyla arasındaki “zıhar” meselesine çözüm bulmasını, böylelikle kendisini ve çocuklarını mahvolmaktan kurtarması için sürekli ve ısrarlı taleplerini, Allahu Teâlâ, “Mücadele” olarak nitelemiştir. Dolayısıyla surenin adı da “Mücadele” olmuştur. Ancak bu kelimeyi “Mücadile” şeklinde ism-i fail olarak okumak da mümkündür ki o zaman, söz konusu meselede ısrar eden kadına atıf yapılmış olur.
Nüzul Zamanı: Bu surenin nüzul zamanı ile ilgili kesin bir rivayet bulunmamaktadır. Ancak sure içinde mevcut bir karineden hareketle, bu surenin 5. hicri yılın Şevval ayında yapılan Ahzab Gazvesi’nden sonra nazil olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Ahzab Suresi’nde, evlatlık edinilen çocukların, gerçek evladın yerini almasının mümkün olmadığı beyan edilirken, kendilerine zihar yapılan kadınların da, hiç bir surette kocalarının anneleri konumuna geçemeyeceği vurgulanmıştır. Mesele, sadece bu kadar kısa bir değini ile geçiştirilmiş ve zıharın, günah veya bir suç olduğu şeklinde bir tanım yapılmayıp, hadise bir hükme de bağlanmamıştır. Fakat bu surede zıhar olayının ayrıntılarına inilerek, bir hükme bağlanması, sözkonusu ayrıntıların Ahzab Suresi’nden sonra nazil olduğunu ortaya koyuyor.
Konu: Bu surede Müslümanlara kendileri ile ilgili birtakım meselelerde çözüm yolları gösterilmiştir.
Surenin girişinden 6. ayete kadar zıhar olayının şer’i hükümleri açıklanmıştır. Aynı zamanda Müslümanlar şiddetle ikaz edilerek kendilerine Müslüman olduktan sonra cahiliyyenin örf ve adetlerine bağlı kalmanın, Allah’ın koyduğu sınırları aşmak ve O’nun kurallarına karşı çıkmak anlamına geleceği anlatılmıştır. Böyle bir davranış ise, yani insanın kendi keyfince kurallar vazetmesi kesin surette iman ile çelişir, sonuçta insanı dünyada hüsrana götürür ve ahirette de insan bu yüzden hesaba çekilir.
7. ve 10. ayetlerde münafıklar, kendi aralarında yaptıkları dedikodular ve gizli gizli fısıldaşmalarından ötürü ikaz edilmişlerdir. Çünkü onlar bu şekilde bozgunculuk çıkarmak için gizli planlar kuruyorlar ve kalplerindeki kin ve buğz nedeniyle, tıpkı Yahudiler gibi Hz. Peygamber’e (s.a.) selam veriyorlardı. Fakat söyledikleri sözler bedduadan başka bir şey değildi. Ayrıca bu ayetlerde Müslümanlara, onların yaptıkları gizli planların kendilerine hiç bir zarar veremeyeceği, Allah’a tevekkül edip, O’nun yolunda sabırla yürümeleri gerektiği anlatılarak, teselli verilmiştir.
Ayrıca ihlaslı müminlerin kendi aralarında günah, zulüm ve Hz. Peygamber’e (s.a.) karşı çıkmak hakkında konuşmayacakları ve onların sadece iyilik ile takva üzere bir araya gelecekleri vurgulanarak ahlâkî dersler vazedilmiştir.
