EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA RAHMAN SURESİ 7. VE 13. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
7- Gök ise, onu da yükseltti ve mizanı yerleştirip-koydu.(7)
8- Sakın mizanda ‘haksızlık ve taşkınlık yapmayın.’
9- Tartıyı adaletle tutup-doğrultun ve tartıyı noksan tutmayın.(8)
10- Yere gelince;(9) onu da (yaratılmış bütün) varlıklar için alçaltıp-koydu.(10)
11- Onda meyveler ve salkımlı hurmalıklar vardır,
12- Yapraklı taneler (11) ve güzel kokulu bitkiler.
13- Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini(12) yalanlayabilirsiniz?(13)
AÇIKLAMA
7. Yaklaşık tüm müfessirler “mizan” kelimesinden “adalet” anlamını çıkarmışlardır. Bu koca kainat içindeki bunca varlık, ve fezada dolaşan sayısız yıldız, gezegen vs. adalet ve denge üzerine kurulmuş bir nizama tabi kılınmasaydı, bu kainat bir saniye bile ayakta duramazdı. Nitekim milyonlarca yıldan bu yana kainatın ayakta durması, bu gerçeğe şahitlik etmektedir. Çünkü hava, su, toprak ve diğer unsurlar arasında uyum sağlanmamış olsaydı, hayatın devam etmesi bir yana, yaşamak mümkün bile olmazdı.
8. “Çünkü, kainatın nizamı adalet ve dengeye dayanır. Dolayısıyla size verilen yetki ve hareket dairesi içerisinde adaleti teessüs etmeniz gerekir. Şayet siz, kendinize tevdi edilmiş bir başkasının hayatını telef ederseniz, böyle yapmakla temelinde adalet saklı olan bu nizamı ifsad etmiş olursunuz. Bu nizam haksızlık ve adaletsizliği kabul etmez. Değil büyük bir zulüm, terazide hile yapmak suretiyle müşterinin hakkını yemek gibi küçük bir haksızlık dahi, adalet ve denge üzerine kurulu bu alemin nizamını sarsar.
Bu üç ayette, Kur’an talimatının biri tevhid, diğeri adalet olan iki önemli bölümünden, ikincisi açıklanmıştır. Böylece bu kısa cümlelerle, Rahman olan Allah’ın Kur’an vasıtasıyla gönderdiği hidayet vurgulanmış olmaktadır.
9. Bu ayetten, 25. ayete kadar, insanların ve cinlerin, kendilerinden yararlandıkları Allah’ın nimet ve ihsanları hakkında sözedilmiştir. Bu ayetlerden çıkarılacak ahlâki ders, insanların kendi iradeleriyle Allah’a ibadet ve itaat etmelerinin istenmiş olmasıdır. Kendilerine verilen serbest irade dolayısıyla ister Allah’a itaat ederler, isterlerse etmeyebilirler. Ancak doğal olarak ve ahlâken Allah’a ibadet etmeleri gerekir.
10. “” tertip ve tanzim etmek, yapmak, hazırlamak ve koymak demektir. Ayrıca yaratmak anlamında da kullanılır. Yani insanları ve diğer mahlukatı yaratmak gibi. İbn Abbas’a göre, “Enaam”, sadece bedeni değil ruhu da kapsar. Mücahid, bu kelimeyi “Hakaik” şeklinde açıklar. Katade, İbn Zeyd, Şa’bi, tüm canlıların “Enaam” kapsamına girdiğini söyler. Nitekim lugat alimleri de aynı görüştedirler. Tüm bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, bazı kimselerin bu ayete dayanarak “Yeryüzündeki kaynakların hakimi devlettir” şeklinde çıkardıkları sonucun beyhude olduğu ortadadır. Bu kimseler, diğer ideolojilerin anlayışlarını Kur’an’a da sokmak istiyorlar. Oysa bu ayetin lafızlarından, siyak ve sibakından, “Enaam” kelimesinin sadece insanlığı kapsamayıp tüm mahlukatı da içerdiği açıkça anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu ayet, yeryüzünün “Halk” için yaratıldığı gibi komünist bir anlayışı doğrulamaz. Çünkü burada vurgulanmak istenen husus, kainat içinde her mahluk için uygun şartların sağlanmış olmasıdır. Yani, bu kainat kendi kendine meydana gelmemiştir. Onu yaratan ve uygun bir hale getiren Allah’tır. Bkz. Neml an: 73-74, Yasin an: 29-32, Mü’min an: 90-91, Fussilet an: 11-13, Zuhruf an: 7-10, Casiye an: 7
11. Yani, insanlar için yiyecekler, hayvanlar için yem.
12. “Âlâî” kelimesi ilerideki ayetlerde de tekrar tekrar kullanılmıştır. Biz bu kelimeyi çeşitli yerlerde çeşitli anlamlarda tercüme ettiğimiz için, başlangıçta bu kelimenin geniş anlamlarını açıklamak gerekiyor.
