EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA SECDE SURESİ 16. VE 21. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
16- Onların yanları (gece namazına kalkmak için) yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla dua ederler(27) ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.(28)
17- Artık hiç bir nefis, yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, kendileri için gözler aydınlığı olarak nelerin (sayısız nimetlerin) saklandığını bilmez.(29)
18- Öyleyse, iman eden kimse, fasık(30) olan gibi olur mu?(31) Bunlar eşit olmazlar.
19- İman eden ve salih amellerde bulunanlar ise, artık onlar için yaptıklarınıza karşılık olmak üzere, bir ağırlanma konağı olarak barınma cennetleri vardır.(32)
20- Fasık olanlar içinse, artık onların da barınma yeri ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri çevrilirler ve onlara: “Kendisini yalanlamakta olduğunuz ateş azabını tadın” denir.
21- Andolsun, biz onlara belki (küfürden İslam’a) dönerler diye o büyük (uhrevi) azabtan önce,(33) yakın (dünyevi) azabtan da taddıracağız.
AÇIKLAMA
27. Yani, Onlar geceleri zevk ve sefa alemleri ile işret etmek yerine Rabb’lerine itaat ederler. Dünyaperestler gibi günün yorgunluk, iş ve zahmetini üzerlerinden atmak için geceleri müzik ve dans partileri, içki ve işret meclisleri peşinde koşmazlar. Bunun yerine günlerini, iş ve görevlerinden fâriğ oldukları zaman kendilerini Rabblerine ibadete vakfederek, gecelerini O’nu anarak, O’nun korkusuyla ürpererek ve tüm umutlarını O’na hasrederek geçirirler.”
“Yataklarını terkedenler” ifadesi onların bütün gece uyumadığı anlamına değil, gecenin bir kısmını Allah’a ibadetle geçirdikleri anlamınadır.
28. Kök anlamı itibariyle “rızk”, şer’i ve helâl emtiadır. Şer’i olmayan haram emtia Allah tarafından hiçbir yerde “rızk” olarak anılmaz, şu halde ayetin anlamı şöyledir: “Onlar az ya da çok kendilerine verdiğimiz temiz emtiadan harcarlar; israf etmezler ve kendi aşırı harcamalarını karşılamak için helâl olmayan servete el uzatmazlar.”
29.Buhari, Müslim, Tirmizi ve İmam Ahmed’in Ebu Hüreyre’den farklı kanallarla rivayet ettikleri hadise göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Allah şöyle diyor: “Ben muttaki kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kimsenin şahid olmadığı şeyler hazırlamışımdır.” Aynı sözler küçük bir farkla Hz. Ebu Said el-Hudri, Muğire bin Şu’be ve Sa’da es-Sâidi tarafından Rasûlululah’tan rivayet edilmiş ve Müslim, Ahmed, İbn Cerir ve Tirmizi tarafından senedi sahih addedilmiştir.
30. Burada “mümin” (inanmak) ve “fasık” (günahkâr) iki zıt terim olarak kullanılmaktadır. Mümin Allah’a: Rabbi, Bir ve Tek İlâh’ı olarak inanan ve Allah’ın peygamberleri aracılığıyla gönderdiği yasaya itaat eden kimsedir. Buna mukabil fasık, fısk (itaatsizlik, isyan, başıbozukluk ve Allah’tan başkalarına itaat) tavrını benimseyenlerdir.
31. Yani, “Onlar ne bu dünyada aynı düşünce ve yaşayış tarzına sahip olabilirler, ne de ahirette Allah tarafından aynı muameleyi görürler.”
32. Yani, “Cennetler, onlar için yalnızca zevk vasıtası olmakla kalmayacak, içinde daima yaşayacakları menzilleri de olacaktır.”
33. “Daha büyük azab” ahiret azabıdır; küfür ve isyanlarının sonucu olarak mücrimlerin tadacağı azap…” Daha hafif -dozda- azap” ise, insanın bu dünya hayatında yakınların ve sevgililerin ölümü, ciddi kazalar, kayıplar, başarısızlıklar… türünden ferdin uğradığı musibetler ile fırtına, deprem, sel, salgın hastalık, kıtlık, anarşi, savaşlar türünden yüzbinlerce insanın aynı anda maruz kaldığı benzer birçok felâketlerdir. Bu felâketlerin gönderilmesiyle ilgili olarak zikredilen hikmet, insanların “azab-ı ekber” denen felakete karşı duyarlı olması ve sonuçta bu büyük azabı çağıran hayat tarzından vazgeçmesidir. Diğer deyişle maksat şudur: Allah insanı tam bir sükûnet içinde yaşasın da, kendisi üzerinde, kendisine zarar verebilecek hiçbir gücün bulunmadığı vehimine kapılmasın diye, tam bir emniyet hissi içinde yaşatmaz. Fakat Allah gerek ferdler, gerekse toplumlar üzerine gönderdiği hafif dozajlı azapların zamanlamasını öylesine ayarlar ki, bu, insanın çaresiz olduğu, kendi üzerinde kendi mülkünü yöneten bir Kadir-i Mutlak’ın bulunduğu hissini sürekli canlı tutar. Bu felâketler her ferde, topluluk ve topluma, kendi üzerlerinde kaderlerine hükmeden başka bir kudretin olduğunu hatırlatır. Herşey insanın koyduğu yerde bırakılmaz. Gerçek kudret, Kadir-i Mutlak’ın elindedir. O’ndan insana bir musibet indiğinde ne sun’i bir yolla önüne geçebilirsin onun, ne de bir cinni, ruhu, tanrıyı, tanrıçayı, peygamberleri ya da veliyi seni kurtarması için yardıma çağırabilirsin; faydasızdır. Bu açıdan değerlendirildiğinde bu musibetler yalnızca birer felaket değil, insanı hakikat karşısında şuurlu kılmak ve onu vehimlerinden uzaklaştırmak için Allah’ın gönderdiği uyarılardır. Eğer insan bunlardan ibret alıp da iman ve amelini bu dünyada düzeltirse Allah’ın ahiretteki daha büyük azabına düçar olmayacaktır.