11. ve 13. ayetlerde ise, Müslümanlara birtakım sosyal kurallar tebliğ edilmiştir. Çünkü kendilerinde (o dönemde) bazı sosyal zaaflar bulunmaktaydı. Nitekim günümüz Müslümanlarında da aynı zaaflar hâlâ vardır. Sözgelimi, bir meclise dışarıdan biri geldiğinde, orada oturanlar yeni gelen kardeşlerine yer vermek için, kendilerini toplamak gibi bir zahmete katlanmazlar. Tabii ki bu durumda yeni gelen şahıs ayakta kalır ve zorunlu olarak kapının önünde oturur veya geri döner ya da oturanların üzerlerinden atlayarak kendisine yer bulmak için içeri dalar. Bu tür durumlar Hz. Peygamber’in (s.a.) meclisinde de vuku bulduğu için bu surede Müslümanlara bencil ve katı davranmayıp, başkalarına karşı daha hoşgörülü olmaları ve böyle durumlarda yeni gelen kimselere yer vererek, cömertliklerini sergilemeleri emredilmiştir.
Ayrıca insanlarda bir başka zaaf daha vardır ki o da, bir kimseyi ziyaret ettiklerinde (özellikle önemli bir kimseyi) o şahsın yanında oldukça fazla kalmaları ve uzun bir süre oturmakla ziyaretine gittikleri şahsa ne kadar eziyet verdiklerini ve ayrıca önemli işlerden o şahsı alıkoyduklarını düşünmemeleridir.
Şayet ev sahibi kendilerine gitmelerini söyleyecek olsa, hemen gücenirler. Kendilerini bırakıp, oradan ayrılsa, onu ahlâksızca davranmakla suçlarlar. Keza ima yoluyla, başka işleri olduğunu söylemeye çalışsa, bu sefer hiç dikkate almazlar. İşte Hz. Peygamber (s.a) de bu tür problemlerle karşı karşıyaydı. Öyle ki bazı kimseler, sırf Rasulullah’ın (s.a) sohbetinin lezzetinden dolayı, kendisini önemli bir takım işlerden alıkoyduklarını hiç düşünmüyorlardı. Bu nedenlerden ötürü, surede Müslümanlara, kendilerine sohbetin sona erdiği bildirilince, hemen dağılmaları söylenmiştir.
Yine bir başka zaaf da, gerekli gereksiz herkesin Hz. Peygamber (s.a) ile özel görüşme konusundaki ısrarlı talepleriydi. Nitekim bu kimseler Hz. Peygamber’le (s.a) meclis içinde fısıltılı konuşuyorlardı ki bu da hem Hz. Peygamber’i hem de bu meclisde bulunanları rahatsız ediyordu. Bu sebep dolayısıyla, Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a) ile bu şekilde görüşmek isteyenlerin, görüşme öncesinde sadaka vermeleri şartını koydu. Böylelikle, bu davranışın kötü bir adet olup, terk edilmesi gerektiği hususunda Müslümanların uyarılması amaçlanmıştı. Gerçekten de, Müslümanlar bu kötü adeti terk ettikleri için, bu şart bir süre sonra yürürlükten kaldırılmıştır.
14. Ayetten surenin sonuna kadar, içinde ihlaslı müminlerin, münafıkların ve mütereddid kimselerin bulunduğu İslâm toplumuna, açıkça ihlasın ölçüsünün ne olduğu bildirilmiştir. Çünkü bir kısım Müslümanlar, kafirlerle dostluklarını sürdürüyorlar, İslâm’a zarar verse de, sırf çıkarları için bir tavır almaktan kaçınıyorlardı.
Bu yüzden çevrede İslâm hakkında kuşkular oluşuyor ve bazı mütereddid kimseler Müslüman olmaktan kaçınıyorlardı. Müslümanların saflarında görülen çıkarcı kimseler ikiyüzlülükleri dolayısıyla ceza almaktan da korunuyorlardı, ama ihlaslı müminler böyle değildi. Onlar değil başkalarını; analarını, babalarını, çocuklarını, kabilelerini bile İslâm’ın çıkarları söz konusu olduğunda savunmuyorlardı. Çünkü kalplerinde Allah ve Rasulünün düşmanlarına yer yoktu. Allah Teâlâ açıkça, birinci grupdaki Müslümanların da gerçek müminler olup, Allah’ın hizbine dahil bulunduklarını beyan etmiştir.