EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA SAF SURESİ 1. VE 4. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
1- Göklerde ve yerde olanların tümü Allah’ı tesbih etmiştir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.(1)
2- Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?
3- Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından (büyüdükçe) büyüdü (büyük bir suç teşkil etti) .(2)
4- Hiç şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi (3) saf bağlayarak çarpışanları sever.
AÇIKLAMA
1. Bu, hitabenin kısa bir girişidir. (İzah için bkz. Hadid an: 1-2) . Böyle bir giriş yapılmasının nedeni, hitabeye kulak veren herkesin, Allah’ın herşeyden münezzeh olduğunu, O’ndan yüce bir zat bulunmadığını, hiç kimsenin kendisine iman etmesine ve fedakarlığına ihtiyaç duymadığını öncelikle anlaması içindir. Çünkü müminlere ihlaslı olmalarını telkin ediyor, canlarıyla, mallarıyla savaşmalarını emrediyorsa bu, onların kendi hayrı içindir. Yoksa Allah, istediğini kendi gücüyle yerine getirmeye muktedir olandır. Hiçbir kul O’na yardım etmese, hatta tüm kainat O’na mani olmaya çalışsa, yine de O dilediğini yapmaya kâdirdir.
2. Bu ayet biri umumi, diğeri hususi iki anlamı birden tazammun eder. Şayet bu ayeti, bir sonraki ayetle birlikte okursak, umumî anlamı şöyle olur: Gerçek Müslümanın söylediği sözle, yaptığı işin tutarlı olması gerekir.
Ne söylüyorsa, onu bizzat yaparak göstermelidir. Şayet yapmaya niyeti veya gücü yoksa, o zaman susmalıdır. Çünkü bir kimsenin yapmadığı bir şeyi söylemesi Allah katında en kötü amellerdendir. Ve o kimse Allah’ın azabını haketmiştir. Ayrıca müminlik iddiasında bulunan bir kimseye bu şekilde davranmak yakışmaz. Hz. Peygamber (s.a) böyle bir özelliğin müminliğin değil, münafıklığın alametlerinden olduğunu şöyle izah etmiştir: “Münafıklığın alametleri üçtür: O namaz kılar, oruç tutar ve mümin olduğu iddiasında bulunur. Fakat söz söylerse yalan söyler, ahidde bulunursa ahdini yerine getirmez ve kendisine emanet edilene hıyanet eder.” (Buhari, Müslim) . Başka bir hadisinde Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur: “Bir kimse de şu dört haslet bulunursa, o kimse hakiki münafıktır. Eğer bu hasletlerden bir tanesi onda bulunuyorsa, onu terkedene kadar, onun kalbinde nifaktan bir şube vardır. Bu dört haslet şunlardır: Kendisine emanet verilirse hıyanet eder, konuşursa yalan söyler, söz verirse sözünü tutmaz, münakaşa ederse ahlâk ve edebi aşar.” (Buhari, Müslim)
İslâm hukukçuları, Allah’a veya bir başkasına söz veren kimsenin, sözünü yerine getirmesi gerektiğinde söz birliği içindedirler. Ancak kişi günah birşey hakkında söz vermiş ise sözünü yerine getirmez, ama vebalinden kurtulabilmek için, tıpkı Maide: 89’da beyan edildiği şekilde yemin kefareti vermek zorundadır. (Ahkamu’l-Kur’an, El-Cassas-İbnul-Arabi)
Buraya kadar anlatılanlar ayetin umumî anlamıdır. Ayetin nüzul sebebi ile ilgili özel anlamına gelince; bu ayet, daha sonraki ayetlerle birlikte mütalaa edildiğinde, burada asıl maksadın, İslâm için fedakârlık yapma konusunda iddiada bulunup, sonra da yüzçeviren kimselerin zemmedilmesi olduğu açıkça anlaşılır. Nitekim imanı zayıf olan kimseler Kur’an’ın pekçok yerinde şöyle tenkit edilmişlerdir:
“Kendilerine: “Ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekatı verin” denilenleri görmedin mi? Kendilerine savaş yazılınca hemen içlerinden bir grup, insanlardan, Allah’tan korkar gibi hatta daha fazla korkmaya başladılar. Rabbimiz niçin bize savaş yazdın? Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı?” dediler. De ki: “Dünya geçimi azdır, korunan için ahiret daha iyidir. Size kıl kadar haksızlık edilemez.” (Nisa: 77)
“İnananlar (Cihad hakkında) bir sure indirilmeli değilmiydi?” derler. Fakat hükmü açık bir sure indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün. (…) (Muhammed: 20)
Nitekim Uhud Savaşı’nda bu zaaflar açıkça ortaya çıkmıştır. Ali-İmran Suresi’nin 13. ve 17. paragraflarında (ayn durakları) bu konuya sık sık değinilmiştir.