Bu kelime (Âlâî) genellikle müfessir ve lugat alimleri tarafından “nimetler” olarak tercüme edilmiştir.
a) İbn Abbas, Katade ve Hasan Basri’den de bu anlam nakledilmiştir. Bu hususta en önemli delil, Rasulullah’ın (s.a) “Cinler bu ayeti işittiklerinde, tekrar tekrar -biz Rabbimizin hiçbir nimetini yalanlamayız- diye cevap verdiler” şeklindeki hadisidir. Dolayısıyla bazı modern araştırmacıların “Bu kelime hiçbir surette -nimetler- anlamında kullanılmamıştır.” şeklindeki görüşlerine itibar etmek mümkün değildir.
b) “Âlâî” kelimesi, “mükemmel ve şaşılacak kuvvet” anlamına da gelmektedir. Nitekim İbn Cerir et-Taberi, İbn Zeyd’in “Febi eyyi âlâî Rabbi kuma…”nın “Febi eyyi kudretillah” anlamına geldiği şeklindeki görüşünü nakletmektedir. Zaten kendisi de 37. ve 38. ayetleri yorumlarken “Alai” kelimesini “kudret” olarak açıklamıştır. İmam Razi’de 14-16. ayetleri tefsir ederken, bu ayetlerin nimeti açıklamak için değil, kudreti açıklamak için kullanıldığını, 22-23. ayetleri tefsir ederken de, yine bu ayetlerin Allah’ın nimetlerini değil, şaşılacak kudretini açıkladığını söyler.
c) “Âlâî” kelimesinin bir diğer anlamı ise özellikler, hamde layık sıfatlar, kemalat ve faziletler demektir. Bu anlamı hem müfessirler hem de lugat alimleri kullanmışlardır. Nitekim Arap şairlerinden bu konuda birçok örnek verilebilir.
Şair Nabiğa şöyle der:
“Hummu’l-muluk ve ebnai’l-muluk lehum
Fadlun alâ en-nasi fi’l- âlâî ve’n-ni’mi”
(Onlar krallar ve şehzadelerdir.
Halk üzerinde sıfat ve özellikleri bakımından üstündürler)
Şair Muhilhil, kardeşi Kuleybe için mersiye yazarken şöyle der:
“El-hazmu ve’l-azm, Kane min tabaihi
Ma kulli âlâihi, ya kavmi uşeyha.”
(Akıllı ve azimli olmak onun özelliği idi.
Ey kavmim ben onun tüm özelliklerini açıklamış değilim.)
Fedale b. Zeyd’ul-Edvani, bir şiirinde ” Âlâî” kelimesini “kemalat” anlamında kullanır.
“Tamammed alâi’l-bahilul medrehum”
(Zengin ama cimri bir adamın kemalatını başkaları överler)
Binaenaleyh, biz “Alâi” kelimesine mevki ve mahallerine uygun olmak üzere, farklı anlamlarıyla tercüme ettik. Fakat bazı yerlerde birkaç anlamı da ihtiva etmesine rağmen biz bir tek karşılığı ile yetinmek zorunda kaldık. Çünkü diğer dillerde bu kelimenin tam karşılığını bulmak çok zordur.
Örneğin yukarıdaki ayette, Allah’ın kainatı halk ettiği ve mahlukatın rızkını temin edebilmesi için en uygun vasıflarla bu nizamı yarattığı beyan edildikten sonra “Şimdi Rabbinizin hangi “Alâi”ini yalanlıyorsunuz” denilmektedir. Burada “Alâi” kelimesi “nimet” anlamında kullanılmıştır. Fakat ayrıca Allah’ın kemal ve kudretiyle O’nun hamde layık vasıfları da kastolunmuştur. Yani O’nun bu kainatta şaşılacak derecede birçok varlık yaratması ve onları en uygun şekilde rızıklandırması, kudret ve kemalinin bir göstergesidir. Her türlü yiyecek ve meyvayı halk etmesi, O’nun hamde layık sıfatlarına delalet eder. Çünkü O, mahluk için sadece rızık değil aynı zamanda lezzet ve zevk alması için meyveler yaratmıştır. Ayrıca Allah’ın yaratma sanatı için hurma ağacından kabuk içinde meyvalar yaratmış olması örnek olarak verilmiştir. Dikkat edilecek olursa nar, portakal, hindistan cevizi gibi diğer meyvalar da aynı güzellikte yaratılmışlardır; hatta buğday vs. gibi gece gündüz pişirip yediğimiz hububat dahi nazik kabuklar içindedir.
13. “Tükezziban” (yalanlıyorsunuz) ifadesiyle, insanların Allah’ın nimetlerine ve hamde layık sıfatlarına karşı takındıkları tavır kastedilmektedir.
a) Bazı kimseler, bu nimetleri Allah’ın yarattığına inanmazlar ve tüm bu maddelerin kendi kendilerine oluştuğunu ya da bir tesadüf sonucu kendiliğinden meydana geldiğini zannederler. Dolayısıyla bunun ardında bir hikmet olduğunu düşünmezler.
b) Bazı kimseler ise, bu nimetleri yaratanın Allah olduğunu kabul etmekle birlikte, O’nun ilahlığında başkalarının da pay sahibi olduğunu düşünerek onlara ibadet ederler. Allah’ın verdiği rızıktan faydalanmalarına rağmen, başkalarına “hamd-ü sena” ederler. Örneğin, bir kimseye bir takım yardımlarda bulunduğunuzu farzedin. Şimdi bu şahıs, sizin yanınızda ve sizin yardım ettiğiniz şey için, bir başkasına teşekkür ederse, siz ona ne dersiniz? Ona nankör ve yalancı demez misiniz?
c) Bazı kimseler de, tüm bu nimetleri Allah’ın verdiğine inanırlar fakat O’nun emirlerini yerine getirmezler. Allah’ın gönderdiği mesaja hiçbir şekilde kulak asmazlar. İşte bu da başka türlü bir nankörlüktür. Ve Allah’ın nimetlerini yalanlamaktır.
d) Bazı kimseler ise, Allah’ın nimetlerini yalanlamadıkları gibi, ayrıca nankörlük de etmezler. Ancak bu kimselerin yaşadıkları hayat tarzının nankörlük edenlerinkinden bir farkı yoktur. Bu tür kimseler, her ne kadar dilleriyle inkar etmemiş olsalar bile, fiilen Allah’ın nimetlerini yalanlamaktadırlar.