Müfessirler bu ayetin nüzul sebeplerini bildirirken Allah Teâlâ’nın tenkid ettiği bu zaafların çeşitli biçimlerini ortaya koymuşlardır. İbn Abbas, “Cihad farz olmadan önce, bazı Müslümanlar “Keşke Allah’ın en sevdiği ameli bilseydik. Onu hemen yapardık” diyorlardı. Fakat onlar Allah’ın en sevdiği amelin cihad olduğunu öğrenince, bunu yerine getirmek kendilerine çok zor gelmiştir.” demektedir. Mukatil bin Hayyan ise, “Bu kimselerin Uhud”daki imtihanla karşı karşıya kaldıklarında Rasûlulah’ı (s.a) bırakıp kaçtıklarını” söylemektedir. İbn Zeyd, “Bir çok kimse, Rasûlullah’a “Düşmanlarınla karşılaştığında biz de senin yanında olacağız” demişler ama vakit geldiğinde sözlerini yerine getirmemişler ve yalanları ortaya çıkmıştır.” derken, Dahhak ve Katade, “Bazı kimseler savaşa katılmalarına rağmen savaşmazlar ama savaştan sonra da, “Biz şunu şunu yaptık” diye övünürlerdi. İşte Allah bu ayette, onları zemmetmektedir” demektedirler.
3. Bu ayetten öncelikle, müminlerin ancak canlarını feda etme tehlikesini göze aldıklarında, Allah’ın rızasını kazanabilecekleri anlaşılmaktadır. Ayrıca Allah’ın ancak şu üç vasfa sahip olan orduyu tasvip ettiği vurgulanmaktadır: a) İmanlı ve Allah yolunda savaştıklarının şuuruna ermiş askerlerden müteşekkil, b) Dağınık olmayıp, disiplin içinde ve düzenli saflar halinde savaşan, c) Düşmana kurşunla kaynatılmış duvarlar gibi (sağlam ve sarsılmaz bir şekilde) karşı koyan bir ordudur bu. Özellikle bu ordunun son vasfı dikkat çekicidir. Çünkü hiçbir ordu savaş meydanında, şu aşağıdaki özellikleri uhdesinde bulundurmaksızın kurşunla kaynatılmış duvarlar gibi duramaz.
I. İnanç ve hedef bakımından mükemmel bir görüş birliği, yani subaylar ve erler arasında mükemmel bir dayanışma olmalıdır.
II. Askerler birbirlerine samimi bir şekilde bağlı olmalıdır. Ancak bu bağlılık, gayeye ihlasla sarılmadıkça ve ortada yüce gaye olmadıkça gerçekleşemez. Aksi takdirde, savaş gibi çetin bir imtihanda, niyetlerdeki zaafların saklı kalması mümkün değildir. Dolayısıyla güven sarsıldığında, askerler itimadlerini kaybeder ve birbirlerinden şüphe etmeye başlarlar.
III. Yüksek derecede ahlâk sahibi olmalıdırlar. Şayet bir ordunun subay ve erleri ahlâken zayıf kimselerse, aralarında saygı ve sevgi yok demektir. Bu ahlâki zaafları dolayısıyla da birbirleriyle kavga ve münakaşa etmekten kurtulamazlar.
IV. Ordu mensupları arasında, gaye ve hedefe duyulan arzu ve onu elde etmek için gösterilen kararlılık, öyle bir etkileşim meydana getirir ki, hiçbir güç onları yenemez ve onlar savaş meydanında kurşunla kaynatılmış duvarlar gibi sağlam, sarsılmaz bir şekilde çarpışırlar.
İşte bu esaslar, Rasulullah’ın (s.a) liderliğinde muhteşem bir askeri güç meydana getirmiştir. Bu güce en büyük kuvvetler bile karşı koyamamış ve asırlarca tüm dünya onlarla baş edememiştir.